25 Aralık 2018 Salı

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 62 (İçindeki Burhan Altıntop ile Yüzleşmek)

 
2004’te yayına başlayan çok beğendiği TV dizisi Avrupa Yakası’nın 140’lı bölümlerine geldiğinde “abla”, halâ, en fazla Engin Günaydın’ın canlandırdığı Burhan Altıntop karakterine tepki duyduğunu fark eder:
Yüzsüz, açgözlü, saygısız, saldırgan, haddini bilmez… Pek çok olumsuz karakter özelliği arasında “abla”yı en fazla rahatsız eden, haddini bilmez’lik:
Sınırları, alanı üzerinde epey mesai yapmış “abla” haddini bilir; o kadar ki, bildiği belirlediği sınırlar sonunda kendisini, içinde sonsuzca özgür, hatta mutlu olduğu bir eve kapatır: Üst üste birkaç gün, yazar, minikartlarına boncuk dizer, okur, örer, müzik dinler… Sonra bunalır, arada sevinçle karşıladığı torun nöbeti çıkmazsa, “insanlarla bir arada olmam gerek” ihtiyacıyla sinemaya, alışverişe, en sevdiği Tahtakale’ye gider, arkadaşlarıyla buluştuğu da olur. Sonra yalnızlığı özler yine birkaç gün eve kapanır.
Fiziksel sınırları bu gibi görünse de “abla”, son zamanda Nesin Vakfı’na yaptığı gibi, yardım amaçlı minikart üretip, yazılarıyla da ihtiyacı olduğunu düşündüğü / sandığı insanlara ulaşmaya çalışır.
Asıl niyeti, elinden gelenin en iyisini yaptığı duygusuyla ürettiklerinin kendisini mutlu ettiği bu tek kişilik hapishanenin, özgürlüğünü yitirme korkusunun sağlamlaştırdığı metafiziksel sınırları dışına çıkmak, çıkabilmek. Kapının açık olduğunu bilmesi yetmez, buna razı gelmesi, hayatında değişikliklere, yeni insanlara izin vermesi gerekir.
Açıklanması imkânsız, yüksek özgüveniyle Burhan Altıntop’un ise hiç sınırı yok; yalakalık kısa gelmişse, “ağzını yüzünü dağıdurum bak!” tehdidiyle yol alır. Enkarnasyonları boyunca, her birimiz gibi, defalarca Burhan Altıntop olmayı deneyimlediği kesin “abla”nın yol alıp, duvarlarını kendisinin ördüğü duygusal hapishanesinden çıkabilmesi için, görünen o ki, içinde gizlenmiş Burhan Altıntop’la yüzleşmesi, hoş görmesi, sevmesi gerekli, kim bilir?

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 61 (Roma ve Ölü Doğan Bebeğe Veda)

 
Kız kardeşinin demesine göre festivale yetişemeyen, Alfonso Cuaron’un yönettiği 2 saat 15 dakikalık siyah beyaz Roma’yı, kızı ve damadıyla Netflix’ten izleyen “abla” çok etkilenir. ‘70’li yıllarda Meksika’da, bir doktor dört çocuklu ailesini terk eder; karısı kendi trajedisiyle başa çıkmaya çalışırken, hizmetçilerden, yerli Cleo, iktidar tarafından sokak dövüşlerinde kullanılmak üzere gladyatör gibi yönlendirilip eğitilmeye özendirilen sevgilisinden hamile kalır ama baba, çocuğu da kadını da reddeder.
Evin, geniş toprak sahibi bir ailenin üyesi görünse de ekonomik açıdan zorlanan sahibesi ile annesinin desteğinde hamileliği sürerken Cleo, anneanne ile beşik alışverişine gittikleri sıra patlayan sokak olayları sırasında bebeğinin babasının cinayet işlediğine tanık olur, yaşadığı şokla doğum başlar. Yollar olaylar yüzünden tıkalıdır, Cleo hastaneye zamanında yetiştirilemez, bebeği ölür doğar.
Sarılıp göğsüne konan minik kız ile annenin vedalaşması, gidişine rıza göstermesi, izin vermesi beklenir. Bunun öneminin farkında “abla”, ülkesi doğumevlerinde benzer bir uygulama olup olmadığını düşünür.
Yaşamını depresyonda sürdürürken Cleo’nun, asıl travmasıyla yüzleşip dile getirerek normale dönebilmesi için ailenin deniz kıyısına bir yolculuk yapması gerekir.
Doğru anlatılmış filmin, Cleo’nun akşam saatlerinde yürüdüğü cadde çekiminde olduğu gibi şahane uzun planları da muhteşem güzellikte!

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 60 (Taşkonak ve Kendini Sevmenin Bir Yolu )

 
Küçük ekranda bir kadın, toplanmış yatağı üzerindeki tıklım tıkış sırt çantasını yuvarlayıp bastırarak yerleştirmeye çalışır. Bir yandan kulağa belli belirsiz, “…çok şükür”, “...güzel” sözcüklerinin çalındığı, kendi kendine konuşmasını sürdürürken gömleğinin arkasını çekiştirir başucundaki komodine yönelir.
Kamera “abla”yı yavaşça kayarak terk eder; bir gün önce, Göbeklitepe’de meditasyon için geldikleri Urfa’da uçağı kaçırıp, “abla”nın konaklamayı çok istediği Taşkonak’ta geceledikleri odalarının camlı dolap nişlerini, tavandaki kalem işini, biri banyo olarak düzenlenmiş iki odacığın ahşap oymalı kapılarını tarayarak oda kapısından çıkar. Sabahın serin karanlığında yöneldiği merdivenlerin dibinde, sokak kapısına bitişik duvarlardan birinde, turistik sıra gecelerinde hanımların giyip fotoğraf çektirebileceği üç uzun kadife giysi asılı, ortası havuzlu taş iç avlunun bir köşesinde delikanlı Kusay’ın özene bezene hazırladığı kahvaltı sofrasına odaklanır.
Kamera baktığını -her durumda- kaçınılmaz biçimde değiştirdiğinden, oda arkadaşının habersiz yaptığı bu çekim, “abla”nın “kendimi uzaktan izleyebilseydim…” yeniyetme hayalinin gerçekleşmesidir. Becerikli cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla kayıt yapabilme olanağı ölçüsüz arttığından, “abla”nın haberli çekimlerdeki beden dilini gözleyip habersiz olanla kıyaslaması kolay: Değişik gruplar içindeki kayıtlar, şirin görünme çabası olarak yorumladığı, sevgi ihtiyacını belirttiğini düşündüğü, çok hafif de olsa bir beden dalgalanması yansıtmakta…
Ölümünden yıllar sonra, annesinin kendisini sevmediği fikrine ulaşan, son zamanda katıldığı bir Aile Dizimi seansında da dört buçuk yaş civarı tacize uğramış olabileceği bulgusuyla katmerlendiğini düşündüğü “değersizlik”, “kendini sevmeme” hali ile altmış yıllık ömrünün yaklaşık yarısı boyunca uğraşmakta “abla” için bu küçük kayıt önemli.
Kendisini en doğal halinde, bir başkasını izler gibi izlemesi önemli: Uyku sersemi, alacakaranlıkta, sabah uçağına yetişmek için hazırlanırken, alışverişlerle alabileceğinden fazlasını yüklediği çantasını şekle sokmaya çalışan, yol heyecanının hafif de olsa yokladığı; derli toplu olma, görünme zorunluluğuyla büyütüldüğünden gömleğinin eteğini çekeleyip her daim düzgün görünme çabasında bir kadıncık; komodine kim bilir kaçıncı kez göz atarken “aman bir şey unutmayayım” derdinde, milyarlarca benzeri gibi, artıları eksileriyle Tanrı’nın eşsiz bir parçası, kendini, yaşam deneyimi ile ifade eden, “abla”nın demesiyle “kendi tarikatının biricik şeyhi ve müridi” diğerleri gibi bir insancık.
Bu bakış açısıyla, kayıtta bir başkası olsa, hiç şüphesiz onu da derinden sevebilecek “abla”, tekâmül ile ilgili “Peki nasıl yapacağız?” diye soran damadına verdiği “Kendimizi severek; ama önce, kendi hakkımızda iyi düşünerek…” yanıtını hatırlar; “Sana tamamen senin gibi birini tanıştırsalar, önyargılardan uzak, sen onu sevmez miydin? İşte öyle…”
Kendisine çok benzeyen kendisiyle tanışması, kendini sevmenin bir yolu olması dolayısıyla bu küçük çekim önemli.
“Abla” oda arkadaşı Özge’ye yarattığı bu fırsat için içtenlikle teşekkür eder.

8 Aralık 2018 Cumartesi

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 59 (HBT, Black Mirror ve Umut)

 
8 Aralık 2018 tarihli HBT (Herkese Bilim Teknoloji), Digital Kültür ve Yapay Zekâ Konferansı-8’e katılan “abla”, Prof. Dr. Cem Say ile HBT yazarı Tanol Türkoğlu’nun, 2011’de başlayıp 2016’da Netflix tarafından satın alınan bilimkurgu dizisi Black Mirror’ın geleceğe etkileri hakkında söylediklerini dinler:
CS, 2. Sezon 1.bölümden örnekle, eşini kaybeden bir kadının, sosyal medya yazışmalarıyla bıraktığı izin yüklendiği, kocasına benzer robotu satın almasını anlatır. “Ortaya birçok sorun çıkıyor elbet” der, “Günümüzde Rusya’da bir kadın şirketiyle, Amerika’da da babası ölmekte bir adam bu teknolojiyi kullanarak ölümsüzlüğe yatırım yapmakta.”
TT ekler; “MIT’de bir çalışma var, ölüm sonrasında kullanılmak üzere sosyal medya birikimini kullanan yazılım üstüne; tabii 20-30 yıllık veri gerekmekte. Bu şekilde mesela, bir avukata ihtiyacınız olduğunda onun bilgisi size yüklenecek, Matrix’teki helikopter kullanma bilgisinin aktarılması gibi; acemi bir delikanlının romantik bir şairin tavrını sergileyebilmesi mümkün olacak.”
“Bir simülasyonda mı yaşıyoruz? Douglas Adams’ın Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabında sorgulandığında bilgisayarlar ‘42’ yanıtı verir, ardından 42’nin ne olabileceği araştırmasına girişilir... İnsan, üst insan ırkına ulaşamaz, bununla ilgili simülasyon kuramaz, biz bir simülasyondayız, simülasyonun simülasyonu…”
 
CS: “Çin’de hükûmetin yürüttüğü bir kredi sistemi var; dizinin bir bölümü bunu işlemekte ama kredi notunu insanlar vermekte, şu andaki altyapımızla rahatça hayata getirebileceğimiz bir durum.”
TT: “Teknolojik olarak mümkün, kredi kartı kullanımını izleyerek… Kişilerin, karşılaşmalarda olumlu elektrik almadıysa puanını düşürerek… Yere tükürülmesin istiyoruz ama 7/24 izlenmek bizi daha ahlâklı yapar mı? Dizide bir bölümde, internette her gün bir anket yapılıyor, herkes herkesi puanlıyor; toplumun yargı gücünü eline alması, mahalle baskısı dediğimiz, kadının cezalandırıldığı Zorba filminde olduğu gibi…”
 
CS: “Beni oluşturan Uzay Yolu iyimserdi, insanoğlunun kaynakları akıllıca kullanmayı başarabileceği düşüncesindeydi… Bir yerde yatıyor olsaydınız, burada olmak kopyalarınıza yaşatılıyor olsaydı? Mükemmel simülasyonu anlamamız mümkün değil.”
TT: “Belki yaşamımız böyle bir şey, dini inançları da katarsak? Dizide bir başka bölümde, hafızada saklı kayıtları izleyebilen bir aygıt var, sigortacıların sevebileceği; pizza arabası bir adama çarpıyor… Kimse tanık değilse hatamızın cezasını ödemeli miyiz, iyi insan olma seçilmeli mi, dayatılmalı mı?.. Kişi anılarını sonra da izleyebiliyor, unutmak çok da kötü değil, mi?..”
 
CS: “Sosyal medyanın insanlığa zararının yararından fazla olduğunu düşünenlere katılıyorum. Trump’ın seçilmesinde olduğu gibi… İnsan böyle aşırı bağlanmışlığa hazır değil. Söylediğin silinmiyor, istenmeyen bir ölümsüzlük yaratıyor.”
TT: “Sosyal medya içinde doğmuş olanlar hazmediyor, biz pek değil. Ben iyimserim, bizi olumsuz yönde etkileyen, kötü kullananlar, bizim kuşağımız. Mucidi kazanç, iktidar peşinde. Gençler böyle düşünmüyorlar, inşallah bize benzemezler.”
CS: “Teknolojiyi bilmek gerekiyor, yoksa o bizi kullanıyor.”
 
Soru cevap kısmında bir genç, “Dünyanın bittiğini, simülasyonun şart olduğunu” söyler. 23 yaşında bir başkasının “Her eylemimizin izleniyor olması kötü, yeni bir tavır gerekmiyor mu?” sorusu CS tarafından “Atina’da sınırlı bir bölgede birbirlerinin verilerini kullanan böyle bir grup var, sen de kötüye teslim olmayıp böyle bir yazılım geliştirebilirsin” diye yanıtlanır.
“Yapay zekâ Dünya dışından etkilenebilir mi?” sorusu, CS tarafından “Bilim her şeyin bu Dünya’da olup bittiğine inanıyor.” yanıtı alır.
“İstihbarat teşkilatlarında bunun uygulamalarına örnek?” isteyen dinleyici, “İnternet başlangıçta Amerikan askeri projesidir, Echelon sayesinde tüm telefonlar dinlenebiliyor. Üretici her zaman denetler, bağımsızlık iddiasında olan kendi yapmak zorunda…”
 
İlk sezonlarını beğeniyle izlediği ve 28 Aralık’ta 5. Sezonla yeniden başlayacak olmasına sevindiği Black Mirror bilimkurgu dizisi üzerine yapılan, genelde karamsar konuşmalar, Prof. Dr. Cem Say’ın “abla”nın bayıldığı şu cümlesiyle sonuçlanır: “…Umut bazı durumlarda elimizdeki tek şey ama umutsuz olmaz. Bu yıl yine bir sürü çocuk doğuyor, belki bizi onlar kurtaracak.”
 

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 58 (Hayalet ve Ben, Robot)

 
Bayıldığı polisiye yazarı Jo Nesbo yazarken okumaya yetişemeyen “abla”, meraklısına dedektif Harry Hole’un maceralarını, öyküsü geride anlamlı bir akış içinde olduğundan, yayın sırasına göre okumayı önerir: Doğan Kitap yayını Hayalet, bütün iyi polisiyeler gibi iyi edebiyattır. Yazarının yalnızca ustalığına değil, derinliğine örnek, “abla”nın hayranlık duyduğu bir gözlem, saptama; sayfa 111’den:
“…Harry ‘Ama belki de bu yüzden fotoğraf çekeriz’ diye devam etti. ‘Yanlış bir iddiayı, mutlu olduğumuz iddiasını destekleyecek sahte kanıtlar olsun diye. Hayatımızın tek bir döneminde bile mutlu olmadığımızı düşünmek dayanılmaz olduğundan. Yetişkinler çocuklara fotoğraf çekilirken gülümsemelerini emrederek onları da yalana bulaştırır; böylece gülümser, mutlu rolü yaparız. Ama Oleg içinden gelmediği sürece asla gülümseyemiyordu, yalan söyleyemiyordu, o yeteneğe sahip değildi’…”.
 
Polisiye okurken aralara özenle bilimkurgu serpiştiren “abla”, klasiklere rastladıkça sevinir: Isaac Asimov’dan robot hikâyeleri; İthaki Yayıncılık’tan Ben, Robot. Başlangıcındaki, bugüne göre hantal robot teknolojisinin yazarı ağırlaştırması ne kelime! Eşsiz, engin hayal gücünün, yaratıcılığının ürünü kitap, giderek insanî özellikler kazandırılan robotların yol açabileceği sorunlar yeni yeni gündeme gelirken, Asimov’un yıllar önce robotlara yüklenilen görevleri dışında ne türden kişilik özellikleri geliştirebilecekleriyle ilgili sorular üzerine birbirinden güzel hikâyeler barındırır. Dönüştürücü’nün elçisi olduğuna inanan bağnaz QT1’in şahane saptamaları, sayfa 64’ten:
“…Cutie güldü. Gülüşü insanlarınkine hiç benzemiyordu, o ana dek ağzından çıkan en makinevari ses buydu. Keskin ve aniydi; hiç aksama olmadan metronom gibi gülmüştü.
‘Kendinize bir bakın’ dedi sonunda. ‘Küçümsemek istemiyorum ama lütfen gidin bir bakın kendinize! Yumuşak ve gevşek bir maddeden üretilmişsiniz, güçsüz ve dayanıksızsınız, ihtiyacınız olan enerjiyi, organik maddeleri verimsiz yöntemlerle okside ederek kazanıyorsunuz. Mesela şöyle…’ Kınayan bir tavırla Donovan’ın sandviçinden geriye kalanları gösterdi. ‘Düzenli aralıklarla komaya giriyorsunuz ve sıcaklık, hava basıncı, nem ya da radyasyon yoğunluğundaki en ufak bir değişim, etkinliğinize darbe vuruyor. Derme çatma varlıklarsınız.’
‘Öte yandan ben özenle tasarlanmış bir ürünüm. Elektrik enerjisini doğrudan alıp neredeyse yüzde yüz verimlilik oranıyla kullanıyorum. Yapımımda sağlam metaller kullanılmış, her daim bilincim yerinde, üstelik ekstrem koşullara dayanıklıyım. Hiçbir varlığın kendisinden daha üstün bir varlık yaratamayacağını da göz önünde bulundurursak, bu gerçekler sizin komik hipotezinizi yerle bir ediyor.’"…
 
“Hiçbir varlığın kendisinden daha üstün bir varlık yaratamayacağını da göz önünde bulundurursak…”: Aydınlanmanın deniz feneri olabilecek bu ifade üzerine, derinlemesine düşündüklerinde, “abla”, dindarların özellikle de dincilerin, neye, nereye ulaşabilecekleri konusunda umutludur.

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 57 (Tiyatro Bir Kez Yaşanır)

 
İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlediği, 7.11-4.12.2018 tarihleri arasında gerçekleşen 22. İstanbul Tiyatro Festivali’nin sloganı “Tiyatro Bir Kez Yaşanır”. “Abla” dördü yabancı, ikisi yerli altı gösteri izler, kendi yıldız listesine göre bir sıralama ve değerlendirme yapar:
 
Pss Pss: Az sayıda malzeme, bol mimik ile iki modern palyaçonun, arada salona da taşan konuşmasız, akrobasi destekli gösterisine en çok çocuklar, insanı gülümseten şıngırtılı masum kahkahalarıyla tepki verir.
 
Gece Sempozyumu: Güven Kıraç, Derya Alabora, Serhat Kılıç gibi ünlü oyuncuların rol aldığı oyunun girişinde epilepsi hastalarına yönelik, “yüksek ses ve ışık” uyarısı var. Ara sıra içeri, özel bir gereçle kurularak salınan, çivisi uzun topaç benzeri taburelerin de dönendiği tekne benzeri ortadaki sahne, etrafına bir grup izleyicinin yerleşebileceği şekilde tasarlanmış. Hikâye basit, geri planda entrikacı annelerinin yönlendirdiği zayıf karakterli üç erkek kardeş despot babalarını öldürür.
Kitapçıkta “…Tarih boyunca sistemler insanlara birbirlerine verdiklerinden daha fazla zarar verdi. Benim açığa çıkarmak istediğim bu durum.” denmekle birlikte; yeryüzünde söylenebilecek her şeyin söylendiğine, yeni bir şey kalmadığı için de eski sözlerin, yeni kılıklar, kılıflar içinde sunulduğuna iyice aklı yatmış “abla” oyundan, kalabalığın çıkışta mırıldanarak dile getirdiği üzere “bir şey anlamamış” ve yüksek sesten, parlayıp sönen ışıktan sersemlemiş çıkar.
 
Yüzleşme: Oyunun daha başında konunun, tecavüze uğrayıp öldürülmüş altı yaşında bir oğlan çocuğu olduğunu öğrendiğinde senbilirsinanneanne “abla” büyük pişmanlık duyar. Medya, mağdurlardan çok seri katili yıldızlaştırmıştır ve baba, kendi babasının ekleyip yüklediği ağır suçluluk duygusuyla, kendi tarzında intikam alma niyetindedir. Emre Kınay ne kadar iyi oynuyorsa “abla” o derece acı duyar. Oyun sonunda sahneye çıkan yazar Graham Farrow, “abla”ya göre bu kadarını ortaya koyar; acıdan, trajediden beslenen ego’nun yarattığı doymak bilmez talebi, pazarı göz ardı eder.
Oyun çıkışı bunu konuştukları sıra, emekliliğe yaklaştığı bu yıllarda beyin faaliyetini taze tutup desteklesin diye geçen yıl bir üniversite eğitimini daha dışarıdan bitiren akranı, doktor arkadaşı “abla”ya ders kitaplarından bir metin yollar: “…Aristoteles için katarsis’in gerçekleştiği yer tragedyadır. Poetika’da şu cümle katarsis ile ilgili bir açıklamada bulunmaktadır. ‘Tragedyanın ödevi uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.’ Aristoteles’e göre katarsis’in amacı kötü karakterlerin iyileştirilmesidir… Aristoteles için arınma adeta sanatın amacıdır…”
Daha önceki günlerde kitap fuarında, polisiye roman yazma tekniklerini tartıştıkları sıra bir diğer yazar arkadaşından duyduğu “katarsis” sözcüğü ile başlayıp böylelikle tamamlanan çember içeriğine bakılırsa diye düşünen “abla”, “boşuna değil, insanlar halâ üzücü TV dizilerini izliyorlar, ego’nun beslendiği tragedyanın da bir amacı var” kararına varır.
 
Timsah: Kitapçıktaki “…İngiliz mizah yazarı Tom Basden’la ikinci randevularında bu kez çağın hastalıklarından birine mizahi bir bakış atıyor. Basden’ın Dostoyevski’nin aynı adlı öyküsünden esinle yazdığı oyun, gösteri toplumunun sistemle el sıkışmayı seçen aktörleriyle, bir timsahın karnından ‘hesaplaşıyor.’ Oyun, en az hayatta şahit olduklarımız kadar ‘tuhaf ama gerçek’.” açıklaması, festivalde anlaşılması zor sunumlara uğramış “abla” ile kardeşini ürkütse de oyun, bildik…
Son günlerde yeniden izlemeye başladığı 2004 tarihli Avrupa Yakası dizisinde ele alınıp mükemmel işlenen şöhret, para, kimlik gibi kavramlarla, kişisel sınırlarla ilgili oyun Timsah’ın yeni bir sözü yoksa da kahkahası garanti.
 
Nederlands Dans Theater 1 ve Pixel; bu iki gösteri “abla”nın yıldız listesinin ilk sırasını birlikte paylaşır. Dansçılar yavaşça sahneye girer, figürleri gereği yükseldiklerinde sahneye kar taneleri gibi yumuşacık inerler. Dekor NDT’da akla zarar zarafetle, verimlilikle kullanılırken ve “abla” “bir tek paten kalmış sahneye katılmadık” diye düşünürken, Pixel’in yönetmeni ve koreografı, işe sokaklarda hip hop ile başlamış Mourad Merzouki, kaykay, çember, akrobasi, jimnastik, sokak dansları ne varsa, sahneye dökmüş; yetinmemiş gösteriye, iki kamera ile yansıyan, danslara eşlik eden ışık parçacıklarını katmış.
Her iki gösteri de, hayranlık gözyaşlarıyla izlenecek kadar muhteşem!
 
Önemli bir not: Bazıları üç haneli bedellerle izlenen oyunların öğrenciler tarafından sadece 10 TL’ye izlenebilmesi Aygaz, Opet ve Tüpraş desteğiyle mümkün olmuş.

27 Kasım 2018 Salı

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 56 (Mevlâna, Soluk ve Fırsatlar)

 
İsimlerle arası olmadığından, ailesi fertlerine damadının seslendiği şekilde hitap eden “abla” tam karşısında, fincanını evirip çevirirken yüreğine bakarcasına gördüklerini anlatan dayıya kulak kesilir: “İki büyük fırsatı kaçırmışsınız…” Son yirmi yılının en büyük konusu olduğu halde, bu iki büyük fırsatın ne olduğunu hatırlaması kırk sekiz saati bulur:
“Abla”, incelikli bir iş yaparken, stres altındayken ya da kafası, karışık bir konuya çözüm ararken –yani hayatının oldukça büyük kısmında-, soluk almayı keser ya da hayatta kalacak düzeye, sınıra sabitler. Kendinde bir kötülük hissettiğinde derin bir komadan, ya da deniz dibinden çıkar gibi bir derin solukla kendine gelirse de aradaki kötülük hali çok rahatsız edicidir, hiç sevmez.
Kaz Dağları’nda katıldığı Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği’nde oda arkadaşı şifacı hanım, sıcacık enerji aktardığı elini diyaframı üzerinde tutarak “abla”ya, tıkanık bir lavabonun ya da giderin lokurdayarak açılışı gibi, bir zaman süren sağlıklı soluk armağan ederse de, durumun başa dönmesi çok sürmez.
“Abla”nın teknik olarak, annesinin, zamanında bilgi eksikliğinden, hamileliğinde sigara içmesine de bağladığı soluk problemi çözümü için ilk büyük fırsat, 2010 yılı kışında Konya ziyareti sırasında karşısına çıkar: 12 Aralık gece 00:12 civarı, arkadaşlarıyla birlikte niyaz kapısına dikildiğinde “abla”, Hz. Mevlâna’dan “Derin, sağlıklı, olması gerektiği gibi soluk” diler.
Ertesi sabah meydanda birkaç katılımcı ile –beceriksizce- Tibet hareketleri yapıp bitirdikleri sıra, hiç sebepsiz çok derin bir ağlama duygusuna kapılan “abla”, kahvaltı için kendilerini Sille Köyü’ne götürecek araba geldiğinden hızla toparlanırken, diyaframından yükselip boğazını tıkayan yumruyu çözebilecek, büyük olasılıkla dileğinin cevabı mucizeyi tanımayı ıskalar. “Şimdi sırası değil, herkese ne derim, nasıl açıklarım?” türünden düşüncelerin etkisiyle muhteşem fırsatı kaçırır, bin bir zorlukla ağlama duygusunu bastırır, güne devam eder.
Aradan geçen yılları ziyan etmeyip yürüyüşlerinde Sufi nefesiyle yol alan “abla”nın ikinci büyük fırsatı, yakın tarihli Göbeklitepe meditasyonudur. “Avuçlara, çözümü istenen sorunun konup Işığın Sonsuzluğu’nun davet edilebileceği” şifa yöntemi alıştırması yapılırken, artık aklı nerelerdeyse “abla”, soluk meselesini unutur; bu kez de 60 kişinin caanım enerjisinin çözeceği garanti sorunu, ikinci kez ıskalar!
 Zamanın gereği, -yalıtım amacıyla kullanılan-, karbon esaslı bedenlerden, -bilgiyi toplayıp taşıma amaçlı- silikon esaslı bedenlere evrilirken “abla”, evrensel bilgiyi gizleyen perdelerin kalktığını, en azından inceldiğini fark etmekte. Nerede, neyi yanlış yaptığını, fırsatları nasıl kaçırdığını görüp niyet ettikçe yeni fırsatlarla karşılaşacağının, böylece de tekâmül yolunda hızlanacağının bilincinde.
 
 
“Abla”nın Konya gezisi yazıları:
“Abla”nın Varlığınla Buluşma Seminer ve Şenliği yazıları:
“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 44 (Göbeklitepe’de meditasyon):
https://birmilyonkalem.blogspot.com/2018/10/ablaya-gore-hal-ve-gidis-44.html

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 55 (Jet Sosyete ve Bilincin Yükselişi)

 
Kültürel zıtlıklardan kaynaklanan çekişmelerden doğan komikliklerle sürüp giderken, -televizyon denen kötü alışkanlığından kurtulmuş- “abla”nın, ertesi gün bilgisayarından reklamsız izlediği tek TV dizisi Jet Sosyete’nin, 21 Kasım 2018’da yayımlanan 2. Sezon, 7. Bölüm’ü bir başyapıt!
Bu aralar, ilk Gülse Birsel çalışması Avrupa Yakası’nı (filtrelenmemiş biçimde) yeniden seyretmekte: 2004’ten bu yana tazeliğinden hiç yitirmemiş, başta, sevgili aile büyüklerini hatırlatan Gazanfer Özcan yanı sıra, şimdilerde olgunluk döneminde pek çok sanatçının gençliklerini hayranlıkla izlerken “abla”, haddini bilmez Burhan karakteriyle de sınanır: Öte yandan, 27 Kasım 2018 tarihli moralev.com* sitesinde yayınlanan, Burada, Şimdi, Yanlış Olan Bir Şey Yok - Baş Melek Michael (Mikail) başlıklı yazıda belirtildiği ve candan gönülden katıldığı üzere “İfade etmek ve kendi ifadenizi deneyimlemektir HAYAT.” Bu yüzden her ne kadar “abla”, bir türlü sevemese de bilir ki, Burhan(lar) da kendilerini ifade edebilmelidirler.
Jet Sosyete’nin 2. Sezon, 7. Bölüm’ünde, sosyal medya üretimi -instagram kullanan abla”nın da ara sıra sızlandığı- yapay zorunluluk, çok hoş biçimde işlenir.
Asıl mesaj, hayatın her alanında üzülen, hırpalanan hatta öldürülen kadınlarla ilgilidir: Rol aldığı dizide kendisine tokat atan Vahit karakteri karşısında devrilmeyerek Gizem karakteri, “Biz ona maço değil, psikopat diyoruz” deyip teşhis koyup durumu, “Niye böyle karakterler yazıyorsunuz, kim böyle adamlara âşık olur?” diye de sorgular.
“Abla”ya kalırsa bu, yayındaki –azmettirici- TV dizileri ile zulme uğrayan kadınlar Mars halkındanmış gibi, bağlantı kurma yetisinden yoksun TV izleyicisine farklı bir bakış sunan, gözlemciliğini yüksek farkındalıkla harmanlayan akıllı kadın Gülse Birsel’in bir anlamda, aynı coğrafyayı paylaştığı türdeşine armağanıdır.  
Ve “abla”, yükselmekte olan bilinç düzeyinin, bu armağanı desteklediğini, mesajın yerini bulup tekâmülü hızlandıracağını bilir.
 
*https://moralev.com/2018/11/27/burada-simdi-yanlis-olan-bir-sey-yok-bas-melek-michael-mikail/ 

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 54 (Bohemian Rhapsody ve Bir Bilge: Freddie Mercury)

 
Her zaman en beğendiği filmler arasında kalacak olan Olağan Şüpheliler’in yönetmeni Bryan Singer’ın yönettiği Bohemian Rhapsody, “abla”nın etkisinden kurtulmak için çabalamak zorunda kaldığı filmlerden…
Faruk, bir Zerdüşt; birer bavulla ülkelerini terk edip İngiltere’ye göçmüş ailesi, babanın tekrarladığı “iyi niyet, iyi söz, iyi eylem” düsturu uyarınca yaşayıp giderken, havaalanında çalıştığı ara izlediği müzisyenlere katılır. Ortaya koyduğu sıra dışı müzik başlangıçta, piyasanın genel bakışı dışında kalır. Ne mutlu ki –yeni adı ve burcu Başak’ın gezegeni Merkür soyadıyla- Freddie Mercury, kendisi için doğru, uygun insanlarla bir aradadır, hızla üretmeye başlar.
O arada yaşamı boyunca seveceği kadınla, bir zaman sonra da kendisinin bir başka yüzüyle tanışır. Para ve ün çevresine, kendisini sömürmekten başka bir niyeti olmayanları da çeker; yanılmasına, ailesi saydığı grubundan kopmasına neden olur. Bütün bu harala gürele içinde Freddie Mercury, hangi sesin ne kadar tiz olması gerektiğini hiç bocalamadan bilir. Davul üzerinde bozuk paralar, su vs. kullanarak tınının derinine dalar, muhteşem sesini etkileyebileceğini düşünerek, dişleriyle ilgili sıkıntı duysa da bir şey yapmaz.
25 Kasım 1991’de öldüğünde “abla”, bir bilgenin daha, -sevap ile günah arasına sıkışmış, kendini ifade ne kelime, suçluluk duygusuyla yandığı cehennemini ayağı dibinde yaratmış ademoğlu/kızının tersine-, Dünya’dan, tam olması hatta hepimizin yapması gerektiği gibi, şarkısını söyleyip sahneden ayrıldığının bilincindedir.
 

15 Kasım 2018 Perşembe

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 53 (Museo ve değersizlik)

 
Vizyona gireceği için Filmekimi’nde görmezden geldiği Museo ile nihayet buluşan “abla” filmi çok beğenir.
Meksika’da, tarihin en büyük müze soygununu planlayıp gerçekleştiren Juan (öfkeli, üzgün, gerçekten bücür Gael Garcia Bernal) ile çocukluk arkadaşı Milton (ürkek yüz ifadesiyle çok etkili, Juan’ın uydusu Leonardo Ortizgris)nın çaldıkları parçalar o kadar değerlidir ki, paha biçilemezken satılmaları mümkün olmaz. Söz konusu müzeyi ve parçaları Meksika gezisinde yerlerinde görmüş “abla”, Juan’ın, ölülerin ruhlarından özür niyetine, bir dizi boncuğu harabelere bıraktığı sahnede ve title’a eşlik eden gece sesleri arasında duyulan vahşi çığlığın, park içinde konakladıkları gece ürkerek dinlediklerini, sabah “ağaçlarda yaşayan bir maymuna ait olduğunu” öğrendiklerini hatırlar.
Yarattığı atmosferle “abla”yı saran film bir de, Juan ile kendisini özdeşleştirmesine neden olan değersizlik duygusu üzerine derinleşir. Ailenin en küçüğünün bile “bücür” diye seslendiği, babasının “seni aldıracaktık” dediği, istenmemeden gelen değersizlik duygusuyla büyüyen Juan, veterinerlik mezuniyetini uzattıkça uzatır. Soygun da “abla”ya göre onun, kendisini istemeyen ailesini protesto biçimidir.
Kendinden bilir; genç kızlığında yarattığı flört odaklı anarşi ortamıyla ailesini bayağı zorlamışlığı vardır. Bu da belki, kendisini, –“abla”nın bile hak verdiği, elbet haklı nedenlerle- istemeyen annesi ile hesaplaşmasıdır.
Filmin son sahnelerinden birinde Juan, sabaha karşı evine girer, buzdolabı kapağından babası ile küçüklüğünün fotoğrafını alır; içine sinmez, ebeveyninin uyuduğu odaya girer seslenir. Babasının “Her şeyin, paran vardı?” sorusuna yanıt bulamadan öylece dikilir. Kolay değildir; “abla” içindeki derin değersizlik duygusu ile istenmeyen çocuk olma bağlantısını kurup kendi yanıtını bulabilmek için on yıllık inziva dâhil, 20 yıl uğraşmıştır.
Filmin başına yerlilerin, tonlarca ağırlıktaki yağmur tanrısının, hayatlarından, geleneklerinden yağmalanmasını gözyaşlarıyla çaresizce izleyişlerini gösteren belgeseli koyan yönetmen Alonso Ruizpalacios’un, bazı parçaları hayatına değer katsın diye çalan Juan arasındaki paralelliğe dikkat çekişine hayranlık duyan “abla”, bu muhteşem film dolayısıyla bir kez daha tekrarlar:
“Ebeveynler” der, “bakabilecekleri kadar değil, sevebilecekleri kadar çocuk sahibi olmalıdırlar.”

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 52 (Antika Titanik ve Felsefe)

 
Ön kapağında, kadrajın bir yanından girip karşı kenarından çıkan hareketli bir Titanik resmi taşıyan Hakan Karataş tasarımı kapak, “abla”nın grafik tasarım yılları dâhil görmediği türde hareketli, neşeli.
Diğer kitapları, Dublörün Dilemması, Korkma Ben Varım ve Ruhi Mücerret’i bayılarak okuyan “abla”nın, Murat Menteş’in son kitabı Antika Titanik’i atlaması düşünülemez. İzin alınmadan alıntı yapılamaz kaydına saygı göstererek, “Google Map’ten görülebilen şişman” türünden, kendisini kahkahalara boğmuş şahane benzetmelere –en az yarım sayfa- örnek veremeyeceği için üzgündür.
184. sayfada belirtildiği gibi, “Tümden şakasına yazılmış bir metin ciddi ve güzel bir felsefe eseri olabilir” diyen Wittgenstein (1889-1951)’a gönülden katılan “abla” kitabın bilimkurgumsu polisiye süsü verilmiş bir felsefe kitabı olduğunu belirtmekle yetinir.
Açık zihinle sindirerek, her cümlenin hak ettiği saygıyı görebileceği hızda, yavaşça okunmasını önerir.
 
 

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 51 (Şikâyet edeceğine ve Hayata Sarıl Lokantası)

 
Kız kardeşlerinin hediyesi cep telefonu ile sosyal medyanın bir kısmında belli belirsiz varlık göstermeye başlamış “abla”, aldığı mail üzerine, Hayata Sarıl Lokantası’nı araştırır. 1958 model oluşundan kaynaklanan, yazının daha başında fantastik gördüğü girişimin yürüyemeyeceği güçlü önyargıları gereği, başlamadan bittiğine hükmettiği muhteşem girişim, hayretle görür ki bir yaşında!
Taksim’e gittiği sıra, Kurabiye Sokak’a uğrar ve eliyle koymuş gibi, -usta şeflerin mönüsüne katkıda bulunduğu- Hayata Sarıl Lokantası’nı bulur. Balkabağı çorbasını, ızgara karnabaharını yerken yan masadaki iki hanım ve garson delikanlıyla söyleşir. O ara projenin annesi Ayşe Hanım gelir; “abla”nın hayranlıkla “ben korkağım, sizinki büyük cesaret” diye dillendirdiği kutlamayı alçakgönüllülükle dinler.
Onca dikkatine, özenine karşın “abla”, kendisi dâhil, herkes her şeyden şikâyet ederken bu kadın, büyük ihtimal eş dostun “olur iş değil; yapma, etme”lerine kulak asmayıp bu olmayacak işe kalkışmış.
Karatahtada;
“2 Kasım 2017-2 Kasım 2018 akşamları 26.675 tabak ücretsiz yemek servisi yaptık, 4/6’ü evsiz, toplumda yok sayılan arkadaşlarımızdan oluşan ekibimiz;
38 saat psikolojik destek aldılar
24 saat aşçılığa giriş eğitimi
3 saat endüstriyel hijyen eğitimi
Akşamları 250+ gönüllü desteğe geldi.
Temel İhtiyaç Derneği (TİDER) ile çalışıyoruz.” yazılı…
“Askıda” bedeli 10 TL; mekânın her köşesine sinmiş, birlikte büyük, güzel bir iş yapıyor olmanın yarattığı duygu paha biçilmez!
“Abla” sosyal medyada, son keşfini, “Şikâyet edip ‘her şey ne kötü’ diye ağlanacaklarına bunu yapıyorlar, şahane değil mi?” diyerek duyurmuş.
17-18 Kasım 2018, hafta sonu Tüyap Kitap Fuarı’nda Ayşe Tükrükçü, Kibele yayınlarından dördüncü basımı yapılan, akla zarar yaşam öyküsünü anlattığı kitabı Ayşe’yi, geliri “hayatsız kadınlar”a aktarılmak üzere imzalayacak.

6 Kasım 2018 Salı

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 50 (Tom Sawyer’ın tahta perdesi ve daha az çizgi film)


 

Anne babası düzensiz çalıştıkları sıra torununu okuldan alıp eve getiren “abla”, arada gün boyu ona eşlik ettiğinde görür ki, eskinin çizgi film izleme denetiminin yerinde yeller esmekte. Oğlan nasıl olmuşsa “beş dakta dahaaaa!” diye diye uzatarak, neredeyse evde olduğu sürece ekrana bakar olmuş.
 
Mark Twain’in yazdığı, maceralarını çocukluklarında severek okudukları Tom Sawyer, bir seferinde bir kabahati dolayısıyla, geniş bir tahta perdeyi boyama cezası alır. Başlar boyamaya ama iş bitecek gibi değil… Yavaşça, yaptığı işi çok seviyormuş pozuna bürünür, bir iki fırça sallar, geri çekilir hayranlıkla bakar, biraz daha boyar, bir sanat başyapıtına bakar gibi başını yana eğer, huşuyla seyreder. Böyle böyle çalışırken çevresinde biriken oyun arkadaşları heveslenir, her biri bin bir pazarlıkla, biraz da kendisi boyasın ister. Sonunda tahta perde, Tom’un ağaç dibinde kestirdiği sürede güzelce boyanır.
 
Anneanne halıya oturur, resim defterinde bir sayfa açar kalemleri saçar; robot, mermi tren, köpekbalığı artık o ara gündem neyse, resme başlar. Küçük oğlan üç beş dakika sonra yavaşça koltuktan iner, anneannesinin karşısına oturur bir kalem alır. Konuşa söyleşe, köpekbalığını beslemek için suya attıkları üçgenleri, kareleri, daireleri “lengalenk” boyamaya dalarlar. Çaktırmadan TV’yi kapatan anneanne, heves ateşinin küllenmesine izin vermeksizin kısa aralıklarla odadan çıkıp gidip gelerek, sebze ayıklar, yemek bile pişirir.
 
Çizgi film konusunda oğlan ısrarlı davranırsa “abla” inatlaşmaz, TV’nin sesini kısarlar; oğlancığın gözü kaysa da asıl konu artık tahta perdenin boyanmasıdır.

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 49 (Yosun ve hayatı denizlere taşımak)

 
4. Tasarım Bienali Okullar Okulu’nun altı mekânından İstiklâl Caddesi civarındaki dördünü gezen “abla” bakalım neler öğrenmiş:
Pera Müzesi’ndeki Ölçekler Okulu’ndan aklında kalan; değişik modellerde ince belli çay bardakları dolu kutu, oturanların yüz ifadeleriyle çalışan karşılıklı iki koltuk, ellerle ifade edilen duyguları anlatan eğlenceli bir video kaydı.
Akbank Sanat’taki Bozum Okulu’nun “abla” için en güzel parçası, caddeden geçenlerin de görebileceği şekilde yerleştirilmiş, aynı zamanda bir iki cümlelik gündelik sohbet de yapabilen bir tür çay araba robotu.
Yeni binasının yarı şeffaf cephesinden ahaliyi kucaklayan İlhan Koman yapıtı Akdeniz ile Yapı Kredi Kültür Sanat’taki Akışlar Okulu, “abla”nın ilgisini çeken donanımlı bir nakış atölyesini barındırır. Bir başka alanda, yaşanılan ülkede kazanılan, ejder uçurtma, karpuz seçimi, pazarlık, -Afrika’da- kulübe yapımı türünden becerilerin başka ülkelerde anlamını yitirebileceği konulu çalışmalar sergilenmekte. Bangkok’ta tüm bir mahallenin değişik aşamalarını gerçekleştirdiği, tapınaklar için üç metal şeritten bin zahmetle tas üretimini anlatan videoda 83 yaşındaki kadın “tüm aşamaları yapabilen bir tek kendisi olduğunu” söyler.
Arter’deki Dünya Okulu’nun alt katları, deprem olasılığı ve önerileri üzerine düzenlenmiş. Üzücü, ürkütücü konulardan uzak duran “abla”yı sevindiren, tsunami olmayacağı saptanmış Haliç’te su üzerinde barınabilmeyi mümkün kılan katlanabilir evler. Yakında Koç Müzesi’nde sergilenebileceği duyurulan, çok iyi planlanmış minik ev, “abla”nın şimdi bile kalkıp taşınabileceği güzellikte.
Yakında Rus yazar Belyaev’in yazdığı bilimkurgu Su Adamı’nı okuyup çok etkilenmiş “abla” için en üst katta bir sürpriz! Dünya’nın dörtte üçünün sularla kaplı oluşunun anlamının araştırılıp iklim koşullarının sabit oluşu, yerçekiminin düşüklüğü gibi üstünlükleri dolayısıyla hayatın denizlerde sürebileceğini öneren yazar, anne karnında solungaç solunumu yaptığımızı hatırlatır.
Kap kacak üretilebilen, plastiğe temiz bir seçenek getiren yosun, on üç kat hızlı çoğalmasıyla besin problemini de çözümleyebilecek bir deniz ürünü.
Gördükleri arasında “abla”nın aklına en çok yatan, giderek kalabalıklaşan Dünya’da barınma, beslenme gibi temel ihtiyaçların -uzaydakinden çok daha- kolayca karşılanabileceği denizlere, hayatın taşınması fikridir.

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 48 (Yeni İnsan ve mimarlık)

 
Torununun bakıcı ablası, “abla”ya göre, yirmili yaşlarda görünen bir bilge; ev halkının oybirliğiyle karar verdiği üzere, küçük oğlana annesinden, anneannesinden çok daha iyi bakmıştır. Ev içinde kendisiyle bağı olmayan her şeye, duruma, olaya kör, sağır ve dilsizdir. Saygılı, sınırlarını bildiği sorumluluk sahibi, ego’ya bulaşmamış dozunda duygusal, disiplinli; ellili yaşlarda bir öğretmenin sükûnetine, olgunluğuna sahip şahane bir Yeni İnsan.
Mimarlık eğitimi için Rusya’ya gittiğinde, bebek bakımı yanı sıra ev işlerini de paylaşmış olduklarından, temizlik için biri gerekir. Meyve isimli temizlik şirketinden ilk gelen, küçük oğlunu o gün için babasına bırakmış, cep telefonuyla durumu sürekli izleyen, sigara içen, omzuna yakın çatal batmışa benzeyen bir yara izi taşıyan dertli bir genç kadın. Evine, özeline tanıklık edecek, yaşamlarını paylaşacakları kişi “abla” için önemli; bu kadıncağız hiç içine sinmez.
Aldığının yarısını çalışana veren, sigorta yaptığını söyleyip yapmayan şirketin yolladığı, bir sonra gelen hanım, şanslarına titiz, hızlı çalışan, öğle yemeğinde üst üste iki satır söyleşseler kendine fazla görüp “çok oturdum, çok konuştum” deyip fırlayan cinsten.
“Abla”nın çok aklı yatsa da, anlaşılan, berikilerin de hanımın içine sinmesi gerekmekte… Birkaç geliş sonrası “abla” ailesine ısınan ve kölelik şartlarında çalıştığı şirketten ayrılan hanım düzenli olarak gelip gitmeye başlar.
Torununu büyüttükten sonra, kızının, eşinin memleketine taşınmasıyla oğlancığın özlemi dayanılmaz olunca Gülistan Hanım kendine bir iş aramıştır. Doğu’da Alevî’lerin çoğunlukta olduğu memleketlerini, terör başladığında, yaşlıların, kendilerine “biz yaşlıyız, bizi ellemezler ama bunlar sizi rahat bırakmaz” demesi üzerine terk ederek, İstanbul’a göçüp sıfırdan başladıklarını anlatır. “Dedem mahsulü satarak her ay iki ev parası kazanırmış; şimdi topraklar boş, işleyen yok.”
Bir başka sohbette, Fatih’te oturdukları sıra alt kata gelip giden kadın kalabalığını soruşturan komşusunun aldığı yanıtı, grup başının “sus” işareti yapıp ifadeyi elini yatay durumda boğazına dayayarak “gırtlak kesme” figürüyle tamamlayışını anlatır. “Biz kızı kursa yolladık,” der, “…diğer kızlarla. Etüd diye gece video göstermişler, duvarlarda tılsımlar falan asılı, gitmem bir daha dedi, yollamadık iyi ki…”
Farkındalığı yüksek, aydın Gülistan Hanım’ın çalışkan kızlarından küçüğü mimarlık okur. Yazın Erasmus’la Venedik’e gider, internetten bir başka kız öğrenci ile iki aylığına bir ev kiralar, merkeze uzak evlerinden staja yürüyerek gider gelirler.
“Yeni İnsan” dediği mimarlık öğrencisi bu kızlar, “abla” emindir, yeni Dünya’yı bizlerden çok daha iyi, güzel ve doğru olarak yeniden inşa edecek olanlardandır.

25 Ekim 2018 Perşembe

Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 47 (Mübadele ve “nokta”)


Kuzeninin kızının mesajı, Mübadele başlıklı bir konser duyurusunu iletir:
Eski silahhane, İTÜ Maçka Kampüsü, Mustafa Kemal Amfisi’ni dolduran mübadillerce beğeniyle izlenen; 2018 Avrupa Kültürel Miras Yılı kapsamında, Avrupa Birliği’nin maddi desteğiyle, Ahmet Ozan Baysal ve Alexandros Charkiolakis’in Türkçe, Rumca iki dilde hazırladığı, Recep Gül’ün besteleyip incelikli, derin, ölçülü metnini düzenlediği, ilk kez seslendirilen konser, Kavala’lı Ayşe ile Karadeniz Bölgesi’nden Despina’nın birbirine ters yönlerdeki zoraki göçlerini anlatır.
 
Anneannesi 1924’te, başını henüz örttüğü 14 yaşında, Girit’in Hanya limanından gemiyle Türkiye’ye doğru yola çıkar. Dayısının anlatımına göre, annesinin ailesi, asıl yerleşim yukarıdaki Adatepe yerine, o sıra ufak bir iskele çevresindeki üç beş ev Küçükkuyu’yu, “biz sahil insanıyız” diyerek tercih ederler. “Devlet babamlara adam başına 35 zeytin ağacı vermiş. Beş erkek kardeş bir yandan fırıncılık da yaparak, bu günlere geldik işte.”
 
Üçüncü kuşak mübadil “abla”nın içindeki, belli ki genlerine işlemiş hüzün, bir anda yerinden yurdundan edilip yıllarca didinip bin bir emekle kurduğu düzenini birer çıkınla terk etmek zorunluluğundan, rızasız göçten, göç ettirilmeden kaynaklanmakta.
 
Kızının küçük ailesinin, kendi sanatçı kimliklerinin gerçek çapını görebilmek niyetiyle yapacakları göç ile ilgisi olmasa da “abla” genetik kaygı kaydıyla tedirgin. 8 10 2018 özel tarihinde, her ne kadar bir başka bilinç düzeyine geçmiş ve eski muhalefetini terk etmiş olsa da, arada bulanan dileğinde, duru olması gerektiğini bilir.
 
Olumsuz duygular zihnine üşüştüğünde, Urfa’da katıldığı Işığın Sonsuzluğu Semineri’nden öğrendiği gibi “Dur!” deyip sakinleştikten sonra, sorununun çözümü için ışığı davet eder. Dileğini olumsuz her tür düşünceden ayırır, arıtır, “ama…” demez; “çocuklarımla beraber gideceğim, her şey kolayca, sevgiyle neşeyle olacak” der, “yeni yaşamım öncekinden güzel olacak.” …olacak NOKTA.
“Nokta”: Dileğini nokta ile bitirir. Üç nokta, ama, boşluk kaygı ile doldurulur, bilir fırsat vermez.
“Abla”nın dilekleri yalnızca iyilik sözleri taşır ve noktayla biter.