26 Nisan 2012 Perşembe

Deneyimsiz "abla", ölüm ve ötesi üzerine yazarken Lobsang Rampa'dan alıntı yapar.


Festival biter, "abla" gece yolculuğu ile evine döner; her kış bir iki komşu ev tadilat yaptırdığından yarı şantiye, ot bürümüş bahçeyi yaran patika başında inerken birden fark eder: Çiçeklenmesini, hasretle 11 aydır beklediği iğdenin yerinde bir boşluk! 

Bir yıl önceki festival yokluğu sırasında, ağaç kalınlığındaki dallarından biri kesilmişken bu kez, belli ki "abla" festival için yola çıkar çıkmaz, faili malum komşularının manzaramız kapanıyor dilekçesiyle, küçük kız kardeşinin hortum yetişmiyordu, ben kovayla su taşıyarak... diye anlattığı caanım iğde, geride 40 cm çaplı hüzünlü bir iz bırakarak tarihe karışmış.

2012 yılı 23 Nisan'ının Pazartesiye denk gelmesi, "abla"nın kız kardeşleriyle, yumuşak, sıcak bir kaç veranda günü geçirmelerini sağlar. İğdenin boşluğu ise verandadaki alçak sütuna konan iri sakız sardunyası saksısı ile giderilmeye çalışılır.

Dördüncü evdeki emekli büyük elçi de iğdenin kaderini paylaşmıştır; yardımcısı hanım veranda kenarından bir tabak helvayı "abla"ya uzatırken "40 gün oldu," diye anlatır, "İstanbul'a ben de gittim cenazeye... Son zamanda aklı da gidip geliyordu, vallaha iyi ki ölüm var."

Reenkarnasyonun ateşli savunucusu "abla" çoktandır, ölüm ve ötesi üzerine yazmak istemektedir ama kişisel deneyim eksikliği yüzünden, muhteşem kitaplarını -Üçüncü Göz, İkinci Beden, Hermit, Antiklerin Mağarasıhayranlıkla okuduğu Lobsang Rampa'dan alıntı yapmayı daha doğru bulur.

on1 Yayını, -"teyze Fanny, sana bir ölçü daha bira servis edeyim" gibisinden, Google'da çevirilip üstünkörü elden geçirilmişe benzeyen çevirisine takılınmazsa- Lobsang Rampa, Gerçeğin Bilgisi kitabının Bir Bölümün Sonu kısmında ölümü anlatır, (s.121): "Annesinin karnındaki bir bebek, bu sıcak ve rahat içinde ölür ve gönülsüzce dışarıdaki soğuk, zor dünyaya doğar. Doğum sancıları ölüm sancılarıdır; ...Çoğu kez ölüm tamamen acısız bir süreçtir. Gerçekte, ölüm yaklaşırken doğa değişik metabolik değişim şekillerinde, beden sistemlerine bir tür anestezi sunar:... 

Ölüm, bu dünyadan sonraki dünyaya geçişin fiili durumu, bu fiziksel bedenden ayrılışın gerçek durumu, ölüm anında çoğu bedene gelen anestezik hususlar yüzünden acısız bir süreçtir... 

...Nefes alma durur. Hazır bulunan bir klervoyan, bedenin üzerinde şekillenen soluk bir sise benzeyen bir bulut görebilir. Bedenden, genellikle de göbekten akar; yine de değişik insanların Gümüş Kordonun farklı çıkış noktaları vardır. 

Bulut giderek bütünleşir ve daha yoğun olur... Giderek bedenin üzerinde bir gölge şeklini alır; ölüm süreci ilerlerken, şekil daha da o bedene benzer hale gelir. En sonunda birçok organ tükenirken, bulutumsu form sonunda üzerinde yüzdüğü bedenin tam şeklini alarak yoğunlaşır ve büyür. 

Gümüş Kordon, gerçekte astral beden olan bulutumsu form ile fiziksel bedeni birbirine bağlar. Bu kordon, sonunda kopup ayrılana kadar giderek incelir. Beden tamamen öldüğü zaman , gümüş kordon kopar ve ona bağlı ruh varlığı, varoluşun bir başka seviyesine uçar. Bir kere sisli figür gittiğinde, etsel zarfa ne olduğunun artık önemi kalmaz. Yakılabilir ya da gömülebilir. 

Belki burada bir an konu dışına çıkıp, bir uyarı olarak yorumlanabilecek bir şeyi söyleyelim. Çünkü yeni "ölmüş" birinin yaşamaya devam ettiğini çoğu insana anlatmak gerçekten zordur! Bir kişi öldüğü zaman, o kişi mümkünse iki ya da üç gün dokunulmadan bırakılmalıdır. Bu bedeni götürüp bir cenaze evinde bir tabut içinde tutmak ve tanıdıklarının oraya gidip, çoğu zaman anlamını bilmedikleri her tür yorumlar mırıldanmaları kesinlikle sakıncalıdır. 

Gümüş Kordon kopana Altın Kase kırılana kadar, havada yüzen astral, geçmişi hakkında yorum yapanların düşüncelerini algılayabilir. Üstelik bu beden üç gün önce yakılırsa, astral figürde çoğunlukla bir ağrıya sebep olunabilir ve yeterince ilginç olan, bu acı, sıcak ateşin acısı değil, yoğun bir soğuğun acısıdır...

Bedeninden ayrılmış ruh, gelişmiş bir ruhsa, yani ölümden sonraki hayatın farkındaysa, o zaman, geçmiş yaşamın bütün olaylarının görüldüğü, bütün hataların anlaşıldığı ve değerlendirildiği Anılar Salonu olarak bilinen yere gitmesine yardım edilir. Bu, elbette, bazı dinlere göre Yargı Günü ya da Yargı Salonu'dur. Ancak bizim dinimize göre insan, kendi kendini yargılar ve kendini yargılayan insandan daha amansız yargıç yoktur. 

Maalesef, bir sonraki-yaşama inanmayan bir kişinin ölümü adeta hiç bitmez. Bu durumda, bir süre karanlıktaymış ve siyah bir sisin içindeymiş gibi etrafta süzülür. Yine de bir varlık şeklinde olduğunun farkına varana kadar, giderek daha mutsuz olarak etrafta sürüklenir; sonra belki eski bir öğreti ona yardıma gelecektir. Bu varlık Güneş Okuluna götürebilir; o bir Hıristiyan ya da Müslüman olabilir. Temel bir eğitimi ve şeyler hakkında bir ön bilgi aldığı sürece, onun hangi inanca mensup olduğunu önemli olmaksızın, yardım edilebilir.

Bir kişinin Hıristiyan inancının bir mezhebiyle büyütüldüğünü farz edin; o cennet ve melekler hakkında düşünce formlarına sahip olabilir. Ancak elbette, Doğu'nun belli bir bölümünde yetiştirildiyse, canlıyken tatmin edemediği bütün bedensel zevklerin ona hazır olduğu farklı türde bir cennet düşündürecektir.

...Varlık en sonunda, çevresindeki çeşitli yanlış düşünceleri ve hataları fark etmeye başlayıncaya kadar belirsiz bir süre bu durum devam eder. Örneğin, meleklerin kanatlarının eridiğini görebilir ya da bir doğuluysa, güzel bakirelerin, düşündüğü kadar da güzel olmadıklarını fark edebilir!.. Böylece bir takım şüpheler ortaya çıkar; düşünce formları şüpheleri, görülen gerçeğin şüphesi.

Arkadaş, iyi bir adam değildir, cehennemi düşünür, her tür acıları yaşar. Çünkü değişik önemli noktalarda onu kışkırtan yaşlı bir şeytan imajına sahiptir. Kükürt, sülfür, ateş ve daha çok bir kimya laboratuvarında kullanılacak bütün o karışım maddelerinin düşüncelerine sahiptir...

Şüpheleri giderek büyür, ruhsal zekâsı giderek ruhsal dünyanın "sosyal işçileri" diyebildiğimiz şeye ulaşabilir olur. Sonunda, yardıma uygun hale geldiği zaman, insan imajinasyonunun inşa ettiği bütün yapmacık destekleri temizler. Gerçek realiteyi görmesine izin verilir, bu taraftan çok daha iyi bir yer olan ölümün diğer tarafını görmesine izin verilir.

...Böylece, geçmiş yaşamlarında ne yaptığını görmek için Anılar Salonuna girer, öğrenmesi gereken şeyi nasıl becerememiştir? Ve sonra, yanlışlarını ve başarılarını gördüğü zaman, özel rehberlerle görüşür. Rehberler, Kızılderililer ya da uzun sakallı Antik Çinliler değildirler, sadece kendi tipinde, kendi inanışında, o mekana gelen varlıkların problemlerini bilen çok özel danışmanlardır. ...Bir kişiye, daha sonra özel bir iş elde edebilmesi için, ne gibi niteliklere sahip olması gerektiğini anlatan bir Kariyer Danışmanı gibi, bu adamın ne öğrenmek zorunda olduğunu görebilirler. 

Bu toplantıdan sonra, kişinin, bir dişi ya da bir erkek olarak, küçük bir bebek bedeninde bu Yeryüzüne dönebilmesi için, koşullar ve durumlar seçilir..."

Eski yazılarda bunca tekrara karşın, -felsefeci- ortanca kız kardeşinin ölümden öte köy yok! yaklaşımına aklı ermeyen "abla", yeri geldikçe kaygısını ortaya koyar. Üç kardeş, Ahmet Ümit romanından uyarlama Bir Ses Böler Geceyi filminden çıktıklarında konuşurlarken, ortancaya, "öldüğünde çok şaşıracaksın, birlikte gidelim, o halini kaçırmak istemem" dediğinde, düşünceleri genelde ortanca ile "abla" arası bir yerde konumlanmış küçük kız kardeş, "ben de gelmek isterim," der, "ya biriniz ya diğeriniz çok şaşıracak, bu eğlenceyi kaçırmayı istemem."

18 Nisan 2012 Çarşamba

31. İstanbul Film Festivali son günü "abla"nın, izlediği tek film Şeytanın Yüzü ile yıldız listesi


15 Nisan 2012 Pazar, gece evine dönecek olan "abla"nın festivaldeki son bileti Fransa-İspanya, 2011 yapımı Şeytanın Yüzü: Yönetmen Dominik Moll, oyuncular Vincent Cassel, Déborah François, Joséphine Japy... Festival sitesindeki tanıtıma göre "Gotik yazar Matthew Gregory Lewis'in 1796 tarihli romanının uyarlaması..." film, manastır kapısına bırakılan, keşişlerin büyüttüğü, günah çıkaran soyluya "şeytan ona atfettiğimiz önem kadardır" diyen ilkeli rahip Ambrosio'nun şeytana uyup -günün değerlerine göre- en büyük günahları işlemesini anlatır. Laser altyazılı film vizyona gireceklerden. Psikolojik gerilimpeksever "abla", eski festivallerden birinden Harry, İyiliğinizi İsteyen Bir Dost ile eve dönüşünün ertesi akşamı TV'de, Dominik Moll yönetiminde Laurent Lucas, Charlotte Gainsbourg, Charlotte Rampling ve André Dussollier'nin oynadığı 2005, Fransa yapımı -yine gerilimi esaslı- Lemming'i görmemiş olsa, romanın yazılış tarihi 1796'yı bir yana bırakıp, Şeytanın Yüzü'nü pek demode bulacak...

31. İstanbul Film Festivali reklam kuşağı "yok!" denecek kadar bodur; vakıf kendi tanıtımını ve sponsorlarının, taş çatlasa beş dakikayı geçmeyen -"abla" bunun hayra mı, şerre mi işaret olduğunu anlamaz- bir kaç reklamını yayınlar. Bunlardan, şirin bir kızın açık pencereden uçan biletini yakaladığı sıra kulağa gelen "Yaşattığı duygu sadece bir kağıt parçası olmaktan çok öte..." lâfına takılan "abla", sadece bir kağıt parçası'nın ne menem bir duygu yaşattığını merak eder.

Ekrem Bora'nın vefatı üzerinden çok geçmeden, festivalin tam ortalarında, sabah evden çıkmaya hazırlanırken, köşeye kıstırıp bir gün önce gördüğü filmleri anlattığı damadının omzu başından "abla"nın, ekranda gördüğü haberle içi acımıştır: "Hem de benden bir yaş küçükmüş" der damadına, "Meral Okay'ı ilk kez İkinci Bahar dizindeki kasap Melahat rolüyle tanımış, hepimiz çok sevmiştik."

Her zaman yeni bir fikir, farklı bakış açısı peşindeki "abla", Festival filmleri yıldız listesinden önce genel bir değerlendirme yapma ihtiyacı duyar: Albert Nobbs'taki diğer karakter -boyacı- Janet McTeer en az Glenn Close kadar iyidir; Norveç'in Evlatları'nda -refah toplumlarınca deneyimlenmekte olan- çocukla kurulan yüksek empatinin yarattığı babayı / anneyi / otoriteyi aşamamaktan, isyan edememekten doğan pedagojik arıza sonucu çocuğun kendine, çevresine yönelttiği yıkıcılık saptaması yerindedir; İyiniyetler'de iyiniyetin ne derece yıpratıcı olabileceği yansız biçimde işlenir; Faust'ta o günün insanın -olası- davranış biçimi böyle olsa gerektir; İz-Reç'te kan davası gütmeyi bir yana bırakıp şefkatle daha büyük resmi görmeye çalışan bilge bakış açısı onurlandırılmayı hak eder; Latin Amerika Sineması'nın kendine özgü filmleri Gönül Laf Dinlemez, Akasyalar ve Gecikme akıldan çok gönülde yer eder; Aramızda Bebek Var doğuma, Sade Bir Hayat ölüme -nihayet! duygusallıkla puslanmamış- duru bir bakış sunar; Gizemli Kadın iyi bir psikolojik gerilimdir, bir daha tekrarlamasın deniyorsa, Unutulan Topraklar sıkı bir ders niteliğindedir; Nefes ve Yukarıdaki Çocuk, çocuk annelerin yetişkin -olmakta zorlanan- çocuklarını inceler; Güzel Günler Göreceğiz ile Alacakaranlığın Portresi farklı yaşam biçimleri deneyimlemekte iki ayrı toplumda otorite boşluğundan doğan alacakaranlığı anlatır; yeri ayrı Zeki Demirkubuz, Yeraltı ile insan ruhunun dehlizlerinde dolanmaya devam eder; kadına şiddet Kurtuluş Son Durak'tan daha eğlenceli anlatılamaz; Bengal'de Bir Dedektif çevresinde Hindistan gerçeği buruk da olsa tebessümle izlenir; Gökyüzünde Bir Ayna ile Mutluluğa Boya Beni ezoterik mesajlar taşır çok güzel filmlerdir.

Her ne kadar eğlenceli filmler seçmeye çalışmış olsa da "abla" arada ne olacak bu Dünya'nın hali? türünden acıklı filmlere rast gelir. Değerlendirme kriterlerinden bihaber olduğundan hazmetmekte en zorlandığı, -L, Yalnız Gezegen gibi- filmler, bir kaç ödüllü. Orta halli bir izleyici olup jürilerin nelere baktığını kestiremediğinden, ancak erbabının şifresini çözebildiği sembollerle dolu filmleri "abla", çok lezzetli de olsa, tarifindeki kaşıkların, ölçü kaplarının da içine karıştığı yemeğe benzetir.

Gördüğü 40'tan fazla film içinde, en beğendiğinden başlayarak "abla"nın yaptığı sıralama:

Yargısız

Benim 533 Çocuğum Var

Büyükelçi

Meryemana, Kıptiler ve Ben

Yas

14 Nisan 2012 Cumartesi

31. İstanbul Film Festivali onbeşinci günü "abla"nın gördüğü dört film: Alacakaranlığın Portresi, Mutluluğa Boya Beni, Kurtuluş Son Durak, Yeraltı

14 Nisan 2012 Cumartesi günü "abla"'nın ilk filmi yine klasik anlamda işletmecili salonların son bir kaçından biri Atlas Sineması'nda. Salonun, peredeye hakim amfi tarzı yapısını, localarını, kimbilir ne anılar taşımakta eski koltuklarını "abla "pek sever.

Rusya, 2011 yapımı Alacakaranlığın Portresi: Yönetmen Angelina Nikonova, oyuncular Olga Dihovichnaya, Sergei Borisov, Roman Merinov... Yoksulluğun uçlarda çözüm arayışına ittiği, şiddetin olağanlaştığı insanlar arasında görece varsıl sosyal hizmetler görevlisi Marina, iki yüzlü bir yaşam sürerken, ayakkabısının topuğunun kırılması ile başlayan günde, yardım almaya gittiği kafede kötü karşılanır, taksi beklerken kapkaça, ardından da üç polisin tecavüzüne uğrar. Pasaportunun kaybını bildirmeye gittiği poliste çantasının kalitesizliğini ve içkili olduğunu belirtir bir dilekçe vermeye zorlanır. Bir yandan aile içi şiddete uğrayan çocuklara, gençlere yardıma çalışmaktayken karşılaştığı tecavüzcü polisin peşine düşer, bir dönem onunla yaşar, adamı, tacize uğradığını düşündüğü kızın babasına yönlendirir. Baba polisten dayak yer ama bu kez Marina babanın suçlu olmayabileceği şüphesine düşer. Ödüllü, adına layık alacakaranlık film "abla"ya kalırsa, bir yaşam biçimini B Planı olmaksızın, neredeyse bir gecede geride bırakırken allak bullak olan bir toplumu pek güzel betimler.

Fransa, 2011 yapımı Mutluluğa Boya Beni: Yönetmen Jean-François Laguionie. Laser altyazılı bu güzel canlandırma filmde, tastamam'lar, yarım'lar ve eskiz'ler bir tablonun içinde yaşamakta, boyanmışlıklarına göre belirlenmiş hiyerarşinin sıkıntısını çekmekteyken, içlerinden bir kaçı tabloyu tamamlaması için ressamı bulmaya yola düşerler. "Abla"nın yaklaşmakta olan Zamanların Sonu'nda deneyimleneceğini düşündüğü bir üst boyuta geçişi çağrıştıran, -dikeyde ve yatayda- tablolardan tablolara geçerek yaptıkları yolculuğun bir yerinde boyalar ve fırçalar bulurlar. Boyanma fırsatı ellerine geçtiğinde -"abla"nın bir üst boyuta geçiş için gerekli olduğunu düşündüğü uygun titreşime yükselmeyi anımsatan biçimde- başta beceriksizce de olsa, her biri kendini, bir diğerini boyar, dönüştürür, yetkinleştirir. Sonunda biri, daha az zahmetli olduğu için artık manzara resimleri yapmakta olan ressamı deniz kıyısında bulur, kısa bir sohbet sonrası yine yola koyulur; bu kez amacı ressamı kimin boyadığını bulmaktır.

Türkiye, 2011 yapımı Kurtuluş Son Durak: Yönetmen Yusuf Pirhasan, oyuncular Belçim Bilgin, Demet Akbağ, Asuman Dabak... İzleyiciyi oyunculardan Ayten Soykök ile karşılayan filmin senaristi Barış Pirhasan "Bu bir komedi" der, "zaten 10 dakika içinde anlaşılacak, ben yazdım oğlum yönetti." Evlenmelerine az zaman kala nişanlısının, bir arkadaşına meyledip terk ettiği Eylem işini devreder, kolunun altında gelinliği Kurtuluş son durakta bir apartman dairesine sığınır. Komşuları, biri evli bir adamın metresi, düzenli dayak yiyen bir başkası, babası kardeşlerince başına yıkılmış biri, kuaförlük yapan diğeri, kendilerince destekledikleri Eylem'in, intihar girişiminden sağ çıkmasından sonra şiddet karşısında geliştirdiği eylem planını uygularken istemeden bir cinayete neden olurlar. Birbirini izleyen, muhteşem oyunculukla taçlanmış çok komik olaylar giderek gelişir. İlle izlenesi filmi "abla" çok beğenir.

Film sonrası katılımcılara ilk soru filmin kaba bütçesi hakkındadır. Yanıtlayabilecek kişilerin burada olmadığını belirten Pirhasan, kendi aldığı miktarı açıklamaya yanaşmaz.
Bu konularda hassas olduğunu, bu tarz filmleri elinden geldiğince izlediğini belirten hanım izleyicinin, "bu konuda feyz aldığınız bir kaynak var mı?" sorusu, Pirhasan tarafından şöyle yanıtlanır: "Başta jenerikte de belirtildiği gibi, iki arkadaşımızın hikayesinden çıktı anafikir, sonra grup çalışması yapıldı, ardından senaryoyu yazdım. Kara komedinin çok parlak örnekleri var, bunun ilk olduğunu iddia etmek zor, ne sinemada ne edebiyatta."
İngilizce konuşan izleyicinin "Filmin alt metninden kadın dayanışmasının, durumun çözümüne yardımcı olacağı mesajı aldım..." yaklaşımına Pirhasan'ın yanıtı "Böyle bir konuya gülmek, korku duvarını yıkar, sonrasında herkes kendi meşrebince bir tavır koyar; bir filmden elde edilecek en iyi sonuç da bu olsa gerektir" olur.

Türkiye, 2012 yapımı Yeraltı: Yönetmen "abla"nın en iyi Türk filmleri listesinin başındaki yerini korumakta Masumiyet'in yönetmeni Zeki Demirkubuz, oyuncular Engin Günaydın, Nihal Yalçın, Nergis Öztürk... Neredeyse tümünü gördüğü Zeki Demirkubuz filmlerine göre "abla"nın farklı bulduğu film, kendisini ifade etmekte zorlanan bir adamın, biriktirdiği nefretle şiddete yönelmesini pek güzel anlatır. Kendisinin ne olduğunun bilincine vardığında bir anlamda huzuru da bulur. Pera Salonu'nda diz dize izledikleri bu özel film için "abla"nın dileği, festival izleyicisi elini ayağı çektikten sonra da hak ettiği ilgiyi görmesi.

13 Nisan 2012 Cuma

31. İstanbul Film Festivali ondördüncü günü "abla"nın gördüğü üç film: Güzel Günler Göreceğiz, Meryem Ana, Kıptiler ve Ben, Yalnız Gezegen


13 Nisan 2012 Cuma "abla"nın ilk filmi, bildiği kadarıyla soyu tükenmekte olan eski tarz işletmecili sinemaların sonuncularından Beyoğlu Sineması'nda. 1989'dan bu yana yıllara yayılan devamlılık sayesinde, çalışanlarla kurduğu ahbaplıklar, -kendisini Zeki Demirkubuz'la tanıştırdığından değeri büyük işletmeciye ait- merdivenlerin başındaki odadan kafe'ye, tuvaletin girişine, koltuğuna dek minik sohbet parçalarıyla sürer gider.

Türkiye, 2011 yapımı Güzel Günler Göreceğiz: Yönetmen Hasan Tolga Pulat, oyuncular Uğur Polat, Nesrin Cavadzade, Buğra Gülsoy, Barış Atay... Daha güzel bir hayat için oradan oraya dolanırken yolları, hayatları birbirine dolaşan beş insanın öyküsünü anlatan, en iyi film, senaryo, kurgu ve yardımcı kadın oyuncu ödüllü film sonrası oyuncu Barış Atay, yönetmen Hasan Tolga Pulat ve senarist Emre Kavuk sorular için perde önüne gelir:

S. "Ödüllü olduğu için gelmedim filminize ama tüm ödülleri hak etmiş, özellikle namus meselesini çok güzel ele almışsınız, elinize sağlık" Y. "Bu ülkeye dair bir şeyler yapmak istiyordum, Emre'nin de böyle bir metni vardı, 5 ayrı koldan giden paralel öyküler."

Salonun loş oluşu yüzünden geç fark edilip söz hakkını bir sonra kullanan, 67 kuşağı olarak hakkını hiç çiğnetmediğini belirten hanım ekibe "Türkiye'nin en önemli meseleleri namus, umutsuzluk konularına değindiğiniz ve Türk Sineması'na kattığınız yeni kan, can için teşekkür ediyorum"

Senarist Emre Kavuk'a S. "Hikayede şiirler var, nasıl koydunuz, iç sesinize mi uydunuz?" Y. "Şiir kullanımı rastlantı... Don Kişot'u okurken, senaryoyu, Cumali'yle ilgili bölümünü yazıyordum. Filmde söylediklerinin farklı coğrafyadan 4 yy. öncesi ile ortak paydada buluştuğunu gördüm. Tek günü anlatan filme şiirin de büyük yardımı oldu."

S. "Inarritu'dan esinlenme var mı?" Y. "Yılmaz Güney'in Yol filmi daha çok referans oldu bizim için aslında. Paralel yaşamları anlatması dolayısıyla..."

S. "Nesrin Cavadzade ile Uğur Polat'ın oyunlarını çok beğendim ama Uğur Polat, bir komiser için fazla şehirli geldi bana" Y. "Biraz öyle olsun, bildiğimiz türde biri olmasın istedik. Kozmopolit bir hikaye anlattık, değişik diller, farklı coğrafyalardan insanlar bir aradaydı. Bu açıdan Uğur Polat'ın şehirli diksiyonu bizim evrensel tarzımıza uygun düştü."

Fransa, 2011 yapımı Meryem Ana, Kıptiler ve Ben: Yönetmen Namir Abdel Messeeh, katılanlar Namir Abdel Messeeh, Siham Abdel Messeeh... 2009'da Mısır'da görünen Meryem Ana'yı kasetten ailesiyle izleyen Mısır asıllı Fransız yönetmen Namir, bu konuda film yapmaya -Kıpti yanını reddettiği için 15 yıldan beri gitmediği- Mısır'a, yoksulluklarından mahcubiyet duyan annesinin muhalefetine karşın köye gider, kuzenlerinin işbirliğiyle yapay bir Meryem Ana vizyonu düzenler, kaydeder. Filmi izledikleri son sahnede "abla"nın -o ana dek vizyonlardan zerrece kuşkulanmamış- köylülerin yüzünde gördüğü, şüphedir. Ödüllü, çok komik belgesel keşke satın alınsa da, diye düşünür "abla" daha fazla kişi izlese...

ABD-Almanya, 2011 yapımı Yalnız Gezegen: Yönetmen Julia Loktev, oyuncular Gael García Bernal, Hani Furstenberg, Bidzina Gujabidze... Muhteşem Gürcü coğrafyasında yerel rehberleriyle yürüyen Amerikalı çift, bir ara bir grup avcıya rastlarlar. Adamların, nedeni anlaşılmayan, rehberlerinin aydınlatmadığı düşmanca tavırları çifte silah çekmeye varır. Ruhsal dengesi hassas genç kadın ile -saldırı anında içgüdüsel biçimde kadının arkasına saklanan, sonra durumu tersine çeviren- adamın araları açılır. Kadın yerel rehbere güven duyar yakınlaşır ama bu da adamın onu öpmek istemesiyle sonuçlanır. Açıklığa kavuşmayan gerilim nedeni bir yana, kadrajın bir yanından giren grubun öte yandan çıkışını naklen aktaran Angelopulosvari uzun çekimler, içsel zamanı 18 saat -burcunun gezegeni Merkür'ün bir günü- olan "abla" için fazlasıyla yavaştır.

12 Nisan 2012 Perşembe

31. İstanbul Film Festivali onüçüncü günü "abla"nın gördüğü filmler: Kilisedeki Gecekondu, Beyaz Saçlı Gelin, Yargısız

12 Nisan 2012 Perşembe, "abla" üç film görürse de iki sayar: Hong Kong, 1993 yapımı Beyaz Saçlı Gelin, gösterilen kopyanın -sağanak yağmurda, "abla"nın evindeki çanak antenin ancak sağlayabildiği türde- kötü görüntü kalitesiyle parlak renkli -izlenimci- dijital tablolar sunar, filmin konusu hakkında da eh! iyi kötü fikir verir. Yönetmen Ronny Yu, oyuncular Brigitte Lin, Leslie Cheung, Francis Ng... Bir Çin Sinema Geleneği: Wuxia bölümünden bol ödüllü film, kurtların büyüttüğü bir kız, tuhaf sihirli yetenekleri olan siyam ikizleri, kılıç ve Kung Fu ustaları, havada dönerek yükselme, anında varolma-yokolma hünerleri barındırır; son yıllarda emsallerini bolca izlememiş izleyiciye -bir ihtimal bu, gösterim sırasında salondaki hareketliliğin açıklamasıdır- bir şey ifade etmez.

İtalya, 2011 yapımı Kilisedeki Gecekondu: Yönetmen Ermanno Olmi, oyuncular Michael Lonsdale, Rutger Hauer, Massimo De Francovich... Yıllara Meydan Okuyanlar bölümünde yer alıyor olsa da Sinemada İnsan Hakları Yarışması bölümü filmi ağırlığındaki film, kilisesi, cemaatinin devamsızlığı yüzünden kapatılan çok yaşlı rahibin son günlerinde, Fransa'ya geçerken binaya sığınan kaçak göçmenlerin kısa süren konukluğunu anlatır. Biri telefonla geride kalanlardan birine "tekne çok kalabalıktı, çok azımız karaya çıkabildik" acı haberi verir, babasız bir bebek doğar, yaralı biri iyileştirilirken bir ikisi de karınlarına sarmak üzere patlayıcı yaparlar. Yıllar önce Nalın Ağacı filmine bayılıp takibe aldığı yönetmenin, tiyatro sahnesi benzeri az mekanlı stilize, durağan bu son filmi "abla"yı, metni de dahil hayal kırıklığına uğratır.

"Abla"nın festivalin başından bu yana izlediği "35 civarı film içinde en iyisi!" dediği Fransa, 2011 yapımı Yargısız, döşenmiş laser altyazısıyla vizyona hazır: Yönetmen Vincent Garenq, oyuncular Philippe Torreton, Wladimir Yordanoff, Noémie Lvovsky... Sinemada İnsan Hakları Yarışması bölümünden filmin yönetmeni "Bu kadar dolu salon için çok mutluyum" der, "film Türkiye'de dağıtılacak bunun için de çok mutluyum. İstanbul'a son olarak 20 yıl önce gelmiştim, çok değişmiş buldum. Film özyaşam öyküsü anlatan bir kitaptan, okuduğumda şoke oldum filmi yapmak zorunluluk haline geldi, yapımcım okudu o da şoke oldu, senaryoyu yazdım, başrol oyuncuma okuttum o da şoke oldu, siz de izlediğinizde şoke olacaksınız." Fransa'nın kuzeyinde Outreau'da üç çocuğu ile yaşayan icra memuru Alain Marecaux ile karısı, 2001'de bir gece sabaha karşı basılan evlerinden apar topar alınır, yöreden 12 kişiyle birlikte bir pedofili davasının sanıkları olarak tutuklanırlar; oysa masumdurlar. Hapiste açlık grevi'ne saygı gösterilen, şartlı tahliyesi sırasında, çocuklarıyla görüşmesi sakıncalı Marecaux'nun, üç küçük çocuklu kuzeninin yanına yerleşmesini uygun bulan adalet sistemiyle Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ülkesi Fransa'dan, mutlaka izlenmesi gereken filmi "abla" daha fazla anlatmaz. Yönetmen film sonrası soruları yanıtlamaya döndüğünde salon neredeyse hiç eksiksiz beklemektedir:
S. "İcra memurları korkmalı mı sizce?" Y. "Bu dava Fransa'da çok büyük bir skandala neden oldu, adalet tarihi Outreau öncesi ve sonrası diye ikiye ayrıldı. Avukatlar hala müvekkillerini savunurken bu davayı gündeme getiriyorlar, 2005'te sonuçlandı, 2006'da tüm Fransa'da sadece bu dava konuşuldu, biz iki yıl önce davanın sonuçlanmasından 5 yıl sonra çekmeye başladık, Fransa'nın kuzeyinde çekmek istedik engellendi, bir hapishane çekimimiz de müdür davaya katılanlardan biriymiş, engellendi. Gösterimlerden birinin sonrasında birkaç avukatla ve bir yargıçla konuştuk; yargıç tebrik etti ama Marecaux oğluyla bir şeyler yaptı gibi geliyor bana dedi ve gitti. Hala hazmedemediler, ama halk adaletin yanılabileceğini fark etti... Bir de, yargıç okulunda 60 öğrencinin katıldığı bir gösterim yaptık, sonunda çok soğuk bir hava esti."

S. "Beraat sonrası devlet maddi manevi tazminat ödedi mi?" Y. "Evet çok yüklü bir şeyler ödendi ama miktar bilinmiyor."

S. "Dehşetle izledim, aynı şey bir 3. Dünya ülkesinde olsaydı yer yerinden oynardı, Avrupa İnsan Hakları devreye girerdi; Avrupa'da, yakın zamanda... Deliller bu kadar sığ mıydı? -alkışlar arasında- Kınıyorum!" Y. "Evet, hukuk sistemi nerede olsun hata yapabiliyor, Alain Marecaux'nun şansı 12-13 kişi olmalarından, tek kişi olsaydım hala içeride olacaktım, demişti." Yönetmenin de katıldığı ve şaşırdığı "Adalet sisteminde hala geri dönüş ve özür yok. Kitap kesinlikle sadakatle uyarlandı, hatta kitapla yetinmedim dava dosyasını inceledim."

S. "Sonunda asıl zarar gören çocuklar oldu, Marecaux'nun çocuklarıyla ilişkisi ne oldu?" Y. "Film Marecaux üzerine odaklandı ama diğer sanıkların çocuklarının da nasıl etkilendikleri anlatılıyor kitapta. Çocukların hayatları mahvoldu, 20'li yaşlarında ikisi filmde çalıştılar, hayata ilişkin hiç planları yok."

S. "Ön soruşturmasız ev basma oluyor mu?" Y. "Gördüğünüz gibi fiziksel şiddet yok ama her şey psikolojik şiddet..."

S. "Hemen hemen hiç müzik yok?" Y. "Koyacak olsaydım da soğuk bir şey düşünürdüm, duygusallığı arttıracağı için istemedim."

Fransız bir öğretmenden S. "Çocuk haklıdır, yalan söylemez mantığıyla davranıyoruz, bu bizi yanılttı, bu yüzden şoke olduk" Y. "Fransa'da önceleri çocukları hiç dinlemezdik, 10 yıl önce Dutro olayı yaşandı, büyük bir pedofili olayıydı, bu da ardından gelince çocukları dinleyelim denildi ama öteki uçta, biz ortayı bulamadık; zaten yargıç Dutro davasını çok öne sürdü."

Bir Fransız Türk'ten S. "Hiç baskı ile karşılaştınız mı?" Y. "Hiç politik baskı görmedik, polemik bile olmadı. Benim fark ettiğim, Alain'in de söylediği göreceksin, beraat ettik ama o kadar kolay değil, insanlar hep biraz şüpheli davrandılar."

S. "Yargıçlarda bir reform oldu mu?" Y. "Ufak tefek; bir anket formu dolaştırıldı, biz de ümitlendik ama fazla bir değişiklik olmadı. Gözaltına alındığında avukat bulundurma konusu bu davaya bağlandı ama değil, Avrupa Birliği kaynaklıydı."

11 Nisan 2012 Çarşamba

31. İstanbul Film Festivali onikinci günü "abla"nın gördüğü iki film: İz-Reç, Ölüm Listesi


11 Nisan 2012 Çarşamba sabahı Macaristan-Almanya-Fransa, 2011 yapımı Sadece Rüzgâr'ı izlemek üzere Atlas Salonu'nda yerini alan "abla", soru yanıt bölümüne katılamayacağı için film öncesi ayrıntılı açıklama yapmaya, izleyici karşısına yanında boyu dizine gelmeye küçük oğluyla çıkan yönetmen Bence Fliegauf'a kulak verir: "Yaklaşık iki sene önce Macaristan'daki Roman topluluklarına yapılan saldırılar üzerine çektik bu filmi, el kamerası kullandık, olabildiğince arka sıralardan izlemenizi öneririm, başınız dönebilir. Film sonrası bu Macarlarda sık görülen bir davranış mıdır? diye soruldu, hayır değil ama bunlar gerçekten oldu, tüm Macaristan şoke oldu. Ben yine de memnunum çünkü bu günlerde nedendir bilinmez, yönetim yine antidemokratik yolda... Bir çelişki de filmin devlet desteğiyle çekilmiş olması; gösterimlerden birinde hükumetten bazıları, salondaki sandalyelere koydukları kağıtlarla, benimle aslında aynı şeyi ama farklı biçimde söylediler. Erken saatte burada olduğunuz için teşekkür ederim, sorularınızı facebook'tan sorabilirsiniz."
Dijital filmin gösterimi için gerekli, bir gün önce denenmiş "kod", ne yazık bugün çalışmaz; 50 dakika sonra durumun ümitsizliği anlaşılır, izleyici bir başka gösterimde buluşmak üzere salonu terk eder.

Türkiye, 2011 yapımı İz-Reç: Yönetmen M. Tayfur Aydın, oyuncular Necmettin Çobanoğlu, Bilal Bulut, Melahat Bayram... Perde önüne dizilen ekibin sözcüsü, yönetmen Tayfur Aydın "Hoşgeldiniz diyeceğim şimdilik" der; film, yaşlı anasını ölümüne yakın, gömülmek istediği köyüne götüren oğul ile torunu anlatır. İki gün süren Batman yolculuğunu tamamlayamayan kadın için Diyarbakır'da iner, bir tabut yaptırırlar. Batman'da kızı köye gitmenin tehlikeleri hakkında babasını uyarsa da yolundan döndüremez. Korucuların bölgeye girmelerine izin vermediği cenaze ile yanındakiler komşu köyde konaklarlar; genel eğilim "burası da aynı toprak buraya gömelim" olur ama oğul söz vermiştir anasına. Gece, uyandırdığı oğluyla baba, at sırtına yüklediği, ardından taşımak zorunda kaldıkları tabutla karda köye yürür, annesinin acı yüklü büyük bir sırrı yıllarca gizleyen yorgun bedenini toprağa verirler. "Abla" "böyle bir hikaye ancak bu kadar güzel, doğru anlatılabilir" diye düşünürken ekip, bu kez soruları yanıtlamak üzere perde önünde yerini alır: S. "Yıllar sonra ilk kez bir sinema salonunda ağladım; teknik bir sorum olacak Hevi-Kenan'ın baştaki teatral yorumunun farkında mısınız, ya da bu bir seçim mi?" Y. "Hevi-Kenan zaten ortada bir karakter, ikili yaşam sürdürüyordu, elini nereye koyacağını bilemeyen biri olmalıydı, onu zorladım, böyle olması gerekiyordu."
Bu arada ekibini tanıtmak isteyen yönetmen öne çıkar, öykü yazarı Yavuz Ekinci'yi, tek tek oyuncuları, çok genç görüntü yönetmeni Emre Konuk'u, Selim Demirdelen'i, emeği geçenleri anar, teşekkür eder.
S. "Dili tüm doğallığıyla kullandığınız için teşekkürler, film öncesi bir çalışma yaptınız mı?" Y. "Biz İstanbul'da yaşıyor olsak da, dili konuşulduğu gibi koyduk. Batman lehçesi farklıydı, o öyle oldu, Necmettin Hoca hiç Kürtçe bilmiyordu, son 10 gün içinde öğrendi." S. "Tebrik ediyorum. Olay verilen söz üzerine gelişti, nereden esinlendiniz?" Yanıt İncir adlı öykünün yazarı Yavuz Ekinci'den gelir: "Benim yaşadıklarım değil ama çevremde buna benzer olaylar yaşayanlar çok, biz hep ölülerden konuşuruz. 1917'de, bence, ölenler kurtuldu." S. "Hevi'nin kızkardeşlerinin güzelliği ile Türk kızın güzelliği arasında uçurumlar vardı." Gülüşmeler arasında yönetmenden gelen alçakgönüllü yanıt; "Öyle düşünmüyorum, bizim kızlar da gayet güzeller" S. "Kadrajlarda Kubrick ve Angelopulos etkisi sezdim, bilinçli bir seçim mi?" Y. "Ne pahasına olursa olsun, hatta bir kaç sahnemi de attım bu yüzden, etkilenmiş kadrajlardan kurtulmaya çalıştım. Hikayeyi benimsedikçe kadrajı genişletmemiz gerekti." S. "Ritmi çok başarılı buldum, büyükannenin sırrını sona saklamak müthiş bir fikir." S. "Mirza babasının mezarında ondan özür diledi, niçin?" Y. "1915, 1938, hala da yaşanmakta olan acılar için..." S. "Çok yoğun duygular yaşadım, teyzeyi merak ediyorum, bir de koşullar çok sert, zorlamış olmalı..." Y. "Öykü elime geçince çaktırmadan aramaya başladım, 1 yıla yakın sürdü. Kürtçe konuşan bu yaşlarda oyuncu bulmak zor, sonra teyzeyi Diyarbakır'da bir eylemde gördüm, Bu! dedim... Zorluklar, hava koşulları, izinlerle ilgili sıkıntı yaşadık, yapımcımız Türker Korkmaz ekibi destekleyince rahatladık." S. "Bu kadarını beklemiyordum, teşekkürler. Hevi'deki aidiyet sorununu onun gözünden, duygusundan görmek isterdim." S. "Doğuda Kürtçe film çekmek zor mu, bu yüzden engellenmiş sahneniz oldu mu?" Y. "Çekiliyor ama içeriği çok önemli; kişiler de kurumlar da anladı, biz insanları anlatıyoruz." S. "Elinize sağlık, ideolojik bir sorum olacak; filmden Kürtlerin Ermenilerden özür dilediğini çıkardım, madalyonun öte yanını anlatan, Ermenilerin Kürtlerden özür dilediğini anlatan bir film çekecek misiniz?" Y. "Direkt Kürtler olarak algılanmamalı, daha evrensel bakmaya çalıştım, Mirza annesini bile tanıyamadı, babasının yanına gömemedi; teyzemin hikayesi, anneannemin hikayesi denildi ama film aslında kendi toprağına gömülememiş insanlara/annelere adandı."

İngiltere, 2011 yapımı Ölüm Listesi: Yönetmen Ben Wheatley, oyuncular Neil Maskell, Michael Smiley, Myanna Buring... Festivalin Gece Çılgınlığı bölümünden Ölüm Listesi, eski asker yeni kiralık katil, biri vahşete eğilimli, diğeri daha insancıl iki arkadaşı anlatır. İşverenleri, tepeleme banknotlar yanında onlara öldürülecek kişilerin listesini verirken, bu ikisi zamanla o listelerden birinde yer alabileceklerini akıllarına getirmezler. Kan, vahşet, gizli tarikat, din adamı, politikacı, gizemli güzel bir kadın hatta öldürülerek kapıya asılmış bir kedi. Klişeler yanında, akla, çok da uzak düşmeyen sonuyla film "abla"nın Eh! dediği türden.

10 Nisan 2012 Salı

31. İstanbul Film Festivali onbirinci günü "abla"nın gördüğü üç film: Süper Kahramanın Ölümü, L, Gecikme

10 Nisan 2012 Salı sabahı, Polis Bayramı kutlamalarına ek, yağmurun aksattığı trafiği yarıp Fitaş 4'e ulaşan "abla"nın ilk filmi, genç oyuncusunun katılımıyla Almanya-İrlanda, 2011 yapımı Süper Kahramanın Ölümü: Yönetmen Ian Fitzgibbon, oyuncular Andy Serkis, Thomas Brodie-Sangster, Aisling Loftus... İzleyiciyi "Geldiğiniz için teşekkür ederim" diyerek karşılayan Thomas Brodie-Sangster, film sonrası dönmek üzere giderken ekler "candan katıldığım bir proje oldu, umarım siz de severek izlersiniz." Roman uyarlaması filmin kahramanı 15 yaşındaki lise öğrencisi Donald, kanserden ölmekteyken, kendini ifade etmekte kullandığı graffiti ve çizimlerinde, -hayatını kurtardığı kızın sevişme teklifini reddedip yanmakta olan binaya koşan- bileği bükülmez bir süper kahramandır. Öleceğine inanmayan annesinin tersine duruma direnmeyen, rahatlasın diye oğluyla ot içen babasına ilâveten psikoloğu ile arkadaşları da -refah ülkelerinin en büyük sorunlarından biri gibi görünen- "ölmeden bekaretini terk etsin" fikriyle ellerinden geleni yaparlar ama Donald gider ayak âşık olmuştur. Film sonrası dönen, saçlı haliyle pek güzel Thomas Brodie-Sangster, soruları yanıtlar: "Müzikler Dublinli çok küçük bir grubun. Yönetmen senaryoyu defalarca yazarken onların müziğinden etkilendi, sormadan müziklerini filme kattı, tabi çok şaşırdılar." S."Kanserli birini oynamak zor, sonrasında nasıl toparlandınız?" Y. "Bu bir meydan okumaydı, benim için zor oldu elbette, saçlarımın, kaşlarımın kazınması yardımcı oldu, insanlar saçı olmayanlara daha şefkatle bakıyorlar." S. "Psikolog desteği aldınız mı?" Y. "Herşeyden önce karakterim Donald'ı kansersiz canlandırmaya çalıştım, sette kanserli çocuklarla çalışan bir hemşire vardı, bana duygusal açıdan destek oldu" S. "Kaç yaşındasınız? Kaç fiminiz var?" Y. 21 Yaşındayım, çocukluğumdan beri pek çok filmde, kısa metrajda rol aldığım için kaç filmim olduğunu bilmiyorum, tiyatroyla ise yolum hiç kesişmedi. Her zaman beni geliştirecek konuları seçtim." S. "Bu rolü neden, senaryodaki hangi sahnenin etkisiyle kabul ettiniz?" Y. "Aslında daha önce böyle bir rol düşünmemştim, kafası karışık bir genç... Bunu yapmam bu değişimden geçmem gerekiyordu. Aslında beni çeken, hayatı nasıl yaşamayı seçtiğiniz meselesi..."

Yunanistan, 2012 yapımı L: Yönetmen Babis Makridis, oyuncular Aris Servetalis, Makis Papadimitriou, Eleftherios Matthaios... Anlamadığı, dingin, uzuuuun çekimler yüzünden ara sıra kestirdiği, gösterim sırasında salondaki hareketliliğe bakılırsa, paylaşılan hoşnutsuzluk yüzünden nereye koyacağını bilemediği film için "abla"nın söyleyebileceği bir şey yok.

Uruguay-Meksika-Fransa, 2012 yapımı Gecikme: Yönetmen Rodrigo Plá, oyuncular Carlos Vallarino, Roxana Blanco... Yapımcısı Sandino Saravio'nun gösterim öncesi "Filmimin Uluslararası Yarışma'ya seçilmesi ve dolu salon benim için büyük mutluluk" dediği film, evde fason dikiş diken orta yaşlı üç çocuklu Maria'yı anlatır. Giderek aklı puslanmakta babasına da bakan kadın onu bir bakımevine yatırmaya yerleştirmeye niyetlenir ama geliri bunun için fazladır, yaşlı adam kabul edilmez. Kardeşinin de desteklemediği Maria bir bunalım anında babasını "buradan ayrılma, markete su almaya giyorum" diyerek uzak bir semtte bir bankta bırakır eve döner. Gecenin ilerleyen saatlerinde pişmanlıkla yollara dökülür, bin zahmet üşümüş, işemiş yaşlı adamı bulur. Kendine özgü özel bir lezzet taşıyan Güney Amerika sinemasından, "abla"nın işte sinema bu! dediği türden güzel filmin, uzun sarı saçlı neşeli genç yapımcısı Sandino Saravio soruları şöyle yanıtlar: S. "Yönetmen siz olsaydınız neyi farklı yapmak isterdiniz?" Y. "O yüzden yönetmen değilim, işini bilen yönetmenlerle çalışmayı seçiyorum. Değişiklik isteseydim de söylemezdim." S. "Müzik filmle birlikte mi, sonra mı oturtuldu?" Y. "Yönetmenle 3. filmleri, önce senaryoyu okuyup... çok fazla müzik de istenmedi zaten." S. "Jenerikten anladığım kadarıyla (babaya ithaf), yönetmenin yaşamından izler var mıydı? Bir de babayı oynayan oyuncunun geçmişini merak ediyorum, bu derece doğal oyunculuk nasıl sağlandı?" Y. "Yönetmenin eşinin öykülerinden yararlanıldı senaryo için, o da babasını terk eden bir kadınla ilgili gazete haberinden etkilenerek yazmış öyküyü. Baba emekli mimar, 82 yaşında ve bu ilk oyunculuk deneyimi."

9 Nisan 2012 Pazartesi

31. İstanbul Film Festivali onuncu gününde "abla" üç film daha görür: Benim 533 Çocuğum Var, Masumiyet, Tepedeki Ev


9 Nisan 2012 Pazartesi günü yağmurun, geleneksel festival yürüyüşünü sabote ettiği "abla", 54 E, Eminönü otobüsüne biner, Akbil'inin paslanmaya yüz tutmuş tomunu bastırır, Taksim'e doğru yola koyulur. Üç filminin üçü de, salon girişinde bilet kesen kızlarla ahbaplığı ilerlettiği Fitaş 4 salonundadır.

Kanada, 2011 yapımı Benim 533 Çocuğum Var: Yönetmen Ken Scott, oyuncular Patrick Huard, Julie Le Breton, Antoine Bertrand... Ağırlıklı seçimini yaptığı Antidepresan bölümünden, "abla"nın bayıldığı, 11:00 seansında dolu salonun kahkahalarla izlediği film, sorumsuz babalardan yılmış -elbette ekonomik açıdan güçlü, devletin desteklediği- kadınların bir klinikten edindikleri sperm aracılığıyla doğurduğu bir grup çocuğun yetişkin olunca kliniğe dava açarak babalarını bilmek istemelerini anlatır. Spermleri kaliteli bulunduğundan 533 çocuğun biyolojik babası olan ve bunların 145 tanesinin tanımak istediği, gençliğinde türlü şeyle uğraşan, kardeşleriyle çalıştığı babasının kasap dükkanında çalışır gibi yapan, borcu -ve alacaklıları- gırtlağına dayanmış David artık orta yaşlardadır; futbol oynamak dışında bir hobisi kalmamış görünür, yaşamını hamile polis kız arkadaşıyla toparlamak hayalindedir. Kimliğini gizli tutmak üzere -kendi dört çocuğunu her şeyi, saçlarını bile emen karadelik olarak niteleyen- avukat arkadaşı ile kliniğe dava açar, kazanırlar ama bu arada çocuklarından bazıları ile kendini gizleyerek tanışan, giderek sorumluluk kazanan David, sonunda doğru bir iş yapma kararıyla ortaya çıkar: Ünlü bir boğadan edindiği takma adı Starbuck'ın kendisi olduğunu açıklar. Tüm kurumlar gibi devrini tamamlamakta aile, ebeveynlik...le kıyasıya dalga geçerken aslolanın kardeşlik, -"abla"ya göre tam zamanı, Zamanların Sonu'nda, ezoterik derinlikli- birlik mesajı verir, en küçük kardeşlerinin doğduğu hastanede, ortasında David'in olduğu, büyük baba ve amcalarına, birbirlerine sarılarak oluşturdukları kardeşler yumağı ile izleyiciye gözyaşı döktürürler. "Abla"nın muhteşem! dediği filmlerden...

Çek Cumhuriyeti, 2011 yapımı Masumiyet: Yönetmen Jan Hrebejk, oyuncular Ondrej Vetchy, Ana Geislerova, Ludek Munzar... Reşit olmasına bir kaç ay kalmış genç kız, kırık bacağını onaran doktoruna, baba eksikliğini giderme ihtiyacından kaynaklanan bir aşkla tutulur, ona mektuplar yazar, erotik mesajlar atar. Aralarında doktorun, eski karısını hamile bırakıp elinden aldığı bir uzmanın da bulunduğu polisin incelemeye aldığı durumun kanıt eksikliği ile kızın duygusal açıdan hasarlı yapısından kaynaklandığının ortaya çıkması ailenin, kayın baba dahil tümü doktorlardan oluşan fertlerine bir soluk aldırırsa da, masumiyet sanıldığı kadar sıradan değildir. Karısının kız kardeşi, yetişirken yaşadığı duygusal ketlenmeyle doktor olamamıştır, hastalığında, kendisini her gün aşağılayan babasına bakmak zorundadır; kendi yaklaşımıyla -hastanede palyaçoluk yaparak, babasına bakarak- kefaret ödemektedir. Ketlenmenin nedeni ise, reşit değilken kendisi ile ilişkiye girip bunu 15 yıl sürdüren eniştesidir.
"Abla" için işin ilginç yanı, -kediler beslediği sıralar çok ısırdığı için köpek adı verdiği Çomar'ın, içinde ne olduğu belli olmayan mamalarla beslenmesine bağladığı erken ergenliği/kızışması ile paralellik kurduğu durum;- kızların bunu büyük bir aşk olarak algılayıp gönül rızasıyla uzun yıllar sürdürmeleri.

Japonya, 2011 yapımı Tepedeki Ev: Yönetmen Goro Miyazaki, seslendirenler Masami Nagasawa, Junichi Okada, Keiko Takeshita... Laser altyazılı film, 1963 yılı Yokohama'sından bir öz yaşam öyküsü anlatır. Savaşta ölen babasına hasret, evin önündeki direğe her gün flamalar çekerek annesi Amerika'dan dönene dek evi çekip çeviren Umi, okulda eski bir binanın yıkılmasını önlemek için temizlenmesine ön ayak olur, o arada da izleyicinin kıkırdamasına yol açan kan bağı olasılığı taşıyan bir aşk gelişir. İyidir, güzeldir de "abla", önceki festivallerde izlediği, geniş hayal gücünün perdeye büyük ihtişamla yansıdığı Miyazaki filmlerini daha sever.

8 Nisan 2012 Pazar

Yarılanan 31. İstanbul Film Festivali'nde hafta sonu "abla" üç film görür: Olduğun Gibi Gel, Albert Nobbs, Can


Belçika, 2011 yapımı Olduğun Gibi Gel: Yönetmen Geoffrey Enthoven, oyuncular Robrecht Vanden Thoren, Gilles de Schryver, Tom Audenaert... Ana fikrini, bedensel özürlü bir adamın İspanya'ya yaptığı yolculuktan alan filmin, biri giderek büyüyen kanser tümörü yüzünden ölmek üzere, diğeri körlüğe yakın görme özürlü, üçüncüsü ise boynundan aşağısı tutmayan üç genç adamın bekâretlerini terk etmek üzere, -ailelerini ikna edemeyince- evlerinden kaçarak başlattıkları yolculuğu anlatır. Minibüsü, kıskançlıkla kocasını yaralayıp hapse düşen şartlı tahliyeyle salıverilmiş, üçlünün başlangıçta "mamut" dediği gürbüz hemşire Claude kullanır. Uzlaştıklarında açık havada kamp yapar, bağ, şarapevi ziyaret ederler. Ulaştıklarında -özürlüler üzerinde de- işinin ustası kadınların uzmanlığıyla hedeflerine ulaşırlar. "Abla"nın gözlemine göre festival boyunca giderek yükselen "hayatla dalga geçme" fikri bu filmle -kendi- özürleriyle dalga geçmeye dek varmıştır.

İrlanda, 2011 yapımı Albert Nobbs: Yönetmen Rodrigo García, oyuncular Glenn Close, Mia Wasikowska, Aaron Johnson, Brendan Gleeson... Basindaki logoya bakip filmin satin alinmis olabilecegine hükmeden "abla"', 19. yüzyilda Irlanda'da bir basina kadin olarak yasamanin imkansizligini asmak üzere hayata erkek kiliginda dahil olan, artik adini dahi hatirlamayan bir kadinin trajikomik oyküsünü anlatan filmi hararetle onerir.

http://www.canfilmi.com adresindeki sayfada Sundance logosu altinda "Can Filmi Dünyanin en büyük bagimsiz film festivali olan "Sundance Film Festivali"nde dramatik dalda Dünya Sinemasi Jüri Ozel Odulu'ne layik gorüldü." sozleriyle tanitilan Türkiye, 2011 yapimi Can: Yonetmen Rasit Çelikezer, oyuncular Selen Uçer, Serdar Orçin, Yusuf Berkan Demirbag... Tipik bir üçüncü sayfa haberinden esinlenilmise benzeyen konusu, basarili kurgusuyla gerilimi hic düsmeyen bu ozel film 11 Mayis'ta vizyonda. Film sonrasi oyunculari ile perde onüne sorulari yanitlamaya gelen yonetmen, ilk sorudaki "Filmin adi Cemal olmaliydi, kamera daha çok Ayse ile Cemal'i izledi..." yaklasimina ofkelenerek soru seklini begenmedigini belirtir. Ikinci izleyici "Ben tesekkür ediyorum, bu kadar güzel bir oyküyü bu kadar güzel anlattiginiz için" der', "Can'in umudu temsil edisi, Hansel ile Gretel'i animsatir isaretler koyarak gezmesi..." Filmin kahramaniyla akran cocugu oldugunu, onu ve arkadaslarini gozledigini belirten yonetmen, Cemal'in oglunu sevdigi halde neden gittigini anlayamadigini soyleyen bir diger izleyiciyi, Serdar Orçin'le birlikte "Bu erkegin yapisinda, tamamlayamadigi seyi birakip gider" diye yanitlarlar.

6 Nisan 2012 Cuma

31. İstanbul Film Festivali yedinci gününde "abla" üç film daha görür: Büyükelçi, İyiniyetler, Bengal'de Bir Dedektif


6 Nisan 2012 Cuma günü "abla"nın gördüğü üç filmin ikisi NTV Belgeselleri Kuşağı'ndan; üçüncüsü ise belgesel tadında bir otobiyografi:

Danimarka, 2011 yapımı Büyükelçi: Yönetmen ve oyuncu Mads Brügger. 2012 Robert Festival (Danimarka) En İyi Belgesel ödüllü filmin kahramanı Mads Brügger, web adreslerini verdiği iki ajanstan birinde karar kılar, parayı bastırır; Liberya’yı temsil etmek üzere gittiği Orta Afrika Cumhuriyeti'nde görünüşteki amacı bir kibrit fabrikası kurmak -ki bunun için Hindistan'dan bir uzman getirtir, iş vaad ettiği pigmelere seminerler verdirir-, asıl amacı ise elmas madenlerine yakın olmaktır. Çantasında 10 milyon ile rahatça seyahat edebilecek bir diplomat olabilmek için kendisine gerekli belgeler gecikerek Kara Afrika'nın ortasında daha pembe beyaz, sarışın Mads'i sıkıntıya soksa da o "diplomaside masada değilsen mönüdesindir" dediği tuhaf zaman ve zeminde elinden geleni yapar, hatta oraya buraya bol keseden dağıttığı mutluluk zarflarını bile "sadece yoz diplomatlar üzerinde para bulundurur" diyerek tercümanına taşıtır. Görüşmeleri gizli kamera ile kaydedilmiş doğru bağlantılar kurmaya gayret ederse de coğrafya, bir kaç gün önce görüşüldüğünde, Avrupalının yamyam diye tanıdığı "Bokassa yaşasaydı Orta Afrika Cumhuriyeti, Afrika'nın İsviçresi olurdu" diyen polis müdürünün pat! diye suikaste kurban gittiği, sürekli güncellenesi listeler gerektirir. Sömürgeci elbette, özgürlüğünü elde etti diye muhteşem zenginlik barındıran toprakları kendi haline bırakacak değildir. Başından sonuna dek geniş bir tebessümle izlediği belgeseli "abla" içtenlikle önerir.

İngiltere-Hindistan-ABD, 2011 yapımı Bengal'de Bir Dedektif: Yönetmen Phil Cox. Cinayetlerin %70'inin faili bulunamadan rafa kaldırılan Hindistan Kalküta'da 15 yıldır, kurduğu Always Dedektiflik Bürosu'ndaki grubuyla marka koruma, evlilik öncesi-sonrası hizmetler verirken üç gencin öldürülmesi işini alan Rajesh, dansa, şeker hastalığı yüzünden ölmekte karısına, oğluna düşkün bir adamdır. Çok eğlenceli, izlenesi belgesel, stres atmak için dans yarışmasına katılan grubun gece baskınlarını, 4 yıla uzayabilecek hantal polis araştırması yüzünden tıkanıp kalan cinayeti, eşinin dürüstlüğünden yakınan bir kadını, sahte şampuan sattığı için hapse düşen adamı konu eder.

Romanya, 2011 yapımı İyiniyetler: Yönetmen Adrian Sitaru, oyuncular Bogdan Dumitrache, Nataşa Raab, Marian Râlea... Genç Ustalar Bölümü'nden ödüllü filminin gösteriminden önce Adrian Sitaru, bu saatte oldukça dolu salon için teşekkür eder. Annesinin inme geçirdiği haberi üzerine Bükreş'ten apar topar memleketine dönen Alex'i, ona odaklanmış kamerayla izleyen film, bu rahatsızlık çevresinde ailesinin, annenin iş arkadaşı öğretmenlerin, hastanedekilerin, eş dostun beyan ettiği fikirlerle gelişir.

Film sonrası yeniden izleyici karşısına çıkan genç yönetmen soruları yanıtlar:
Soru: "Teknik bir sorum olacak; kamera neden sürekli Alex'i izledi?" Yanıt: "Otobiyografik öykü bu, ben bunu yaşadım, senaryoyu da böyle yazdım."
S. "Hastanedeki tavşan maskeli figürün anlamı nedir?" Y. "Bunu neşeli olsun diye koydum, metafor kullanmayı sevmiyorum, gerçekte orada böyle bir kadın vardı, Romanya'da hastanelerde böyle bir uygulama var. Alex'in maskeli birine güven duyması, aynı benim Cluj'daki, orada olmayan arkadaşıma güvenmem gibiydi."
S. "Sağlıkla ilgili hepimizin bildiği hikayeler; neden pembe pijama?" Y. "Bunu benim paranoyamın bir yansıması olarak düşünmek gerekir. Ben annemin, benimle bir daha sohbet edemeyeceğini düşünerek çok üzüldüm, herşeyi çok inceledim. Aynı pijamadan çok kişide olduğunu görünce..."
S. "Biz de tanıdık doktor peşinde koşarız. Romanya'da küçük yerlerde tanıdıklar sayesinde hastalar daha iyi muamele mi görüyor?" Y."Bu benim de yaşadığım bir ikilem, güvensizlikten değil, ne olacağını bilemeyip daha iyisinin bulunabileceğini düşünmekten, hangisinin daha iyi olduğunu bilememekten kaynaklanan..."

5 Nisan 2012 Perşembe

31. İstanbul Film Festivali altıncı gününde "abla"nın gördüğü üç film: Nefes, Gökyüzünde Bir Ayna, Yukarıdaki Çocuk


5 Nisan 2012 Perşembe günü "abla"nın gördüğü üç filmden ikisi çocuk anneler üzerinedir:

Avusturya, 2011 yapımı Nefes: Yönetmen Karl Markovics, oyuncular Thomas Schubert, Karin Lischka, Gerhard Liebmann... Çok uykusu varken ağlaması kesilmeyen bebeğinin yüzüne yastık kapatan, çok bastırmadığı halde sesi kesildiğinde sun'i solunumla hayata döndüren anne, yıllar sonra, bakımevinde büyümüş, nefesini tıkayan bir akranının ölümüne neden olunca islahevine kapatılmış oğlu kendisini bulduğunda, oğlanın nefesle ilgili sorunlarının anlam kazandığı açıklamayı yapar, "seni" der, "bakımevine bırakmam en doğru karardı."

Fransa-İsviçre, 2011 yapımı Yukarıdaki Çocuk: Yönetmen Ursula Meier, oyuncular Léa Seydoux, Kacey Mottet Klein, Martin Compston... Bir kayak merkezi eteklerinde, hiç istemediği halde ailesini delirtmek için doğurduğu 12 yaşındaki oğluyla yaşayan genç kadın, oğlanın ablası gibi davranır. Dağda ufak tefek hırsızlıkla evin geçimini sağlayan, annesinin yanına uzanabilmek için para ödeyen oğlan, bir çıkış arayışı içindeki kadının tanıştığı kişilere onun kardeşi değil oğlu olduğunu söyleyip kaçışını engellemekten geri durmaz. Şefkat arayışı içinde dağda, bir anne ile çocuklarına katılır, hırsızlıkları yakalandıkça dayaklar yer... Kar sezonu sonunda evi terk edip yanlarına gittiğinde toparlanmakta olan çalışanlar arasında iş arayan oğlan ciddiye alınmaz; boş binalar arasında eriyen karın kıraç bıraktığı yamaçta iki bavulu arasında ağlayarak geçirdiği gece sonunda teleferikle kasabaya dönerken yaklaşmakta olan diğer kabinde kendisini aramaya gelen annesinin endişeli yüzünü görmekten mutluluk duyar.

Yaşamda olduğu gibi sinemada da, yıllar boyu, ne olursa olsun her hamileliğin ille bir doğumla sonuçlanması gerektiği fikri yerine, refah toplumlarında devletin desteğine karşın çocuk annelerin yetiştir(eme)diği çocukların büyümekte ne denli zorlandığının ortaya konduğu, çok yönlü sonuçlarının gözler önüne serildiği filmler yapılmasını sağlayan bilincin, ne zaman bir üst "level"a atladığını kestiremese de "abla" gelişmeden son derece memnun.

İspanya, 2011 yapımı Gökyüzünde Bir Ayna: Yönetmen Iciar Bollain, oyuncular Veronica Echegui, Sumyata Battarai, Norbu Tsering Gurung... Kızlardan biri, sorulduğunda adının Jama'nın taşıyıcısı olduğunu söyler, oğlan kardeşi doğduğunda Bimala olan adı unutulmuştur. Bir başka kızın çalışmaya yollandığı yer, genelevdir. Konumunu yitirmek istemeyen yardımcı öğretmen, kız olduğunu öğrendiği 4 aylık bebeğinden kurtulmaya çalışırken hayatını yitirir. Böyle bir ortamda, Katmandu'da anlaşmalı bir evlilik yapıp cehalet ve yoksulluk içinde büyüyen çocuklar için bir şans yaratmaya çalışan Katalan öğretmen Laia'nın yapmaktan en çok mutluluk duyduğu iş, -ezoterik anlamıyla yaşamının, bu enkarnasyonun amacı-, öğretmenlik sırasında yaşadıklarını hikaye eden laser alt yazısı döşeli güzelim film, 30. İstanbul Film Festivali'nin "abla"ya göre en iyi filmi Yağmuru Bile'nin yönetmeninden, ne yapıp edip görülesi mistik bir mesaj.

4 Nisan 2012 Çarşamba

31. İstanbul Film Festivali beşinci gününde "abla"nın üç film daha görür: Büyük Derbi, Gönül Laf Dinlemez, Sade Bir Hayat


4 Nisan 2012 Çarşamba, "abla"nın ilk filmi Danimarka, 2011 yapımı Büyük Derbi: Yönetmen Ole Christian Madsen, oyuncular Anders W. Berthelsen, Paprika Steen, Jamie Morton... Futbol menajeri anneleri bir futbolcuya âşık olup onunla Arjantin'e gitmiş Danimarkalı baba oğul, bir yıl sonra onu görmeye Buenos Aires'e giderler. Kadının, evlenmeye niyetlendiği futbolcuyu pazarlama görüşmeleri, boşanma kağıtlarının imzası sırasındaki (rahip günah çıkarmak için hazır beklerken, -zinanın kabulü işi kolaylaştıracaktır ama- futbolcu ben inançlı bir Katolik'im, annem, ailem ne der diyerek imzalamayı reddeder) patırtıya karışır. 16 yaşındaki oğlan, -"abla" grubunun da Arjantin gezisi sırasında ziyaret ettikleri çok farklı- Recoleta Mezarlığı'nda turist rehberi genç kıza âşık olur, peşine düşer, Kierkegaard'dan sonra Danimarka'dan pornodan başka bir şey çıkmadı diyen babasından dayak yer. Evin kâhyası -eski tango yıldızı- kadın, aklı halâ karısındaki adamı kendi usulleriyle teselli eder. Festivalin başından beri, -neredeyse genel bir eğilim olarak gözlediği- değer yargıları ile dalga geçen filmlerden birinde daha çok eğlenen "abla"nın dileği, filmin satın alınmış, gösterime girecek olması...

Meksika-İspanya, 2011 yapımı Gönül Laf Dinlemez: Yönetmen Arturo Ripstein, oyuncular Arcelia Ramírez, Vladimir Cruz, Plutarco Haza... 1996 yapımı Deep Crimson'ından çok etkilendiğinde adını, aklının köşesine yazdığı yönetmen Arturo Ripstein'ı izlemeye alan, -Festivalin açılış filmi Aşkın Karanlık Yüzü'nü hiç beğenmemiş- "abla"ya ilaç gibi gelip, "hah!" dedirten Gönül Laf Dinlemez, aşkın tutku, takıntı, saplantı... formatındaki karanlık yüzünün siyah beyaz filmde güzelim anlatılışını beğeniyle izler. Kocasının aşkla sevdiği, ergenlik çağında bir de kızı olan kadın, teras katında yaşayan müzisyene âşıktır. Ona, ilgisi karşılığında aldığı pahalı hediyeler sonunda eve, -yatağı da alalım bu çok canlarını yakıyor diyen- haciz memurlarının gelmesine neden olur. Kızını annesine emanet ettikten sonra bir kutu fare zehiri içer, kimyager koca yapılacak bir şey olmadığını anladığında müzisyeni çağırır, kadını birlikte uğurlarlar. Gerçekçi diyaloglar -ki "abla"ya kalırsa işin yarısıdır-, karanlık mekân, kadının haciz sırasında dehşet içinde işemesinden sonraki sahnede yerdeki bez türünden ince detay filmi inandırıcı kılan öğeler.

Hong Kong-Çin, 2011 yapımı Sade Bir Hayat: Yönetmen Ann Hui, oyuncular Andy Lau, Deanie Ip, Wang Fuli... Japon işgali sırasında yanına verildiği varsıl aileye 60 yıl boyunca hizmet edip evin çocuklarını büyüten Ah Tao, artık 30'lu yaşlarındaki Roger'in yanındayken felç geçirir. Ölümüne dek bir bakımevinde kalmayı seçen kadın, emeğinin karşılığını sevgiyle ödeyen Roger tarafından son gününe dek kollanır. Gerçek yaşamdan, en gerçekçi biçimde anlatılan öykü "abla"ya göre, iyi sinema için pek güzel bir örnektir.

Gösterim sonunda soruları yanıtlamak üzere sahneye gelen ödüllü yönetmen Ann Hui, yapımcı Roger'ın senaryoya ne kadar katkısı olduğu sorusunu, "Hikayenin %80'i ona ait, senaryoyu 20-30 sayfa tutan notlarından derledik" diye yanıtlar.
"Neden bir vefa hikayesi seçtiğinizi merak ediyorum" diyen izleyici yönetmenden, "Günümüzde böyle hikayeler kalmadı, Roger şimdi 60 yaşında ve o hikayesini anlatabildi. Benim kuşağımdakilerin çoğunun hizmetçisi vardı, bu eşitsizlik olmasaydı nasıl olurdu bilmiyorum" yanıtı alır.
Anlatılanların gerçeğe ne kadar yakın olduğu sorusu ise "Zamansal açıdan biraz sıkıştırdık ama neredeyse tümüyle gerçek" diye yanıtlanır.
"Roger, hizmetçi yerine anne ya da babası olsaydı sözkonusu olan, ilacı azaltmayı kabul eder miydi?" bilmek isteyen izleyiciye "Aile ile açık açık konuşmadık bu konuyu ama, aramızda çok tartıştık; Ah Tao'nun bilinci yerinde değildi, Roger da işe dönmek zorunda olduğundan... Ah Tao'nun hastalığı uzun ve acılı bir süreçti, çok gerçekçi anlatımın gişede başarısızlığa neden olduğunu deneyimlediğimiz için, öyküyü olabildiğince izleyicinin kabul edebileceği düzeye çektik."
"Abla" ile küçük kız kardeşinin de pek sevdiği, Yeşil Papayanın Kokusu filmini unutamadığını söyleyen izleyici, yemeklerin filmdeki önemli rolünden söz eder, yönetmene bir yemek kitabı yazmayı düşünüp düşünmediğini sorar, yönetmenin yanıtı kısa olur "Yemeği tercih ediyorum"
Daha önce -Mahsun Kırmızıgül filmi- Beyaz Melek'le paralellik kuran bir diğer izleyiciye de yanıt olarak, "abla"nın da hislerine tercüman olan izleyici "Kıyas kabul etmez," der, "filminiz minimalist ve gerçekçi olmuş; annenin katı tavrı, radikal yaklaşımı yönetmenin seçimi mi?" Yanıt; "Ah Tao'yu galaya götürmek Roger'in hayaliydi, vicdani bir yanı var."