31 Aralık 2008 Çarşamba

Her yeni başlangıç için, bir bitiş ve onu hazmetmiş biri olması gerektiğini bilen "abla", yeni yıl eşiğinde, bu formüldeki yerini irdeler.

Her yeni başlangıç için, az öncesinde bir bitiş ve onu tevekkülle karşılayıp hazmetmiş biri olması gerektiğini bilen "abla", yeni yıl eşiğinde, bu formüldeki yerini irdeler.

Bir yıl öncesine göre, yüreğinde epey yer kaplayan öfke ufalmış, bıraktığı boşluğa, karışım oranını kestiremediği miktarlarda sevgi, hoşgörü, sevinç ve neşe dolmuş. Bağımsızlığına tutkun doğası gereği, gerçek bir "Issız Kadın" olup biriyle sevginin, olasılığını dahi ışık hızıyla tepebilen, kendisini "Kel Rapunzel" şeklinde tanımlayan "abla"nın yüreği, "çok şükür!", önceki yeni yıl eşiklerinde olduğu kadar acı dolu değil. Pişmanlıklar, "keşke!"ler, "şimdiki aklım olsaydı..."lar, kirli izleri belli belirsiz seçilse de, silinmiş. Yaşamı kontrol edebileceğini sanarak "aman tedbirimi alayım da bir yerlerde çuvallamayayım" diyerek, olası felaket listeleri yapmalar geride kalmış. Ego'su Sebastian'ın oyuncağı ateş topu "abla" gitmiş, Basiret Hanım rehberliğinde sakin "abla"; gönülden inanarak, "her iş olacağına varır", "herşeyde bir hayır var", "kısmet" demelere başlamış.

Koordinatlarını beğenen "abla" pek beğendiği düstur edindiği Rudyard Kipling şiiri IF/EĞER'i yeni yılda da arada bir içinden okumaya devam edecek:
EĞER

Bütün etrafındakiler panik içine düştüğü

Ve bunun sebebini senden bildikleri zaman,

Eğer başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen,

Eğer sana kimse güvenmezken, sen kendine güvenir

Ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen,

Eğer beklemesinin bilir ve beklemekten de yorulmazsan,

Veya hakkında yalan söylenirse sen yalanla iş görmezsen,

Ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan,

Bütün bunlarla beraber ne çok iyi, ne de çok akıllı görünmezsen,

Eğer hayal edebilir de hayallerinin esiri olmazsan,

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen,

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır

Ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen,

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından,

Ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen;

Ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür

Ve eğrilmiş yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir

Ve bir yazı tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen,

Ve kaybedip yeniden başlayabilir

Ve kaybın hakkında bir kelimecik olsun bir şey söylemezsen ;

Eğer kalp, sinir ve kaslarını eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen,

Ve kendinde "dayan " diyen bir iradeden başka bir güç kalmadığı zaman

Dayanabilirsen

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen,

Ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen,

Eğer ne düşmanların, ne de sevgili dostların seni incitemezse,

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen,

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı,

Altmış saniyede koşarak doldurabilirsen,

Yeryüzü ve üstündekiler senindir.

Ve dahası, sen bir İNSAN olursun oğlum


Rudyard Kipling

29 Aralık 2008 Pazartesi

"Abla", siteni nasıl ünlü yaptın?" diye soran mesajla, hafiften şüphelenmeye başlar.

İstanbul'a ayak bastığının ertesi günü, kendisi gibi film izlemek için emekli olmuşa benzeyen bir arkadaşından 11. Sinema-Tarih Buluşması'nın haberini alan "abla", 30 filmin gösterildiği 3 salonda, festival teması Mülteciler yüzünden olsa gerek, pek hüzünlü 12 film izler. İzlediği filmlerle ilgili izlenimlerini, orada burada "günü gününe yayımlayayım" derdiyle, bloglar arası koştururken, girdiği azbuz'da bir tuhaflık sezer: Son zamanlarda, haftada ortalama 20-30 kişinin girdiği blogunda bir çeşit trafik sıkışıklığı hüküm sürmekte!

Aklı sinema yazılarında "abla", fırlayan reytinge bir anlam veremezken, haftanın sitesi rozetini de üzerine alınmaz ve azbuz'un tümüyle ilgili olabileceği türünden bir açıklama yapar kendi kendine...

Derken, bir kardeşinden gelen, "abla, siteni nasıl ünlü yaptın?" diye soran mesajla, hafiften şüphelenmeye başlar.

Haftanın yarısından sonra "haftanın sitesi" seçilmişsiniz, tebrikler" diyen mesajla -nihayet- uyanan "abla", bir tane daha "nasıl ünlü yaptın siteni, bana da yazar mısın?" sorusu üzerine, araştırmaya girişir.

Önce, pat! diye kendi sitesine girdiğinden başsayfadan habersiz "abla", sanal bir yolculukla, araya sora başsayfayı bulur. Orada kendisinden sözeden kutucuğun içini evet, itiraf etmeli ki, göğsü kabararak okur, sağını solunu incelerken haftanın sitesi seçilme kriterleri başlığını yakalar, onu da bir güzel okur.

Gelen mesajlara teşekkür yanıtları yollarken, sitesini nasıl ünlü ettiğiyle ilgili öğrendiklerini, bunu merak eden kardeşlerine birkaç satırla aktarır. Bir hafta öncesinde, sadece 28 kişinin uğradığı sitenin, rozetli haline, 686 kişi uğramış; "gel de reklamın gücüne inanma!" diyen "abla"ya bu macera, yaşları 19 ile 48 arasında birkaç arkadaş, bir köy, kendisine "slm, mrb..." diye mesaj yollayan 13 yaşında bir genç kızın ilgisini kazandırır.

19 Aralık 2008 Cuma

"Abla"nın aklındaki ilk düşünce "artık zayıf bir yanım var!"

18 Aralık 1981, günlerden Cuma, saat 23:30; sarışın, yakışıklı aktörün başını çektiği basketbol dizisi Beyaz Gölge yeni bitmiş. Yatağına uzanırken, irileşen karnını, sağa sola devrilip canını yakmasın diye yastıkla destekleyen "abla" uykuya varmada zorlanır. Belki bir 15 dakika sonra bir ıslaklıkla uyanır, panik içinde, doğum için kendisini annesinin mesai arkadaşı hazine avukatı bey ile eşi noter hanımın arabasıyla hep beraber şarkılar türküler eşliğinde Bolu'ya getiren anne-babasına seslenerek alarma geçirir. Yüreği ağzında küt! küt! atarken, annesinin dualar mırıldanarak kafasına tas tas döktüğü ılık sularla yaptığı banyo ardından babasının çağırdığı arabayla caddenin başında ışıkları görünen SSK Hastanesi'ne kırılacak eşya özeniyle götürülen "abla" dizleri titreyerek içeri girer.

Teknik olarak doğum başlamışsa da gerekli, nitelikli sancı yok! Serum bağlanan "abla" uygun sancı aralığını beklerken, kaymış tülbenti altında kumral saçları şakaklarına yapışmış çok genç incecik bir kız, beyaz fayans tezgahın kenarına dayanır, kedi yavrusu sesiyle inleyip sancılanır, "abla"nın aralığı henüz çok geniş iki sancısı arasında, "büyüğe hiç saygı yok, ben daha önce gelmiştim" diye dalga geçebildiği aralıkta, doğurduğu oğulcuğunu alır, gider. Gece "abla"nın iki ebeyle yaptığı, sıklaşmakta nazlanan sancıların bağırtısıyla böldüğü sohbetle sürer. Kadın erkek ilişkileri üzerine kırsal hüzün ve boyun eğmişlik taşıyan konuşmalardan biri bir feryatla kesildiğinde kadınlardan biri sorar: "Böyle canın yanacağını bileydin kocanla yatar mıydın?" Cinsel hazza yönelik olduğunu düşündüğü, -belli belirsiz- intikam sevinci kokusunu alan "abla" yanıtlar: "Niye yatmamayım, ama daha sıkı doğum kontrolu yapardım".

Yaşamını 57 yaşında sona erdirecek sigaralardan, paketteki son dört tanesini, dışarıdan "abla"nın çığlıklarını dinleyerek içen annesi ve kimbilir nerede sakin görünmeye çalışarak dolanan babası için bu, ilk torun sahibi olma deneyimi!

Bir iğne ile sancı kalitesini artırma çabaları da pek işe yaramaz; süt verme komutunu beyne taşıyan hormonun sağlıklı salgılanabilmesi için normal doğum yapma konusunda ısrarlı "abla", bu kararını sorgulamaya başlamışken, doktorun işin uzamasının risklerini ortaya koyması üzerine kaburgaların altındaki rahat köşeciğini terketmeye niyetli görünmeyen bebeğe karşı bir seri eylem planı uygulamaya konur. "Abla"ya ıkın! emri veren iki ebe, sağlı sollu dirseklerinden kıvırdıkları kollarıyla karnındaki tümseği bastırarak aşağı kaydırmaya çalışırlar. Bir yandan ıkınan "abla", diğer yandan da doğumdan sonra günlerce üzerinden kamyon geçmişcesine sızlayan kaburgaları elverdiğince, derin soluklar almaya çalışır.

Böylece, Beyaz Gölge bittikten yaklaşık sekiz saat sonra, bedeninden ayırdıkları ıslak, kaygan, henüz soluk almayan başaşağı bebeği görüp "aaaa! kız!" diyen "abla", sesindeki mutluluğu farketmeyen ebeler tarafından "o da evlat, bak her şeyi sağlam, yerli yerinde" denilerek teselli edilir.

Temizlenen, bir soluk armağan edilen bebekle oturtulduğu tekerlekli sandalyede odasına götürülüp, yatağına yerleştirilen "abla"nın aklındaki ilk düşünce "artık zayıf bir yanım var!"

Anneanne ve büyükbabadan sonra bebeği ilk görenler, ODTÜ'de Ekonomi okuyup hafta sonu için Bolu'ya gelen küçük kız kardeş ile, geride doktor annesini, ablasını bırakıp Humeyni rejiminden kaçan İranlı, kara kaşlı kara gözlü kara saçlı güzel kız, yurt arkadaşı... Omuz başları tüylü, yüzü çizgi kahraman Mr. Magoo'yu andıran bebek, İstanbul'dan gelen babasıyla akşama doğru tanışır.

Ve "abla", bayıldığı ama bir sonrası olduğundan emin olamadığı için doğuma dayandırdığı yaşam planlarını, bu kez sağ ve sağlıklı bir kız çocuğu annesi olduğu bilinciyle yavaş yavaş yeniden yapmaya başlar.

2 Aralık 2008 Salı

11 çeviri ve telif eser içindeki tek kadın yazar, ailede sabrı, titizliği, kılı dört yüz yarmasıyla tanınan, ortanca kız kardeş!

Kedilerine kraker ve bir kap da süt koyan "abla" sırt çantasını yüklenip çıktığında, 8:00 servisine fazla zaman yoktur. Sert poyrazdan korunmak için iki durak geriye yürür, deli incirin altındaki, güneş sarısı koca kuru yaprakların dibine yığıldığı banka yerleşecekken gelen servise, usta, bahçıvan ve ev işlerine gelen hanımlar karmasına "günaydın" diyerek biner. Karaağaç pazarı için saat erken; bilge şoför Halil Ağabey'i, arkasındaki sıradan "kız kardeşim yazdığı bir ders kitabıyla ödül aldı, törene gidiyorum, Ankara'ya…" diyerek aydınlatıp Burhaniye Garajı'nda inerken "kim güzel çorba yapar sen bilirsin, nereye gideyim?" diyerek adres alan "abla", bol sirkeli az sarımsaklı paça'sını içer, otobüsün hareket saatine dek, kasabanın sakin sokaklarında dolanır.

10 saat sürecek yol, uzun; "abla" tek kişilik koltuğa yerleşir kulaklığını klâsik müziğe ayarlar, güneş depolamış ışık kurusu yapraklı ağaçlara hayran, molalarda ayazı hatırlayarak karanlıkta, en son ne zaman geldiğini çıkaramadığı Ankara'ya ulaşır.

Kız kardeşi yaşamını Bursa'ya kaydırdığından kombi küsmüş: Kardeşle, parkın ötesinde oturan yakın komşusu arkadaşı, onun acil yardımı ısıtaç ayakları dibinde, "abla"yı karşılarlar. Girişte oturan Rize, Güneyce'li teyzenin, gece 22:00 sularında, demlenmiş çay, karalahana sarma, bal, yağ, "kepeğini eletmediği kara un"dan yaptığı ekmekle tepeleme doldurduğu koca tepsiyle çıkagelip coşturduğu sohbet, kendine özgü güzelim Karadenizli lehçesiyle anlattığı hikâyeleriyle sürer.

Ertesi sabah, İstanbul'dan bir gece önce yola çıkıp kadroyu tamamlayan en küçük kız kardeşe, saat 9:00'da arkadaşların eklenmesiyle oluşan mini kortejin burnuna "yanık kahve etek ceket altına hangisi daha uygun?" karar veremediği yarım düzine çorabı, dayayan ortanca kız kardeş, jüri üyeliği, sempozyum, seminer, sunum… türü etkinliklerde tavan yapan heyecanını ise birkaç gün önceden başladığı, Passiflora içerek yatıştırmayı dener.

TÜBA Ödülleri'nin verileceği, Dışkapı'daki sonbahar güzeli Ziraat Fakültesi Dekanlık bahçesinde, izleyen dakikalar boyunca öncesi ve sonrasıyla töreni fotoğraflayan fedakâr kuzenle buluşulur, yüksek tavanlı, balkonlu salona geçilir. Yaklaşık iki saat süren törende, TÜBA Başkanı Prof. Dr. Yücel Kanpolat, "abla"nın pek beğenerek not aldığı, Galileo'nun yaşadığı dönemde kilisenin bilim karşıtı tavrını örneklemek üzere söylenmiş "üç doktorun olduğu yerde iki ateist mutlaka vardır", Kraliyet Akademisi girişindeki "kimsenin sözüne güvenme kendin araştır", bir Akademi amblemindeki çelengin ortasında yer alan, burnunu her yere soktuğundan –"abla"ya Robert Temple'ın Sirius Gizemi kitabını hatırlatan- çakalla örneklediği konuşmasını, "Akademiler insanlığın yaşamına yön verirler, örnek kişileri seçmelidirler" diyerek sonlandırır. Prof. Dr. Ayhan O. Çavdar'ın yaptığı, TÜBA'nin kurucularından, 80 yıllık ömrünü 54 kitap, 1500 makale, çok sayıda ödülle donatan bilim, sanat insanı Metin And'ı anan konuşmanın ardından 151 eser arasından seçilen, aralarında Sosyal Bilimler dalında, "abla"nın ortanca kız kardeşinin yazdığı Temel Sembolik Mantık kitabının da bulunduğu -14'ü mansiyon alan- 25 telif ve çeviri kitaba plaketleri verilir. 11 çeviri ve telif eser içindeki tek kadın yazar, ailede sabrı, titizliği, kılı dört yüz yarmasıyla tanınan, -neredeyse felsefe okuyup yazmak için doğmuş- ortanca kız kardeş!


Oğuz Atay'ın, evde sevilerek okunan, "abla"nın bayıldığı romanı Tutunamayanlar'dan sonra, ortanca kız kardeşin akademik bir rota tutturacağının anlaşılması üzerine annelerinin sık sık alıntılar yaptığı, Prof.
Mustafa İnan'ın hayatını konu eden Bir Bilim Adamının Romanı çevresinde yapılan konuşmaları, "bir bilim insanının ne emekle yetiştiğini, nasıl fedakârlık gerektirdiğini…" kendini vakfetmeye hazır, sevgiyle tekrarlayan, bu törende bulunmakla kim bilir ne mutlu olabilecek annelerinin hatırası neyse ki, tören sırasında "abla"yı -ürktüğü gibi- ağlatmaz. Bunda, annelerini temsil etmek üzere Ankara'ya gelip törene çok katılmak istediği halde katılamayan, yola çıkmadan arayıp özür belirterek, ailenin büyüğü saydığı "abla"yı kutlayan teyzenin, orada olmayışının etkisi yadsınamaz.

Oto yarışçısı kuzenin, arabalardan hiç anlamayan "abla"nın bile dikkatini çeken iç tasarımıyla "özel", "Türkiye'deki üç taneden biri" olduğunu söylediği arabası, günün kahramanlarını toparlar; biri, alt/üst geçitlerle alt üst edilmiş Ankara trafiğinde zor bulunan yol üzerinde bırakılan, diğeriyle Kasım sonu güneşinin nazlanmadan ısıtıp ışıttığı bir cafe önünde vedalaşılan arkadaşlardan kalanla, gün akşama erer. Bir kutlama ziyareti ardından kız kardeşler, -kendileri de birer, birer buçuk saat sonra İstanbul ve Bursa yönüne, yola çıkmak üzere- 22:00'de Sarımsaklı yönüne gidecek otobüse "abla"larını bindirir, hafifçe yağmaya başlayan yağmur altında, uğurlarlar.

8:00'de sitede olması gereken 7:30 Burhaniye çıkışlı servise ucu ucuna yetişen "abla", Halil Ağabey'le "günaydın"laşır, törenin kısa raporunu verir, evine doğru yola çıkar.

25 Kasım 2008 Salı

“Abla”nın, ölümler arasında tuhaf -hatta eğlenceli- paralellikler kuran tavrının tek açıklaması...

Kasım’ın 25’ini 26’sına bağlayan gece, karanlık. Geride kalan arabalı vapur iskelesine yayılmış üç beş parça ışık küçülür, karşı kıyıdakiler henüz pek zayıfken, huzursuz, rahatsız uykusu arasında, otobüsün karanlığına doğru pes perdeden “Deniz, Filiz!” denilerek tekrarlanan isimler bilincinde yankılanan “abla” ayılır, kız kardeşini dürter, “uyan” der sessizce, “bu biziz!” Horultulu, homurtulu karanlık içinde, kendilerini el-kulak yordamıyla arayan muavinle buluşup aşağı inerler: Bir gün önce İzmir’e gelip, zatüre teşhisiyle kaldırıldığı hastanede ziyaret ettikleri, kötü haber tez ulaşır atasözü uyarınca, İstanbul’a dönüş yolculuğunda, babalarının vefatını öğrenen kız kardeşler, arabalı vapurdan hiç inmeden, geldikleri yöne, İzmir’e giden bir başka otobüse aktarılırlar.

Kalabalık aile fertlerinin, “gençliğinde de bir kez zatüre geçirdiği”ni konuştuğu odada üç kız kardeşin, ara sıra daldığı uykusu aralandıkça, torunundan, işlerinden, hayatlarından, “abla”nın yeni kedisi Lucky’den söz ettikleri babalarıyla vedalaştıkları, bilincinde olsalar daha farklı olacağı kesin, hastane ziyareti çok uzun sürmez. Kardeşler ertesi sabah işbaşı yapmak üzere, yarısından geri dönecekleri yollara dökülürler.

Biri Ankara, ikisi İstanbul yolundan dönen kardeşler, “abla”nın, “sanki bir cinayet de, ipuçlarını yok etme niyetiyle…” diye düşünüp, niye bu kadar acele edildiğini anlamadığı, “bir an önce toprağa verelim” telaşı ile, öğleyin defnedilen cenazeye yetişemez ve mezarlık ziyaretiyle yetinirler.

O harala gürele arasında “abla”, -nasıl olduysa kulağına değen- bir gün önce AIDS’ten ölerek tüm Dünyanın dikkatini bu hastalığa çeken Freddy Mercury ile ilgili bir program üzerine, “babam tanır mıydı acaba, tanıyıp beğenseydi orada karşılaştıklarında sevinir miydi?” dediği kardeşlerinden -ciddiyetsizliği yüzünden- sıkı azar işitir.

1946’da, Farsî bir ailenin oğlu olarak Zanzibar’da doğan, teyze, büyükanne yanında büyürken Hindistan ve İngiltere’de, aralarında müziğin, -grafiker olduğundan “abla”nın pek yakınlık duyduğu- grafiğin de bulunduğu güzel sanatlar eğitimi alan Freddy Mercury, konuşurken bariton, şarkı söylerken rahatça tenora ulaşan 4 oktavlık çok özel bir sese sahipmiş!

Ölümüyle AIDS hakkında güçlü bilinç değişimini sağlayan sanatçı ile, oradaki kaymakamlığı sırasında, çok zaman ayırarak, titiz, ayrıntılı, özenli çalışma ile yazdığı Soma kitabı dışında, kendilerine yeten üç kız ve bir torun ile geleceğe uzanan, gününün değer yargılarına uygun, örnek, erdemli yaşamı sessizce sona eren “abla”nın sevgili babası arasında, 1991 yılının, 24 ve 25 Kasım’ında ölmüş olmaları dışında ortak yan yok.

“Abla”nın, ölümler arasında tuhaf -hatta eğlenceli- paralellikler kuran, dışarıdan bakanı kızdırıp “ölümü hafife alıyormuş gibi” görünmesine neden olan bu tavrının tek açıklaması, başlarda, herkesinki gibi kendi yüreğinde de derin yeri olan ölüm korkusuyla başa çıkabilmek iken, sonraları bilgi biriktirdikçe, hakkındaki fikrini değiştirip, boyutlar arası bir geçişten ibaret olduğuna aklı yattıktan sonra ölümü, gerçekte, eskisi kadar korkunç bulmaması!

Bu bilinçle, -bu kez ölmeksizin bir sonraki yaşamına geçmeyi başaramazsa- kendi ölümünü, açılmaya, derinine dalmaya hep ürktüğü yaşamdan ayrılırken, derinleştikçe ilginç olan su derinliğinin mağaralarını, dip akıntılarını, ışığın yeni renklerini, yolda rastlaştığı yaratıkları, bu arada hayatta kalma içgüdüsüyle bedeninin –belki de- acı veren tepkilerini merakla gözlerken, uzun zaman önce “öğrenmek üzere” ayrıldığı, özlemini yüreğinin bir köşesinde hüzünle taşıdığı yuvaya, yeniden, parçalarını içinde taşıdığı Tanrı’yla “bir” olmanın sonsuz huzuruna dönmenin vereceği sevinçle izleyeceği kesin!

19 Kasım 2008 Çarşamba

"Hak yok, vazife vardır!"

Çocuk hakları! "Abla"nın aklına ilk gelen, hayranlıkla izlediği bir Abbas Kiarostami filmi: Arkadaşımın Evi Nerede? Küçük bir oğlan okul dönüşü, yanlışlıkla aldığı defterini geri vermek üzere, arkadaşının evini, iç burkan film boyunca, kendisini saydam sayıp, sorularını duymayan büyüklerin etekleri arasında çaresizce dolanarak arar...

"Abla", çocuk haklarının değil, genç Cumhuriyet'in, "hak yok, vazife vardır!" diyen, görevinin, sorumluluklarının bilincinde fertleri toplumunda; çocukların temiz, terbiyeli, sessiz, saygılı, akıllı, düzenli olmaları, büyüklerin sözünü kesmemeleri, ağızda lokma varken konuşmamaları, koşmamalarının... beklendiği bir ortamda büyür. Yapısından da aldığı destekle, entellektüel yanına, akla, bilgiye, elinden geldiğince yatırım yapar, okur, güzel resim yapar, yeteneği desteklenir. "Abla", en büyük çocuk olmaktan da kaynaklanan beklentileri var gücüyle karşılamaya çalışırken, hemen hemen aynı zaman aralığında, Atlantik'in ötesindeki ülkede, -o dönemde yapılmış ve yapılagelen filmlerden izlediği kadarıyla- "honey", "sweetheart" diye çağrılan, görevden habersiz, sınırsız hak sahibi mutlu çocuklar büyümektedir.

Zaman geçer, "abla" anne olur; kendisine uygulanan eğitim kalıbını, başka türlüsünü bilmediğinden kızına uygular. Elbette, birkaç adım daha atar; durumun gereklerine uygun "çeviri kitaplar" alıp okuyarak, ana-babadan gelen tarzın, azıcık dışına taşar. Ortaokulda, çocukları sıra dayağına çeken bir öğretmen yüzünden, "ben bir fiske vurmadan bu yaşa getirdim, bu adam nasıl..." diyerek ortalığı ayağa kaldıran bir anne karşısında "abla", kendince, "çocuğumu hayatı boyunca sarmalayıp korumam mümkün değil, yaşamın sertlikleriyle de karşılaşmalı" düşüncesiyle tepkisiz kalır.

Kız büyür, haklarından çok sorumluluklarının bilincinde bir genç kız olarak liseyi, dört yıl boyunca evden uzakta, sorunsuz -elbette, "abla"nın, kız kardeşlerinin, çok sevgili bir arkadaşının bitip tükenmez Kütahya ziyaretleri desteğiyle- bitirir. Hakları hakkında bir beklenti ortaya koymadan, doğru seçimler yapar; işini ve eşini doğru seçer, yaşam yoluna düşer.

Kızıyla karşılaştırdığında, görev bilincinden çok, hakları, rahatları, mutluluk ve tatminleri uyarınca, "ben bir fiske vurmadan... ekolü"nce yetiştirilen çocukların, günümüz gençlerinin, ortaya hiçbir şey koymaksızın herşeyi edinme arzularını şaşırtıcı bulmayan "abla", bu eğilimin doğal sonucu, 80'li yıllarda, "aşırı sevgi ve hoşgörü" önerdiği bebek-çocuk bakım kitapları kapış kapış satılan Dr. Benjamin Spock'un, 1998'de 94 yaşında ölmeden bir zaman önce, Atlantik'in ötesindeki "sweetheart"ların, kendilerini, Dünyanın sahibi ilân edip oraya buraya "ille de barış götüreceğiz!" diyerek saldırıp neden oldukları yıkımlar üzerine, "pişmanlık belirttiğini" okuduğunu hatırlar.

"Çocuk Hakları" terimiyle kastedilenin, bir sohbet sırasında hukukçu annesinin söylediği gibi ihmâle uğramış, ebeveyni tarafından yok sayılmış, hak sahibi olmak bir yana, hakkından gelinmiş çocuğa, en alt düzeyde, sağlıklı büyüme şartlarının, temiz çevre, beslenme, okul... sağlanması demek olduğunu öğrenen "abla"nın, son zamanlarda buna eklediği bilgi ise, ne yazık ki, yasalarla garanti altına alınamayan, olmazsa olmaz, bağışıklık sistemi üzerindeki yaşamsal etkisi kanıtlanmış sevgidir.

Sonuçta, sağduyusu Basiret Hanım'a kulak veren "abla"nın vardığı nokta; yaşamın her alanında olduğu gibi, aşırı sevgi ve hoşgörünün neden olduğu doyumsuzluk, mutsuzluk, saldırganlık rotasını izlemek yerine, verilenin alınanla dengelendiği, yaşamın sorumluluğunu alan, haklarını görevleriyle dengeleyen, dengeli beslenip dengeli sevilen çocuklar yetiştirebilmek en doğrusu!

11 Kasım 2008 Salı

“Dııııııt, dııııııt, dııııııt, dııııııt!”: Bu bir seçim anı!

Dııııııt, dııııııt, dııııııt, dııııııt! Aranan numaranın meşgul olduğunu, sabrını zorlayarak bildiren ses sürer, egosu Sebastian’ın sevinçle yaratıp kabarttığı öfkesi doruğa yükselirken, kontrolü bir anlığına, güçlükle ele geçiren sağduyusu Basiret Hanım’ın telkini üzerine “abla” deriiiin bir soluk alır, düşünür ve fark eder ki bu bir seçim anı! Sebastian’a uyar da öfkeyi beslerse, akan zamanla zıtlaşıp direterek firmanın telefonunu –belki- düşürebilecek ama, onu öğle otobüsüne aktarırlarsa, evine gidecek son servisi kaçıracak! İkinci seçenek, Basiret Hanım’a uyup işi akışına bırakırsa, her şey olacağına varacak! Gönlü Basiret Hanım’dan yana, aldığı derin soluğu salarak, ara terminaldeki havlucunun duvarına yapışık genel telefonu kapatan “abla”, telefon kartını çıkarır, cüzdanına koyar, otoyol yoncasından dönüp gelen otobüsleri gözlemeye, şehirlerarası yol kıyısına, kurumuş yaprakları boş bulunanı yerinden sıçratan bir hışırtıyla düşen çınarın altına konmuş ahşap sıraya döner.

9:00’da terminalden çıkan Balıkesir otobüsünü karşılamak üzere bindiği servisin, kendisini 9:17’de bıraktığı noktayı birkaç dakikalığına tuvalete gitmesi ile dönmesinin bir olması dışında hiç terk etmez: “Abla”nın amacı, erken saatte Burhaniye’ye otobüs bulamadığından, Balıkesir’den aktarma yapmak, pazardan bir iki sebze alıp son servisle evine ulaşmak!

Servisle gelirken tanıştıkları, üniversite hastanesine tahlil için idrar bırakıp memleketi Bandırma’ya dönen, arabanın açık radyosundan, 9:05’te sireni duyduklarında nûr içinde yatsın, bak böyle bir başımıza, nerden nereye gidip gelebiliyoruz, istediğimiz gibi, -eliyle yüzünün yarısını örtüp- peçesiz… diyen, Erdek’in kirazı, Edincik’in beyazı -insanları pek beyazdır oranın, artık havasından mı suyundan mı bilmem-, Bandırma’nın ayazı! deyimini kendisine armağan eden hanımı, sarılıp vedalaşarak yolculayan “abla”, onun ardı sıra öğretmen emeklisi yaşlı çifti İzmir’e, oğlunun desteğinde yavaş yavaş yürüyebilen ameliyatlı hanımı Çanakkale’ye uğurlar. En çok yarım saatte terminalden “abla”nın bulunduğu noktaya ulaşması gereken otobüs ortalarda yok!

10:30; kendi otobüsünden bir saat sonra yola çıkıp, ara terminalde duraklayarak yolcu alan Balıkesir otobüsü görevlileri, biletini inceledikleri ve bir önceki otobüsün almayı unuttuğu 4 numara olduğunu anladıkları “abla”nın dayatması üzerine, tavırlarına bakılırsa, sıkça rastlanan durumu telefonla otogara bildirip bu otobüste yer olmadığını belirterek, bir sonrakini beklemesini önerir, yola koyulurlar. Tepesinin tasının atmasına neden olup dııııııt, dııııııt, dııııııt!lar ardından vuruşma ya da sükûnet seçim anına varan “abla”nın hikâyesinin bir kısmı budur.

Akıntıya kürek çekmeyi bırakıp, Basiret Hanım’ın bilge önerisi uyarınca her işi olacağına bırakan “abla”, 11:00’de gelen ve bir olay çıkarması beklenen 4 numarayı ayakta karşılayan şoför ve muavinin olağanüstü şefkatiyle Balıkesir’e ulaştırılır. 13:20 Burhaniye arabasına aldığı biletle, çınarın altından ahbabı teyzeyle yan yana yolculuk ederler. Beni de der teyze unuttulardı, bunlar değil başka firma, yine gözüm için gelmiştim hastaneye, bekliyorum ne gelen vaaar, ne giden, sonra –refüjü göstererek- şunların üzerinden atlayıp karşıya geçtimdi, hava soğuk, böyle kan ter içinde kaldım sıkıntımdan, sesli ağladım, Allah inandırsın!

Yol uzun; sohbet sürer. Kendi de hazırlasa her akşam bir bardak rakısını, geçirdiği kalp krizine karşın içen kocasına kızgın teyze, “abla”nın vallaha ben de ara sıra özlemiyor değilim, şöyle sadece buz koyup koklaya çalkalaya rakı içmeyi… sözlerine, şaşkınlıkla dargınlık arası aaaa! haram! deyip, bir elini ağzına kapatıp öteki elini “abla”nın dizine vura vura gösterdiği tepkiyle içten, ikiletmeden anlatır: Bir kızı anlaşmış, biri görücü usulü evlenmiş. Üçüncüyü ise, bir akrabalarını uğurlarken çok beğenen otobüsün şoförü, molada akrabalardan, niyetini belirterek adres istemiş. Annesini kızı istemeye yolladığında, o karanlıkta nasıl görmüşse der teyze, dünürü tembihlemiş, evde başka kız varsa, yanağında ben olanı isteyeceksin ha, diyerek! Vermezlendim, çok genç, daha 16 yaşında, hem de Bursa’ya, Dünya’da olmaz! Damat diyor ki, şuraya çadır kurarım her gün isterim, üç, dört, ben hayır! diyorum, sonra babası araştırdı, bunlar çok iyi aileymiş, verdik, şimdi çok mutlu, Allah acılarını göstermesin, bana anne demez, hep annecim!

15:20’de Burhaniye’ye varan, 11 gün hastanede yatıp …küçücük çocuk, babasının yanında dolanırken gözüne testere girmiş, adamın biri, devesi varmış, semerini dikeyim derken biz kurtulmuş gözüne saplanmış, gencecik kadın, mangal için çıra yarayım derken kıymık saplanmış, dokuz boncuk yaş döküyor kör oldum diye, insan ötekileri görünce haline şükrediyor deyip evini, çocuklarını çok özlemiş teyze önde, “abla” arkada inerler.

Bir saat sonra, akşam pazarı karnabahar, maydanoz, taze soğan yüklenmiş, yol çantası sırtında “abla” son servise binerken şoföre anlatır: Yaa işte böyle Halil Ağabey, koca otobüs beni unutup geçti gitti!

1 Kasım 2008 Cumartesi

Bir ölüm haberi!

Yaz boyunca, üçü telefonla ulaşmış dört ölüm haberinden sonuncusunu, küçük kız kardeşi, gazete ilanıyla öğrenir ve "abla"sını bir maille haberdar eder. İlk üçü Allah sıralı ölüm versin! türünden, hele "abla"nın, Türkiye’nin ilk öğretmenlerden olup, at üzerinde tayin olduğu köye giderken yolunu kesenlere öğretmen olduğunu söylediğinde, “muallime hanım”a köye dek eşlik ettikleri, kocasının erken ölümü üzerine, şaraphaneyi çekip çevirirken dört çocuğunu da “of!” demeden büyüten devlet gibi kadın, halasının 95 yaşında ölümü, ölümden çok neredeyse sürpriz!

Annesinin bir kuzeni ile, "abla"nın, çok sevdiği eski arkadaşının babasının vefatı, ülkenin ortalama erkek yaşam süresini tamamlamış ölümler.

Sonuncu ise, genç değil, yaşlı da değil, arada; 50'li yaşlarda bir ölüm.

Nedeni
, "abla"nın ortanca kız kardeşinin bu ve benzer bir sözcük duyduğunda, sağına soluna bakınarak hızlıca bir parça tahta araştırıp, kıvırdığı işaret parmağıyla takırdadığı, kanser! Ailenin bir kaç ferdinin tıp camiası içinden olmaları dolayısıyla, bilinen en yeni yöntemlerin, ilâçların kullanıldığı sağaltma (?) süreci, çok uzun sürmez. Bu, Allah hayırlı ölüm versin! kategorisinde bir ölüm.

Yıllar önce, ilk kez, annesini kanserden kaybetmiş bir başka sevgili arkadaşının anneannesinden duyup şaşırdığı ölümün hayırlısı mı olur? diyerek durup durup takıldığı bu yaklaşım, o yaşında “abla” için epey fazla yenidir. Zaman içinde bu yaklaşımla yakınlaşan “abla”, belki ilk kez bu son ölüme net şekilde “hayırlı ölüm” teşhisi kor: Her biri, bir üçüncü dünya ülkesi yıllık bütçesine denk tedavi seans giderleri yükselişteyken, hastalık seyir çizgisi iniştedir. Aile sessizce, derin bir tevekkülle geliş(me)meleri izlerken, -yeni evli- adamın eşi, durumun gerektirdiği olgunluğa ulaşacak zaman bulamadığından, ya da eşine alışıp, eksikliğinin anlamını kavrayacak kadar evli kalmadıklarından, belki sadece ölüme tanıklık edecek gücü bulamadığından, bir başka kanserli ura dönüşen aile içi ilişkiyi yadsır ve yavaşça ortadan kaybolur. Ölmekte olan adamın kardeşi, emekli olup yaşamını sakin bir kıyı kasabasına taşımayı düşünürken, yaşamı duraksar, sabırla bir iyi haber, bir gelişme bekler. En kötüsü ise, hasta, yaşamla bağını koparmış gibidir… Bir yığın çözümsüz durumun/düğümün, ne genç ne yaşlı adamın ölümüyle çözümlenmesi, diye düşünür “abla”, hayırlı ölüm değil de nedir?

Benzer durumda “abla”, kendisi için, kız kardeşlerinin tüylerini diken diken ederek, açık-net süreç ve sonuç bilgisi, başarabilirse, tedavi (!) değil, yaşam kalitesini olabildiğince sabit tutma talep eder: Ego’su Sebastian’ın bekâra karı boşamak kolay! vızıltısına kulak vermeksizin… Çok malı mülkü olduğundan değil, olmadığından, çocuklar der, bir yığın veraset intikâl vergisi ödemesinler, bir de yığınla kâğıt, kürek işlerle uğraşmasınlar, onca iş güçleri arasında… Niyeti, annesinin dolabını boşaltırlarken buldukları, cepleri teyelli hiç giyilmemiş cekete, üç kız kardeş ne ağladıklarını hatırlayıp, kendi giysilerini/eşyalarını dağıtmak, bir başka ülkeye hiç dönmemecesine gider gibi dolaplarını boşaltmak, üzüntüye neden olabilecek tüm izleri yok etmek… Ardından, 40’lı yaşlarında soruşturup öğrendiğine göre bağışladığı organlarının miadı dolmuş olabileceğinden, kadavra olmak üzere nereye teslim edileceğini araştırıp gereğini yapmak…

Başlarda, tamamıyla pratik kaygılarla “öz son kullanma kılavuzu” düzenleyip, yine 40’lı yaşlarından başlayarak ölümü araştırırken, her zaman şüphelendiği reenkarnasyon bilgisiyle karşılaşır: Ruhun sonsuzluğu, “bir kullanımlık olamayacak kadar değerli” olduğu fikri, “abla”nın, uzun zamandır aradığı, hiç beklemediği bir anda nerede olduğunu hatırladığı bir şeyin verdiği huzur, mutluluk duygusu eşliğinde gelir. Kutsal kitaplarda, okült bilgide tekrarlanan öte âleme geçişin, korkulacak bir şey olmadığı düşüncesi içine sinerken “abla” bir de bakar ki, asıl korkusu ölmek değil, 1999 depreminde iyice farkına vardığı gibi ölememek! Bir yandan da, ölüm hakkında hiç düşünmeksizin, doğar doğmaz ölmeye başlayarak, binlerce kez ölmüş olmaktan da büyük yorgunluk duyar. Umudu; Yeni Çağ’cılardan duyduğu, Maya’ların 5. Güneş, Zamanların Sonu diye adlandırdıkları, içinde bulunulan zamanı, artık nasıl olacaksa Dünya ile birlikte boyut değiştirerek, bu kez ölmeksizin, bir sonraki yaşama geçmek!

Onpunto’dan bir blogdaşının, Mardin Kapısı’ndan aaaatlayamaaadım, liralarım döküldüüüğü, tooooplayamaaaadım... diyerek dalga geçtiği bu düşünce, araştırıp okudukça, üzerinde sakince düşünüp derinleştikçe, “abla”nın aklına yatmakta!..

23 Ekim 2008 Perşembe

Ekran Koruma'nın başına bir şey mi geldi?

Sabahtan beri, Çomar'ın çocuklarıyla oynadığı, meme verdiği, güneş ışığıyla birlikte yer değiştirerek uyuyup sonunda güneş batınca geceyi geçirmek üzere bir kuytuya yollandıkları verandayı gözleyen "abla" kaygılı! Çomar'ın oğullarından biri, "abla"nın sevgilisi, bilgisayar ekranından kendisine bakan şehlâ kedi resmine çok benzediğinden adı Ekran Koruma, ortalarda yok!

"Abla"nın, üç öğün mama, iki öğün de süt servisi yaptığı, Çomar, beyazı bol tekir kızı iki gözünün birbirinden azıcık uzaklığı nedeniyle, adı Romy Schneider, sarışın, yeşil gözlü, ipek tüylü tabby oğlu Brad Pitt, şehlâ Ekran Koruma'nın aynı yumurta ikizi beyazı az tekir oğlu Lekeli Burun, gruptaki eksikliği farketmişe benzemez.

Verandaya leğen içinde nakledildikleri ilk günlerden beri "abla", bir çekingen, kibar tabiatlı Brad Pitt'i, bir de, berikinden az yırtık Ekran Koruma'yı nedendir bilmez, diğer ikiliden fazla sever. Sabah uyandığında, az sonra gidip bu ikisini göreceğini düşününce içi kıpır kıpır olan "abla"nın, bu ikisine âşık olduğu rahatça söylenebilir. İstanbul'da olduğu süre boyunca, dönüşünde sevgililerini bulamama ihtimaliyle içi titrer. Bereket, komşuları arada yemek, bahçıvan da odunluğa bıraktığı mama torbasından çanaklarına birşeyler bırakmış da Çomar'la bebekliği geride kalmış, tel kapıya tırmanma huyları geride kalmamış çocukları dağılıp gitmemiş.

Dönüşünün ikinci günü, öğleden sonra, Çomar'ın keşif ziyareti sonrası "abla"nın varlığı sezilir sezilmez önce Ekran Koruma, ardında Lekeli Burun, Brad Pitt, iki gün sonra da yemekleri beğenip postu serdiği komşusunun "Dilli, bundan, kendi yavrusunu kıskanıyor" diyerek getirdiği Romy Schneider'le kadro tamamlanır.

"Abla"nın temizleyip düzenlediği verandanın önünde, ne aksilik, koca bir kepçe, kedi ailesinin henüz kavuştuğu huzura gölge düşürür. Adamların derdi, yağmurlar başlamadan 30 yılda dağılmış eski kanalizasyon künklerini, plastik olanlarıyla değiştirmek. Kepçe, traktör homurtuları arasında, ürküntüyle kulakları sırtlarına yapışık da olsa Çomar'ın çocukları, "abla"nın korkularının tersine, onu hatırladıklarını, tanıdıklarını dahası özlediklerini, paçalarından yukarı tırmanarak, giysisi üzerindeki hareketli her parçaya ayrı atlayarak, düşen perçemini hizalayamayıp yüzünü gözünü Bursa'lı kapıcının dediği gibi cırarak, kanıtlarlar.

Bir kaç günlük mutluluk, "abla"nın en temel sorularından biriyle, sevgiliye sahip olmadan sevmek meselesiyle yüzleştiği akşam saatlerinden beri gölgeli; Ekran Koruma'nın başına bir şey mi geldi?

9 Ekim 2008 Perşembe

Aklı erenlerin "çok şükür bu sayede Amerika’daki ekonomik krizi atlattık!" dedikleri uzun bayram tatili...

Sepet peyniri, kırma zeytin, nohut mayası ekmek, yaseminli yeşil çaydan mürekkep kahvaltısı, tepside kucağında, “abla”nın her hareketini algılayan duyarlı dedektör meraklı kedicikler tel sürgülü kapıda asılı... Mutluluk bu! diye düşünen “abla”nın içinde, bir gece önce gördüğü rüyaya –öleli epey zaman geçmiş Lucky kayıp, üçüncü gün olduğu halde görünmemiş, “abla” merakla, geniş, rahatsız bir mekânda arar, arar, arar...- bağladığı bir huzursuz kıpırtı!

Telefonda, birkaç saat sonra uzun tatili fırsat bilip, epeydir planladığı Afrika Safari gezisi için Havaş’a teslim olması gereken küçük kız kardeşi; ağlamaklı, emektar kedisinin hastalığının ağırlaştığını, yolculuğunu iptal etmeyi planladığını söylemekte! Kedinin, o yanında olsa da olmasa da, ölecekse öleceğini, dışardan bakana acımasız görünebilecek bir üslupla belirten “abla” bir buçuk saat sonra Karaağaç’tan otobüse binip, akşam hasta kediye ulaşacağını söyler, sen selâmetle git, aklın geride kalmasın deyip kardeşiyle vedalaşır.

İstanbul’a vardığında, toplu göçü andırır terminal manzarasına bakan “abla”nın ilk saptaması; 2008 yılında iki kez tekrarlanacak en uzun tatil fırsatını değerlendirmek isteyenlerin sayısı yabana atılır gibi değil!

Kardeşinin anlatmasına bakarak hareketleri ağırlaşmış, bedeni soğuk hayvancağızı ölmüş, katılaşmış bulacağını sanan “abla”, kediyi çok halsiz ama hayatta bulunca sevinir; İstanbul’da kedi gömecek toprak bulamayacağını düşünerek yaptığı, iyice sarıp sarmalar bavula koyarım, gece yola çıkar ertesi gün de -yaz kış yaşadığı yazlıkta- bahçede gömerim plânını ertesi sabaha dek erteler.

Arka balkonda bulduğu kedi Pamuk’un salona “abla"nın yanına gelmesi 45 dakika alır. Aile hekimine dönüşmüş veterinerin, akciğerindeki doku harabiyetini azıcık onarsın, öksürmesini azaltsın diyerek yaptığı antibiyotik, vitamin ve doku yenileyici iğnelerin etkisiyle mi, hastalığın seyrinden mi yorgun, bilinmez, 15 yaşındaki yaşlı beden, “abla”nın dokunmasına izin vermez.

Ertesi sabah uyanır uyanmaz ilk iş Pamuk’u kontrol eden “abla” onu hayatta bulunca, ortanca kız kardeşini arar, beklenmedik durumu aktarır, bayram tatili için yanına, planladıkları gibi yazlığa geleceğine, rotasını İstanbul’a çevirmesini söyler. Akşam saatleri Pamuk’un iki bakıcısı olmuştur, ortanca kız kardeş sonsuz sabır, hoşgörü ve sevgiyle kediyi bir tür yoğun bakıma alır.

Aklı erenlerin, çok şükür bu sayede Amerika’daki ekonomik krizi atlattık
! dedikleri uzun bayram tatili, öğlene dek Pamuk’a yoğun terapi, öğleden sonraları ise kız kardeşlerin kültür faaliyetleriyle geçer. Caddede ödüllü iki film görürler, Tatil Kitabı ve Gölgeler, beğenirler, Pera Müzesi’nde bayıldıkları, Doğu’nun Cazibesi başlıklı sergiyi, bir başka gün yine Pera’daki kalıcı sergileri gezerler, eh! ayağımıza kadar gelmiş, daha ne olsun? deyip Sabancı Müzesi’ne dehasına hayran oldukları Dali sergisini görmeye Emirgân’a giderler. Bir akşam sinema dönüşü, geç saate kadar Abdi İpekçi Caddesi’ne yayılmış “ayakkabı” düzenlemelerini incelerler. Akşam yemeklerini değişik yerlerde yiyip -her seferinde biraz kaygıyla- eve, Pamuk’a dönerler. Yavaş da olsa kedi, olabildiğince iyileşir, arada hiç adeti olmadığı halde pide içi yer, biraz boza, kefir yalar, evde kısa bir bayram havası yaşanır. Telefon mesajıyla Afrika’da bir kaç ülkeye, Pamuk’un sağlık durumu hakkında, az önce (her zaman yaptığı biçimde suya soktuğu elini yalayarak) bol su içti, demin kraker yedi, akşamüstü (evin diğer kedisi, bir zamanlar eşi olmuş) kız kediyi kovaladı, dün akşam bizi kovaladı... türünden iyi haberler iletilir.

Sonunda tatil biter, ortanca evine, kedinin sahibesi küçük kız kardeş de kendi evine döner. Kediden fazlaca bir şeye, bir çeşit insana dönüşmüş Pamuk’la, bu kimlik bunalımının görünümleri yüzünden çok arası olmasa da “abla”, yeni doğmuş bebek kedilerine, hatta sağır olan iki gözü farklı renkteki oğluna yaptığı muhteşem babalığı abartarak meme vermesiyle (evet, meme! “abla” da gözüyle görmüş olmasa inanmaz) haklı hayranlığını kazanan bu özel kediyi sahibine sâlimen devretmenin huzuruyla İstanbul’daki adresine, kızının yanına geçer.

Amacı 10 Ekim’de başlayacak Filmekimi’ni izleyip, çok özlediği, her birini analarının boyuna ulaşmış bulacağı kesin, Çomar’ın bebelerini görmeyi umut ettiği evine dönmek...

13 Eylül 2008 Cumartesi

"Abla"nın işi gücü boşlayıp kendini, bebek kedi terapisine bıraktığı muhteşem güzellikte bir dönem başlar!


Hafta sonu buluştukları, yazdığı mantık ders kitabı TÜBA'dan ödül aldığından ağzı kulaklarında ortanca kız kardeşlerini yolculayan "abla" ile, evine gece yolculuğuyla dönecek küçük kız kardeş yılın en önemli operasyonu için hazır!

Birkaç gün önce, yazlıkçılardan evini kapatıp döneceğini bildiren bir hanım, uzun süredir girişe, masa altına yerleşmiş Çomar ve bebelerini alıp almayacağını sorup karşılığında körün derdi bir göz, Allah verdi dört göz diyen "abla"nın onayını alır. Yılın en önemli operasyonu, bebelerin, analarını huzursuz etmeden, yaklaşık beş bahçe boyunca taşınıp "abla"nın verandasına yerleştirilmesinden ibaretse de, benzer operasyonlar yaşamış kardeşler zorlukların farkındadırlar!

Cabbar cevval analığı süresince dört kez taşıdığı bebelerine yanaştırmadığı, ancak o ortalarda yokken küçükleri eve alıp seven, şaşkınlıklarını aaaa, sizi tırmalamadı, ısırmıyor da... diye ifade ettikleri Çomar'ın diş ve tırnağından epey nasiplenmişe benzeyen ev halkı, operasyonu, tel kapı ardından izler. "Abla"nın küçük kız kardeşi, kokuları yadırgamasınlar diye havlu döşeli küçük leğeni, içinde üç bebe ile alır, kaçma çabalarını leğeni göğsüne bastırarak engellemeye çalışırken bir yandan da yürüyerek tipik bir Notre Dame'ın Kamburu Quasimodo çeşitlemesi sergiler. "Abla"nın işi biraz daha zor; ensesinden tutup gözü hizasında sallandırdığı bebesine karşın Çomar, dört kez terk etmekte oldukları eve dönüp acıklı acıklı bağırarak, aşmaları gereken -mendil büyüklüğünde- topu topu beş bahçe boyu uzaklığı "abla"nın beş futbol sahası gibi algılamasına neden olur.

İlk iş, verandadaki masa eski çarşaflarla örtülerek, terk edilen evdeki gibi, güvenli bir masa altı atmosferi sağlanır. Bir önceki kış Çomar küçücük bir kediyken, büyükler tarafından hırpalanmadan mamasını yiyebilsin diye "abla"nın ters çevirip üzerine kapattığı, içeri de bir bardak kuru mama attığı kırmızı plastik leğene, bu tür işler için hazırda tutulan pazen eski bir gecelik, yumuşak bir sabahlık özenle yayılır. Bebelerin ve analarının yanı başına bir tas su, bir tas yarım yağlı süt, bir tabak da kuru mama konur.

Aksilik bu ya, aynı gece şimşekli, gök gürültülü bir yağmur!

"Abla" ertesi sabah, masa örtüsünün yağmurla ıslanmış ucunu korka korka kaldırıp da analarının memesine yapışmış bebeleri görünce, neyse Çomar hava muhalefetini benden bilip bebeleri taşımamış çok şükür deyip deriiiiin bir oh! çeker.

İzleyen günlerde, "abla"nın, kuru mamayla tanışan bebelerin kakalarıyla tanışması çok sürmez. Masanın altındaki kuytuyu yıkadıktan sonra olay mahaline, orayı bellemesinler diye beyaz zambak kolonyası serper: Bu işe yarar! Birkaç işeme sonrası leğendeki yerini gazete kâğıdına bırakan sabahlık ve gecelikteki keskin koku, Çomar'ın, bir gün verandada hiç kedi göremeyip telâşa kapılan "abla"nın kulağına ulaşan çıtırtıların kaynağını ararken yukarıdan tanık olduğu bir sahneyle tuvalet eğitimi vermesini sağlar: Çilesi hiç bitmeyeceğe benzeyen zakkumun dibinde tek tek bebeklerin kakalarını yapmalarını gözler, ardından koklayarak kakaların tam örtülüp örtülmediklerini denetler, eksik işleri tamamlar.

"Abla"nın işi gücü boşlayıp kendini, bebek kedi terapisine bıraktığı muhteşem güzellikte bir dönem başlamıştır: Bebelerin, yerde terlikleriyle oynamaktan, birbirlerini ısırmaktan yorgun düştüklerinde verandadaki şezlonga uzanmış "abla"nın kucağına çıkarak sızdıkları, arada uyanıp birbirlerini ısırıp tepmeye devam etseler de beş dakika içinde tekrar bayıldıkları; incecik tırnakları ve dişlerinden payına düşeni alan "abla"nın, kızına meme verdiği zamanki duygular benzeri huzur, mutluluk, dinginlik içinde salındığı harikulâde bir dönem!

Her güzel şey gibi kısa süren bir dönem!

Komşunun yeğeni birkaç günlüğüne gelir; Koçero da dahil olmak üzere, birkaç parça sucuğa, marka mamaya tav olan çekirdek kedi ailesi, bir üst evin verandasına taşınır orada barınmaya başlarlar.

Akşamüzeri denizden dönüşünde, delikanlı, veranda önünde diz çökmüş bebelere serenat yaparken bulduğu "abla"ya, bu gece İstanbul'a döneceği müjdesiyle beraber yarım paket de marka mama vermese, işler kötüye gidecek!

9 Eylül 2008 Salı

Vampir günlerinden “abla”ya kalan, şu olağanüstü denklemdir: Vampir (rüzgârsız gece)+çöp+hoşgörü=DENGE!


Jandarmanın, dağa taşa boyadığı koskocaman ay yıldızın beyazı az çok yerindeyse de zeminin kırmızısı çoktaaaan uçmuş. Dahası, kırmızı olması gereken bölümde çamlar öyle boy atmış ki, kırmızının rengini atmışlığı gölgede kalmış!

Bayrağın boyandığı yamacın dayandığı kayalık “abla” için neredeyse kutsal bir mekân; kalabalık ortasında ıssız, gürültü patırdı arasında sessiz! “Abla”nın ego’su Sebastian’ın bile saygı duyup, sinip sustuğu kayalıktaki küçük mağarada vampirlerden bir takım izler; kullanılmış kâğıt, nemi uçmuş ıslak mendiller, doluların içinden çıktığı belli boş bir alışveriş torbası, boş büyük pet şişeler, boş yırtık bisküvi, ıvır zıvır ambalajları… Bir kayanın dibinde, serildiği yerdeki dikenlerle hemhâl olup elden çıktığından, dürülüp tıkıştırılmış büyük boy turuncu-kırmızı yollu havlu.

Huzur bulduğu yere yapılan saldırıdan rahatsız “abla” söylenerek, çalılara takılıp rüzgârla şişmiş boş alışveriş torbasını alır, parmağının ucuyla çöpleri toplar, en sonra havluyu teper, ağzını bağlar. Kayanın eğimi az kısmına oturur, ayakkabılarını çıkarır, kitabından bir bölüm okur. Toparlanır, tepeden iner, torbayı, bulduğu ilk çöp konteynerine atar.

İki gün sonra, aynı olayı havlusuz biçimiyle yaşayan “abla” kendi yarattığı muhtemel öfkeyi büyütmemeye çalışarak, ama söylenerek aynı sırayla yeni bir çöp torbası yapar; tepeden düze ulaştığında, Sosyal Tesisler ardındaki kayık, tekne park alanı yanındaki çöp konteynerine atar.

Birkaç gün sonra, vampirlerin kol gezdiği rüzgârsız gecelerden birinin sabahında tepeye çıkıp aynı manzarayla karşılaşan “abla”nın sabrı tükenir! Daha üst perdeden söylenerek çöpleri toplar. Ardından ellerini, kol ve bacaklarını delik deşik eden dikenlerden birkaç kucak toplar, çöpten arındırdığı küçük mağaraya tıklım tıkış doldurur, ayağıyla basarak sıkıştırır ki, burayı kullanıp kirletenler en az onun kadar uğraşsın! İçi rahat, kayaya tüner, ayakkabılarını çıkarır, Kryon’un ikinci kitabından bir bölüm okur, güneş ardındaki kayayı aşıp ensesine vurunca kitabını çantasına koyar, ayakkabılarını giyer, çöp torbasını alır, yürür… GİDEMEZ! Yürüyüp gidemez!

Aklında, okuduğu kitaptan tek bir sözcük; hoşgörü!

Çöp torbasını, çıkardığı sırt çantasının yanına koyar; mağaraya basarak teptiği dikenleri çıkarır, kıyı köşe hiç diken kalmamacasına temizler, yürür gider. Toprak yolda inerken duygularını sorgular; kendisini kullanılmış, enayi, aptal yerine konmuş hissediyor mudur? Hayır! Peki, çok güzel bir şey yaptım diyerek kıvanıp övünüyor mudur? Hayır! Duyguları nerededir? Tam ortada, sıfır, denge noktasında!

Vampir sorununun ayyuka, jandarmanın da devriye gezmeye çıktığı günlerde Genel Müdürlük’ten bir anons; … sinema saat 24:00’te, lokantalar 01:00’de, disko en geç saat 04:00’te kapatılacaktır, site sakinlerine…

Bu işbirliği, site sakinlerinin, Ağustos ayının rüzgârsız son birkaç gününü gerçekten sakin geçirmesini sağlar. Eylül, 2008 yılının Eylül’ü, ay başı, hafta başı, ramazan başı, ders başı olmak üzere, başlı başına öyle bir zaman dilimidir ki, nasıl bir psikolojiyle bilinmez, 31 Ağustos’un ertesi günü site, bir gecede boşalmışçasına, terkedilmiş Teksas kasabası görünümündedir! Ve vampirler bilindiği kadarıyla Vahşi Batı ortamında barınamazlar!

Vampir günlerinden “abla”ya kalan, ve kendisini kendisi hakkında düşünmeye iten şu olağanüstü denklemdir: Vampir(rüzgârsız gece)+çöp+hoşgörü=DENGE!


3 Eylül 2008 Çarşamba

"Abla", önceki gece fırtına eşliğinde uykuya vardığını hatırlar, muhteşem! Vampirler fırtınadan hoşlanmaz!


Ege'de fırtınanın evine kapadığı "abla", gün doğarken beliren sessizliği yadırgar, uyanır. Bir gece önce, ortalığı alt üst eden, verandanın bir duvarı boyunca asılı boncuklu panonun boncuklarını döküp saçan fırtınaya binlerce kez teşekkür ederek daldığı deriiiiiin, uzuuuuun, sakiiin uykusundan, günlerdir ilk kez kendi istek ve iradesiyle, yavaaaşça sıyrılır.

Sessizliğin nedenini araştırdığında, önceki gece fırtına eşliğinde uykuya vardığını hatırlar, muhteşem! Vampirler fırtınadan hoşlanmaz!

Site toplantısında, ortaklardan birinin …acaba, gece Jandarma mı dolaşsa?.. diyerek ürkek biçimde dile getirdiği öneri, yazık ki, gündüzlerini uykuda geçiren vampirlerin, üç evin bir ya da ikisinde konuşlanmaları yüzünden ortaklardan kabul görmez. Dahası vampirler, genelde çalışan ana babaların biz yararlanamıyoruz, bari çocuklar denizden faydalansın diyerek büyükanne, büyükbabalarına bırakıldıklarından, “abla” bîçare ortakların şikâyet bir yana, bu güruha söz dahi geçirebildiklerinden şüphelidir.

En kötüsü, vampirlerin, araba ve motosikletlerle yarışırken neden oldukları, son bir tanesi ölümlü kazalar iken, en iyisi “abla”nın evinin karşısındaki çocuk parkında, az ötede plajda, iskelelerde gece yarısından sonra yaptıkları “âlemler”! Toplantıda …ellerinde şişelerle… diye tanımlanıp, sınırsız enerjilerinin spora, şuna buna yönlendirilmesi önerilen ve elbette duymazdan gelinen vampir tayfası, kliması olmadığından camları açık uyuma dışında seçeneği olmayan “abla”nın odasından, uykusunun ortasından, araba ve motosikletlerin mekanik feryatları arasında, insan sesi olduğu tartışılır çığlıklarla geçer, geçer, geçergün doğumuna dek!

Verandanın, “abla”nın ayak ucundan görünen duvarı pembeleşirken âlem, iskelelerden denize, deniz banyosundan çok deniz kazasını andıran seslerle feryat figan atlamalar ardından güneş yükselirken bir sonraki gece için güç toplamak üzere evlere dağılıp ortadan yok olmalarıyla sona erer.

Bu konudaki gönülsüz şikâyetlere; …Kapı’dan da geliyorlar, başka sitelerden, parasıyla değil mi deyip, giriş ücretini ödeyip Kontrol’den geçiyorlar… Onlar da çok gürültü yapıyorlar… diyerek bir alt başlık daha açılmasına karşın “abla”, en etkili vampir mücadele yönteminin şöyle sıkı bir fırtına olduğuna emin!