15 Aralık 2009 Salı

"Abla" sevgili damadını askere yollarken, dünürü, iki oğlu için gözyaşı döker.

12 Aralık 2009 Cumartesi, asker adayı iki oğlundan birini, damadın ortanca kardeşini (İstanbul) Maslak'a jandarma yollayan dünürün, "abla"nın damadı ikincisi için, ev halkıyla birlikte pazar sabahını beklemesi gerekir.

Fotoğraf çekimi için bilmemhangi markanın 2010 yüzü uluslararası manken, 1.5 ay süren uzun görüşmeler sonrası nihayet gelir; kardeşi Maslak'a vardığında, çekimi ancak yarılamış damat, ertesi sabah 05:30'da kendisini evden alan kayınpederi -"abla"nın, "kedi olalı bir fare tuttu" dediği, ama için için de memnun olduğu eski kocası- marifetiyle havaalanına ulaştırılır.

Telefonla arayıp verdiği bilgiye göre, "abla"nın sevgili damadı, rötarlı olarak Ankara'ya iner, MHP'nin mitingi yüzünden Esenboğa'dan AŞTİ'ye oyalanarak varır, bir gece önce internetten bulduğu bir yazıdan öğrendiği seyahat acentesinin yarım saate bir kalkan otobüsüyle 150 km. daha yol alır, (Ankara) Şereflikoçhisar'a, dilediği gibi gündüz gözü varır.

"Abla", dünür, -üç vakte kadar asker olacak- küçük oğul üçlüsünün, aile hikâyelerinin birbirine içtenlikle aktarıldığı, diğerini bilmenin yarattığı, katıksız sevgi ve güven üreten, doyulmaz sohbet yüzünden uzadıkça uzayan kahvaltı, öğlen saatlerine yakın isteksizce bitirilir.

Oğullarının yerleri belli olunca, gözünün yaşı da kurur gibi olan sevgili dünürüyle "abla", Maslak'taki askerin ufak tefek eksiği için yakındaki alışveriş merkezine giderler. İşlerini görür, paketleri yükledikleri küçük erkek kardeşi metronun girişine bırakır, havanın soğuğuna karşın evden çıkma cesareti gösterip alışveriş merkezini tıklım tıkış doldurmuş kalabalığa karışırlar.

Önce, pek çok film gösteren sinemalar panosu önüne dikilen dünürler, kendilerine uyan bir seans var mı, diye bakınırlarsa da, en az bir saat beklemeleri gerektiğini görünce sinemadan vazgeçerler. Yakındaki kahve dükkânında bir mola vermek üzere o yana seğirten iki kadın, -bereket kızıyla daha önce oraya uğramıştırlar da "abla"nın servis prosedürü hakkında fikri vardır-, kuyruğun arkasına takılıp yavaş yavaş ilerlerken, vitrinden yarıyarıya paylaşmak üzere beğendikleri iki pastayı sipariş ettikleri tezgâhtarın, -okuyamadıkları bin seçenek içinde zaman yitirmemek için- kahve önerisine güvenir, oturur, adlarının okunmasını beklerler. Kahve dükkânı kalabalığı uğultusunda, sabahki kahvaltının uzantısı sayılabilecek güzel sohbet yeniden kurulur, -diğer boylar kova standardında olduğundan küçük bardak istedikleri- kahveleri tükenene kadar da sürer.

Dünürler, yılbaşı süsleriyle ışıltılı alışveriş merkezinin işlek olmayan arka koridorlarına da dalar, tenha, kalabalık demeden epeyce gezer, Maslak'a giden askerin hamile eşi (kızının, -"abla"nın, Türkçe'de bayıldığı, akrabalık konumu için kullanılan pekçok güzel sözcükten biri olan- eltisi) için, bebek için giysilere bakar, bakmak ne kelime, taşıdığı potansiyel yüzünden severler.

Askerlerle haberleştikçe gelen güzel haberlerle, hüzünden arınıp şenlenen gün, dönüş yoluna çıkacak ana-oğulun telâşıyla tükenir. "Abla" iki günde üçüncü kez yaptığı gibi, -kızının, iş temposu yüzünden gözyaşı dökmeyi sonraya bıraktığı vedalaşmalar sırasında- asansörün hareketiyle, hazır ettiği bardak dolusu suyu, merdivenlerin duvar dibine doğru, "su gibi gidip su gibi gelin!" dileğiyle, döker.

8 Aralık 2009 Salı

"Abla", sevgili damadını askere yolculamadan, Adıyaman'daki çocuklara iki koli dolusu sevgi yollar.

Güneşli kış günlerinin sonuncusu, cumartesi sabahı, damadıyla asker alışverişi yapmak üzere Eminönü'nden, Uzunçarşı Caddesi yokuşuna saran "abla", oyuncak toptancılarının, dükkânlar dışına, neşeyle taşan kolilerini görünce hız keser.

Birmilyonkalem'deki editörlerinden aldığı "Adıyaman'da bir çocuğunuz olsun mu?" diye soran mesaj üzerine, Adıyaman 80.Yıl Rehabilitasyon Merkezi'nde kalan 8-17 yaş arası zihinsel engelli 30 erkek çocuğu için giysi, Adıyaman Sevgi Çocuk Yuvası’nda yaşayan 7–10 yaş arası 13 kız, 7 erkek ile, 11-15 yaş arası 7 kız, 2 erkek çocuğu için oyuncak ya da giysi... seçeneklerinden, oyuncakta karar kılan "abla", damadın yardımıyla, bir torba bebek, küçük arabalar, bir basket, bir de bowling seti ile iki saz, iki gitar seçer, kara bir naylon torbaya doldururlar.

Mercan'da, bir kaç gün önce, geçici olarak İstanbul'a taşınırken sapı kopan bavulunu tamir için imalâtçısına bıraktığında rastladığı, asker malzemesi satan küçük dükkâna giren ikiliden "abla", koca torbayla içeride trafiği aksattığını farketmekte gecikmez; damadın eline alınacaklar listesi tutuşturan becerikli tezgahtârın "ablaya çay söyle!" diye seslenip emanet ettiği gencin kalktığı, kaldırımın 50 cm dışında, cadde üzerindeki tabureye buyur edilir.

Askere gitmesi kesinleşeli, herkesin kendi deneyimini severek aktardığı damat, kan taşından, -isteğe göre- postala kadar çok detaylı listeden gereklileri, gereksizlerden ayırmaya çalışadursun, "abla", yüzü güneşte, kalabalık Mercan trafiğinin yanıbaşından akışını ilgiyle izler.

Üç torba da ikinci alışverişten yüklenen damat kaynana ikilisi, ara sokaklardan bayır aşağı, Eminönü Meydanı'na inerken gözlerine ilişen ışıklı oku takip eder, torbalarını bacaklarının arasına alıp, duvar dibindeki küçük bir masanın iki yanındaki taburelere iliştikleri bir de künefe molası verirler.

Oyuncakların, PTT'den kargoya verilmesi pazartesi sabahına kalır: Kahvaltıdan bir telâş kalkıp, bulaşığı kızına bırakan "abla", naylon torbayı yüklenir, Şişli Postanesi'ne gider. Ambalajlarını bozmak istemediğinden, PTT'nin büyük kutularından ancak iki tanesine sığabilen oyuncakları, Sosyal Hizmetler İl Müdürü Murat Demirkol adına yollar.

Bir sonraki pazartesi, damadını, henüz belli olmayan bir yere acemiliğini yapmak üzere yolculayacak "abla", kışı İstanbul'da geçirip, kızına, kocası dönene kadar arkadaşlık etmek niyetiyle Kuzey Ege'deki evini bırakıp gelirken, yüreğini en çok sızlatan, veranda dolusu, Adıyaman'lı çocuklar kadar öksüz-yetim, birbirinden güzel kedicikleri...

24 Kasım 2009 Salı

1MK Editörleri Efsa&Bigaripwomen sorarlar, "öğretmenin kimdi senin?"; "abla" yanıtlar: Uyka Hanım, Cavide Hanım, Remzi Bey, Kasım Bey, Sabri Bey...

Siyah beyaz bir fotoğrafta, siyah önlüğü, beyaz yakası ve kafasına yakın irilikteki kolalı beyaz kurdelesi ile "abla", yaşamının ilk 23 Nisan fotoğrafında, yanında, açık renk etek ceket, beyaz eldivenleriyle, kıvırcık koyu renk saçlı, güleryüzlü bir kadının yanında, yüzünde ciddi bir ifade, Marmaris'in parlak güneşi gözlerini almış, objektife bak(ama)makta...

Uyka Hanım, "abla"nın, -anne ve babasından sonra- ilk öğretmeni: Gayretli, hevesli "abla", defterinin satırlarını özenle, eğik çizgilerle, zigzaglarla, düzgün olması için insanüstü çaba harcadığı yuvarlaklarla doldururken, bir gün, kartondan saat yapmayı beceremeyince, babası işe el koyar; arkasına bir raptiye ile tutturduğu şişe mantarının kumanda ettiği akrep-yelkovanlı saat, sınıfın, -büyük ihtimalle ödevi yapanın kimliği hakkında en ufak kuşku duymayan- öğretmenin beğenisiyle karşılanır. "Abla" bir zaman sonra, bu kez, kartondan soba ödeviyle eve gelir, talebini hemen aktarır, -uygunsuz bir zamana rastlamış olmalı ki- "bu öğretmeniniz de cıvıttı!" tepkisi alır. Hızı hiç de kesilmeyen "abla", -elbette babanın sonradan yaptığı-, kartondan borusundan pamuk dumanlar savrulan güzel sobasıyla okula varır varmaz, ödevini verdiği Uyka Hanım'a, "annemle babam, bu öğretmeniniz de cıvıttı, dediler" demeyi ihmal etmez.

1965 yılının, deprem sonrası Marmaris'inin sen-ben-bizim oğlan mertebesindeki nüfusunda, üstelik ilkokulla aynı binadaki ortaokulda, öğretmen açığını kapamak üzere, vekil öğretmenlik yapan babası ile annesi, Uyka Hanım'ın çok geniş hoşgörü alanı içindedirler de, "abla"nın dili altında bakla ıslanmaz tavrı, büyüklerinin uzun zaman güldükleri bir hikâyeye dönüşür. Pek güldükleri bir diğer hikâye de, okul müdürü "Fethi Bey'i odasına kilitlemesi olayı"dır ki, "abla" bu konuda hiç bir şey hatırlamaz.

İlkokul ikinci sınıf ile üçün yarısını (Niğde) Aksaray'da okuyan "abla"nın öğretmeni, seyrek saçlı, hafif aksayarak yürüyen, ileri yaşta, yaşından çok daha ileride sevecen, hoşgörülü Cavide Hanım. O derece hoşgörülüdür ki, annesiyle babası, "abla"nın, -büyüklerin sohbetine, etkileyici bir tanıklıkla dahil olmak hevesiyle uydurduğu (kendisini çok uzun yıllar huzursuz etse de, bir türlü itiraf edemediği) yalanı- "derste çocuklardan birinin ip atladığını, öğretmenin buna hiçbir şey demediğini" duyduklarında hiç şaşırmazlar.

İlkokul üçün yarısı ile dört ve beşinci sınıf öğretmenleri, (Manisa) Soma 13 Eylül İlkokulu'nda, Remzi Bey ile Kasım Bey: "Abla" bu yılları, kıpırdanmaya başlamış hormonları etkisiyle karşı cinsi inceleyip, ilk kez, kepçe kulaklı, ön dişleri seyrek, yanağında çok güzel bir gamze bulunan oğlana âşık olmakla meşgul geçirdiğinden, üzerine düşeni/kendisinden bekleneni yapıp, her kolonu, yukarıdan aşağı "beş" yazılı karne alışverişi dışında, öğretmenleri hakkında pek bir şey hatırlamaz.

Ve ortaokul birinci sınıfta, sosyal bilgiler öğretmeni, (boş) müzik derslerine de giren, yeni mezun, -40 yıl sonra karşılaştıklarında "abla"nın, aynı coşkuyu taşıdığını gördüğü, neredeyse doğuşan eğitmen- Sabri Bey. "Bu çocuk mutlaka bir şeyler olur!" diye düşünerek Google'da öğrencilerini arayan, o arada, "abla"ya rastlayan, Mayıs sonunda ziyaret ettiği Sabri Bey, öğretmen eşiyle beraber, ekonomik durumu, becerileri, aklı, eğitim sistemine ayak uyduramayan öğrencilere evlerini açıp, onların, kendilerinden daha şanslılarla eşit duruma gelebilmeleri için gecelerini gündüzlerine katan, hiç bir şey beklemeden verebileceğinden fazlası için didinen, sözcüğün tam anlamıyla "öğretmen!"

Ömrü boyunca 15 yıl okula giden "abla"'nın, her birinden bir şey öğrendiği pek çok öğretmeni olur; hiç iz bırakmadığını sandığı bir tanesi, yıllar arasından, -neredeyse anlamsız bir nedenle- süzülür, hatırlanır. "Rastlantı" diye bir şey olmadığını öğrenip, aklı buna yatalı "abla", öğretmen olmadan da kendisine bir şey öğretenlere, öğretmenlerine olduğu gibi şükran duyar.

3 Eylül 2009 Perşembe

"Abla", yaz boyu, kedi durumu hakkında tek yazı yazmadığını fark edip kamuoyunu bu konuda bilgilendirmeye niyetlenir.

Bir kaç gün önce birmilyonkalem'in Foto Galerimiz bölümünde, elleri arasında minicik Ekran Koruma'nın bebeklik fotoğrafını gören "abla", koca bir yaz, kedi durumu hakkında tek yazı yazmadığını fark edip kamuoyunu bu konuda bilgilendirmeye niyetlenir.

Biri, yeşil gözleri açıkken ya da yalanırken pembe dili olmasa, insanın, kedinin neresine baktığını anlamasının mümkün olmadığı simsiyah; diğeri, başındaki siyah lekesi ve çıkma/çakma siyah kuyruğu dışında bembeyaz, iki gürbüz bebeğinin iriliğine bakan “abla”, önce Bet Sesli Kız'ın yavruladığı fikrine varır. Bu ikisi o derece yabanidirler ki, ev halkı onları isimlendirmez, sonuçsuz biçimde, renkleriyle çağırmakla yetinir. Demeye kalmadan Bet Sesli Kız'ın kızı, geçen senenin yavrularından, "abla"nın Kızım diye çağırdığı uysal dişi kedi zakkumun dibine, biri halkalı dalgalı dişi tekir, -beyaz patikleri yüzünden Patik-, diğeri beyazı bol siyah lekeli, -önce bıyık yerlerindeki lekeler yüzünden Bıyık, daha sonra yüzündeki “ciddi ifade” ciddiye alınarak Müdür-, sevilebilir, bebekleriyle yerleşir. Patik’le Müdür birlikte, komşu balkon, bodrum, bahçelere yaptıkları ziyaretlerin birinde, güneşte pişirilen vişne reçeli tepsisine yatarak "abla"nın -çok şükür, o sırada kendisi denizde olduğundan kalp kırılmaksızın atlatılan bir krize- evinin, öfkeli komşusu tarafından basılmasına neden olurlar. Geçen kışı, uzun öksürük nöbetleriyle, ha öldü, ha ölecek ikilemiyle geçiren Eneze, "abla"nın doğaçlamadan, ellerini ciğerlerinin iki yanına tutarak verdiği enerjinin bir etkisi var mı bilinmez, hayatta, dahası, hangi arada becer(il)diyse gebe kalıp, biri karmakarışık siyah sarı boz renkli çirkin, diğeri kontürleri belli siyah, sarı, beyaz renkli güzel iki bebe doğurur. Veranda önünden enselerinden dişlenmiş biçimde geçirilirken yakalanıp çapaklı gözleri İsveç Şurubuyla silinmemiş olsa, "abla" evin girişindeki bahçede, odunluğa sığmayan odunlar arasında saklanarak büyüyen, yabani Eneze'nin, kendisine çekmiş bebelerinin kime ait olduğunu bilemeyecek. Yazlıkçıların çoğalması ve diğer evlerdeki balık ağırlıklı değişik menüler yüzünden dağılan, "abla"nın -geçen kış kadrosundan- elinde kalanlar, ikişer fazlasıyla bunlardan ibaret. Babaları, bebekler büyüdükçe analarına ziyaretleri sıklaştıran "ne dersin hanım, bir el daha oynayalım mı?" ifadesiyle sakince oturup kabul görmeyi bekleyen kare as; tek gözünü geçen kış yitiren kör Sarışın, façası bozuk Siboş, çok çirkin olmasına karşın kız kedilerin gözdesi Karizma Tekir ve yoluk yırtık boz postu ile Zoro, elbette, geçen kış yaşamını, uzun, verimli hizmet yıllarını, geride lekeli burunlu –silinmesi kim bilir kaç nesil sürecek- çok sayıda kedi bırakarak tamamlayan Koçero'yu aratacağa benzemezler.

Mevsimler değişirken, doğal elemeye uğrayıp ortadan kaybolan kedilerin her birinde bir miktar hüzün yaşayan “abla” için, Aralık’ta öteki koya göç eden -köpek gibi ısırdığından adı- Çomar’ın doğurduğu ilk dört yavrusundan geri kalan, kucak arsızı bir çocuk gibi ille de “abla”nın sol omuz başına tırmanıp tüneyerek büyüyen, -bilgisayar ekranındaki kediye çok benzediği için adı- Ekran Koruma’nın yeri çok ayrı…

Doğmakta güneşin şafak pembesi, tülden süzülüp, desenini duvara nakşederken uyanan "abla", yaz başı, sobanın başından küçük odaya, sıcaklar artınca sığamayıp -soba başı değil, bu kez, açık çift kanatlı balkon kapısı telinden yayılan serinlikte uyuma hevesiyle- tekrar salona taşıdığı yatağından doğrulur. Uzanır, musluğun dibindeki kuytuda, masa üzerinde, damadın, uzun kuyruğu yüzünden Anten dediği sevgili oğlu Ekran Koruma'nın uyukladığını görür. Sabahları bir feryatla geldiğini bildirme huyundan vazgeçmesinin nedeni, belli ki, Sibirya Kurdu'na benzeyen güzel gözleri yüzünden Siboş diye çağrılan bıçkın erkek kedi tarafından amansız biçimde kovalanması... İki üç kez, dehşet içinde kaçan Ekran Koruma’nın ardında Siboş’u gören “abla”, öyle kızar ki arkasından –elbette isabetsiz olmasına özendiği- birkaç taş fırlatır… Fırlatır da Siboş, gördüğü yerde, kuyruk altını koklar koklamaz kovalamaya başladığı, ergenliğin sıkıntılarını anlamaya, atlatmaya çalışan huzursuz Ekran Koruma’nın peşini bırakacak gibi değil!

“Abla”nın danıştığı Burhaniye’li veteriner, küçük kız kardeşi, ve onun tanıdığı İstanbul’lu hayvan bakım uzmanları ile yapılan görüşmelerden alınan sonuç, “ergen kediler arası yıkıcı iktidar mücadelesi engellenmek isteniyorsa, testisler de ele geliyorsa, operasyonla…”

Dizi dizi Issız İnsanlara yol açan, yetişkinler arası, “cinsellik de, açlık, susuzluk gibi bir ihtiyaçtır” görüşüne katılmayan, “sevmeden sevişme” fikrine hiç aklı yatmayıp “sevmeden olmaz” diye düşündüğünden, işin kötüsü yaşamın harala gürelesi arasında kimsenin bunca seremoniye sabrı yetmediğinden, bu konuda ciddi sıkıntı çekmek zorunda kalan “abla”nın, beyninde yanıp sönen, altında seks dürtüsü yazılı küçük kırmızı lambayı sönmeye ikna etmesi çok uzun zaman alır. Bu ağır, değerli deneyim ışığında, -ne yazık!- yaşamının başındaki sevgili oğlu adına karar verme fikri bir türlü içine sinmeyen, en az, kendi hakkında oy hakkı olmayan Ekran Koruma kadar huzursuz “abla”, yine de, sağlam bir karton koliden tasarladığı kedi çantasının, maket bıçağıyla açtığı küçük kare pencereleri arasından geçirdiği, kutuyu tantanalı, şık bir sünnet yatağına benzeten kalın beyaz kurdelelerden, rahatça taşınabilsin diye iki sağlam sap yapar.

İki kardeş erkenden uyanır, hazırlanır, beslenme saati için gelecek Ekran Koruma’yı beklemeye koyulurlar. İçine sinmeme durumu devam ettiği gibi, “abla” bir de, hafta sonları değişen servis saatlerini hesaba katmayı unutmaz mı? Plan 8:30’da yola çıkmakken, bir sonraki servis 10:00’da! Gelişme(me)leri, “her işte bir hayır var” mantığıyla yorumlayan, “kedi gecikerek kendi seçimini yaptı” türünden bir sonuca varan “abla”, sokak kedisi beslerken, taaa başta aldığı –ortanca kardeşinin sakalı kaptırmamak diye ifade ettiği- sınırlı sorumluluk fikrine döner.
“Doğanın içinde, içinden geldiği, doğasının gerektirdiği gibi yaşasın” dediği sevgili kedisini, musluğun dibindeki masanın üzerinden alıp doyurur, sabahın serin esintisini sıcağa boyayan güneş yükselirken, şezlongda beraber, koyun koyuna bir yarım saat geçirirler: O yarım saat içinde “abla”, pamuk şeker pembesi gönül ipiyle, onu haşin hain erkek kedilerden, arada öksürdüğünden, üst solunum yollarını, ciğerlerini soğuktan… koruması dileğini yüklediği dualarla ördüğü, pof pof yumuşacık kapşonlu tulumu oğluna, bir pembe burnu görünecek şekilde sıkıca giydirdiğini imgeler ve çok sevdiği hayvancığı Allah’a emanet eder.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Senbilirsinabla'yı karşısına oturtan Fatma Kutlusoy sorar, "kendinizi tanıtır mısınız?"

1MK (Bir Milyon Kalem) site yönetimi adına, editörleri A.Şebnem Soysal ile Erkan Bal'dan aldığı "Aslolan röportajın sizi veya röportaj yapılan kişinin düşüncelerini olanca doğallığı ile okuyucuya aktarabilmesidir." diyen röportaj önerisi üzerine, oldumolası hislerine tercüman olduğu senbilirsinabla'yı karşısına oturtan Fatma Kutlusoy "Merhaba" der ve ilk sorusunu yöneltir: "...kısaca bize kendinizi tanıtır mısınız?" Ana babasından aldığı yoğun alçakgönüllülük eğitimi üzerine, kendisinden birinci tekil şahıs zamiri "ben" ile sözetmekte zorlanan "abla", "50'li yaşlarının başında bir kış, soba borusundan damlayan ziftli sular etrafa saçılmasın diye yaydığı gazetenin ekonomi sayfasında, hakkında bir yazı okuduğu onpunto'da, -biraz da yaz kış oturduğu yazlık sitede kışın konuşacak kimse kalmadığından ana dilini yitirme kaygısıyla- bir blog açıp yazmaya başladığını" anlatır. Grafik eğitimini bitirdikten sonra yaşamaya başladığı İstanbul'da 25 yıl kadar mesleğini icra eden "abla", kızını evlendirip, emekliliğine sakladığı projeleri için 2005'te, Kuzey Ege'ye göç etmiştir.

"Nelerden hoşlanırsınız?"
sorusunu, kısaca "Güzelden, güzelliklerden" diye yanıtlayan "abla", İkizler Burcu'nun bir ferdidir; bu yüzden sürekli değişen ilgi alanlarıyla ilgili "...hobileriniz?" sorusuna "elleriyle yaptığı, tasarladığı, el yapımı tebrik kartları, kutular üretmekten, tasarım yapmaktan, yazmaktan hoşlandığı..." yanıtını verir.

"Sevdiğiniz filmler, okuduğunuz kitaplar, dinlediğiniz müzikler?"
sorusunu, günde bir, film festivallerinde bir çok, kabaca bir hesapla yılda -ortalama- 400 film izlediğinden, sevdiği pek çok film olduğunu belirten "abla" bu soruya gerçeğe en yakın yanıtı verebilmek için "son zamanlarda..." diyerek alanı daraltmanın uygun olacağını söyler ve ekler; -Senbilirsinabla Sinemada başlıklı blogunda ayıla bayıla anlattığı- "Hadigari Cumhur ve hakkında yazma fırsatı bulamadığım vizyon filmi, Da Vinci Şifresi'nin yönetmeni Ron Howard'dan Melekler ve Şeytanlar ile DVD'den, Olağan Şüpheliler'in yönetmeni Brian Singer'dan izlediğim politik gerilim Operasyon Valkyrie'yi çok beğendim." Sinemadan konuşulurken, lâfı ne yapıp edip "günümüzün en iyi yönetmeni" dediği Lars von Trier'ye getiren "abla", onun 8 bölümlük Krallık dizisinin, "tüm zamanların en zekice, esprili ve en beğendiği filmi..." olduğunu söylemeden edemez.

"Kitaplar?" sorusunu da, "son zamanlarda..." diyerek yanıtlayan "abla", Olasılıksız'dan sonra Adam Fawer'den Empati'yi, kendisinin de -orta karar bir empat olduğuna hükmederek- çok kısa sürede bitirdiğini; şu günlerde Kayıp Uygarlıklar Serisi'ndeki üç kitaptan biri, -"Atatürk'ün 1935 yılında çevirtip incelediği kitap" tanıtımıyla- James Churchward'ın yazdığı Batık Kıta Mu'nun Çocukları'nı okumakta olduğunu, çok etkilendiğini anlatır.

"...dinlediğiniz müzikler?" Klâsik müzik dinleyicisi "abla" için, gitar klâsiklerinin ayrı bir yeri varsa da, New Age parçalarını, Kelt, geleneksel İran, Amerikan yerli müziğini de severek dinlediğini belirtir.

"Ne zamandan beri internetle tanışıyorsunuz? Kişisel blogunuz var mı, ne zamandan beri yazıyorsunuz?"
İnternetle, -başlangıçta mail gönderip almaktan, haberleşmekten ibaret- tanışıklığını, soba borularının dirseğinden ziftli su damlattığı 2007 yılı Mart'ının 21. gününe dayandıran "abla", o tarihten bu yana yazılarını, önce bir yılı aşkın süre onpunto'da, orası kapanınca, son zamanlarda fikir ve format değiştirene dek binbirfikir'de, o arada yeniden yapılanan Bir Milyon Kalem'de, sinemablog'da, azbuz ve blogcu'da yayınladığını belirtir. Aynı yazıları bir yandan blogspot'ta, kişisel bloglarında da yayınlar: Senbilirsinabla Sinemada'da sinema, Senbilirsinabla Seyahatte'de gezi, Kes Yapıştır'da kişiler, Mora Çalar Mavi Yazılar'da kıyısından köşesinden Yeni Çağ Bilgeliği üzerine.. "Abla"nın eski -onpunto dönemi- yazıları ise Konsomasyon Taburesi, ...demek isterdim! ve Öte Yandan... isimli bloglarda yayındadır.

"Bir Milyon Kalem'le ne zaman ve nasıl tanıştınız?"
"Abla" onpunto'da yazarken, yeni oluşum Bir Milyon Kalem'de yazma önerileri almışsa da, henüz sanal alemde ne derece kıvrak davranabileceğini kestiremediğinden, birkaç sevgili arkadaşını reddeder. Daha sonra beklenmedik kapanışıyla "abla"yı çok şaşırtan onpunto'dan tanışı, sevgili Şebnem Soysal'ın ısrarlı takibi üzerine Bir Milyon Kalem'de de yazmaya başlar.
Doğru dürüst okuyup, yorum yapmaya zaman ayıramayan, -hamister eline kalsa çoktaaaan açlıktan ölmüş olurdu- "abla"nın, "Bir Milyon Kalem'de yapmak istedikleriniz, önerileriniz nelerdir?" sorusuna verecek cevabı -ne yazık ki- yok!

"Hangi sosyal faaliyetlere katılıyorsunuz?" "Bir grubun üyesi olma" fikrine yaşamı boyu, hiç bir zaman yakınlık duymayan "abla", bu yanıyla görünmez bilinmez bir muhalifler grubunun üyesi gibidir. Tek yaptığı, bağlanırım korkusuyla tanışmak istemediği lise öğrencisi bir kız öğrenci okutmak...

"Spor yapar mısınız, günde ne kadar yürürsünüz?" İçinde bulunduğu yaz günlerinde, hemen her gün 2-2.5 saat yürüyüp, yarım-1 saat kadar da yüzdüğünü belirten "abla", belirttiğine göre, kışın, bu programın sadece yürüyüş kısmını, o da haftanın üç günü uyguladığında kendini mutlu hisseder.

"Sizce ülkemizin/halkımızın yaşadığı sıkıntılar nelerdir?"
"Abla", tüm Dünya ile birlikte ülkemizin en büyük sorunun nüfus yoğunluğu olduğunu düşünür; ona göre bu, insana yatırım yapıl(a)mamasının gerekçesidir.

"Hayatta keşke yapsaydım/yapmasaydım dediğiniz neler var?"
"Artık
, ne mutlu bana ki," der "abla", " hiçbir şey yok..."

"Aşk, sevgi, mutluluk konularında neler düşünüyorsunuz?"
"Koşulsuz sevgi" kavramıyla tanışana kadar, aşk, sevgi ve mutluluk üzerine sayısız -yetersiz- açıklama üretmiş "abla", son kararını vermeden önce, çok üretken bir enerji biçimi olduğunu öğrendiği sevgi hakkında, en az on fırın ekmek yemesi ve daha çoook şey öğrenmesi gerektiğini bilir.

"Edebiyat ve sanatın hangi dalları ile ilgilisiniz?"
Edebiyat, kompozisyon sınavlarında her zaman çok başarılı kağıtlar vermekle tanınan "abla", çocukluğundan beri güzel resim yapar. Sesi güzeldir, iyi de müzik kulağı vardır ama, yalnız kendisine şarkı söyleyecek kadar utangaçtır. Dans etmez, bedeniyle kendini ifade etmeyi bilmez. En çok, sanatın, insanlara en rahat ulaşabilen, en karma biçimi saydığı sinemaya sonsuz sevgi ve saygı duyar.

"Nelerden korkarsınız, neler sizi sevindirir mutlu eder?"
İddiasına göre, "en korkulacak şey korkunun taaa kendisidir" fikrine varalı, "abla"nın korktuğu hiç bir şey yok... Herşeyin kendisini sevindirip mutlu edeceği noktaya varmak ise bir sonraki hedefiymiş, dediğine göre...

"Evcil hayvan besliyor musunuz, nedir?" Verandasında -bu kış- 16 kedi besleyen "abla", yazın yazlıkçıların gelmesiyle, evlerde çıkan zengin menü yüzünden, beslemek bir yana sevecek kedi bulmada zorlanır.

"Evli misiniz, çocuğunuz var mı?"
İki kez evlenip boşanmış "abla"nın, onca gürültü patırtı ardından elinde kalan, "en büyük aşkım" dediği -yetişkin- tek kız evlât...

"Engelliler konusunda neler düşünüyor, yapıyorsunuz?" "Çok zor olmalı!.." diye düşünen "abla", Dünyanın değişik yaşamların -seçilerek- deneyimlendiği bir yer olduğu fikrine rastlayalı, kurduğu empatiden, giderek daha az acı duyduğunu ifade eder ve görünüşe göre bu konuda bir şey yapmaz.

"Günde ne kadar PC kullanıyor, ne kadar TV izliyorsunuz?"
Her yazısının ortalama
üç saat kadar zamanını aldığını belirten "abla", TV için de bu süreyi aşmamaya özenir.

"Sevdiğiniz sanatçılar, yazarlar, ressamlar?" Bunun, üç beş isimle yanıtlanabilecek bir soru olmadığını belirten "abla"nın, ilk aklına gelen isimler Aziz Nesin, Timur Selçuk, Zeki Demirkubuz...

"Sizin kendi hakkınızda belirtmek istedikleriniz var mı?" "Abla" tüm yazıların, Fatma Kutlusoy'un klavyesi aracılığıyla, kendisini anlattığını belirtir ve sessiz kalır.

"Diğer blog yazarlarını (hangileri) okuyor, yorumluyor musunuz?"
Bu konuda, zaman engelli "abla"nın karnesi, kendisinin de derin bir mahcubiyetle saptadığı gibi, kırıklarla dolu...


"Okuyucu yorumları konusunda düşünceleriniz nedir?"
Birkaç sadık okuru dışında yorum almayan "abla"nın mahcubiyeti sürer.

"Kolay öfkelenir, kızar mısınız, tepkiniz ne olur?"
Genelde sevgi dolu yorumlar alan "abla", -Bir Milyon Kalem dışındaki bloglarında- aldığı olumsuz, bazısı saldırgan tepkiler karşısında, sağduyusu Basiret Hanım'ın sükûnet telkin eden önerilerine karşın, zaman zaman ego'su Sebastian'a uyar, öfke değilse de, hayâlkırıklığı yaşar.

"Neden yazıyorsunuz, yazmaya sizi iten sebep ne?"
İletişimin bir şekli konuşma "abla" için yaşamsal önemdedir. Başka bir iletişim biçimi olan yazma ise, kendi adlandırdığı biçimiyle, ev yapımı terapi işlevi taşır ve elbette bu biçimiyle de yaşamsaldır.

"Yazıyorsanız, şiir veya yazı sizin için ne anlam ifade ediyor?" "Şiir değil" der "abla", o, kendini ifade etme biçiminin "yazı" olduğu fikrindedir.

"Kamuoyu oluşturmada yazarların etkisi sizce ne kadar?"
"Abla", yazının, yazarın etkisinin, diğer tüm sanat dalları kadar olduğuna inanır.

"Bir Milyon Kalem'deki yenilikleri beğeniyor musunuz, örnekler misiniz?"
Kendi bloglarında yazmayı, penceresi, kapısı olmayan bir odada oturmaya; Bir Milyon Kalem gibi bir platformda yazmayı ise, geniş bir oturma odası olan konuksever, kalabalık bir evde oturmaya benzeten "abla", -her ne kadar kendi köşesinden çıkmaya hiç hevesli görünmese de-, arada sırada izlediği, örneğin yazarkafe'deki iletişimi, sohbeti sever.

"Dostlarınıza Bir Milyon Kalem'i tanıtın desek bunu hangi cümlelerle yaparsınız?"
"Yazmak istiyorsan,"
der "abla", "Bir Milyon Kalem senin için biçilmiş kaftan!.."

8 Temmuz 2009 Çarşamba

13 yaşındaki Mert, düğün çorbası içen "abla"ya gayet mertçe "biz" der, "sizi sosyetik sanıyorduk, hani İstanbullusunuz ya!.."

Havada bir değil, bir leylek sürüsü görmüşe benzeyen "abla", 25 Haziran'da geldiği İstanbul'dan, damadın ortanca kardeşinin düğünü için, 3 Temmuz sabahı kızıyla, ağır sıcak bir gündüz yolculuğuyla Kütahya'ya geçer. Onlar ayak basmadan az önce iri bir dolu salvosu ardından bastıran seri yağmurla yıkanmış mis bozkır kokulu Çinigar'da karşılanır, düğün taşımacılığını sevinçle üstlenmiş damat arkadaşlarından birinin Serçedes (Serçe+Mersedes)i ile, özenle oğlan evine götürülürler.

Her yaştan neşeli kalabalıkla dolu düğün evinde, herkesle sarılıp öpüştükten sonra kına gecesi hazırlığına geçilir, minibüse doluşan kadınlar bu iş için kız evinin tuttuğu salona ulaştırılırlar. Gelenekleri gözlemeye pek meraklı "abla"nın ilk saptaması; uzun güzel yeşil nişan tuvaletiyle gelin ve damat salona birlikte girer, az sayıda erkek katılımıyla oynanan yerel oyunlar ardından meydan, sabırla bekleyen kadınlara kalır. Göbek üzerinde toplanan yanları volanlı, pembe tonlar baskın dantel, bazısı sırma işli kırmızı şalvar ve cepkenli yerel giysili kadınlar, arada gelinin üç kez değiştirdiği geleneksel yabanlık giysileriyle bir çeşit çeyiz yayma sergilenen gece boyunca, ortadaki alanı hiç boş bırakmazlar. Gelinin dördüncü giysisi, kırmızı şalvar ve gömlek üzerine sırmalı kaftan, başlık üzerine yüzü örten altın çizgili kırmızı tül: Yanında salona dönen damatla, genç kızların ellerinde mumlarla kurdukları tünelden geçer, yanyana oturdukları sandalyelerde, ellerine, türküler eşliğinde kına yakılır. Davetlilere de nazar boncuklu altın birer kese içinde kına dağıtılır.

Kına gecesinin bundan ibaret olduğunu düşünen "abla" ve Gürcü geleneğini sürdüren oğlan tarafı yanılmaktadır. Kütahyalı kız tarafının "abla"nın dünürüne önceden bildirdiğine göre, eve dönen oğlan tarafı kadınları bir soluklanır, yeniden -bu defa- kız evine yollanırlar. Gelin, konukları -çeyiz yaymanın devamı olsa gerek- pijamayla karşılar, anasının gözyaşları ve dualar arasında, kaynanasının avucuna koyduğu altınla birlikte yeniden kına yakılır.

Gece 01:00 sularında eve dönen oğlan tarafını bir sürpriz beklemektedir; az bir zaman sonra kız evinin genç kızları ellerindeki tencere, kapak türünden mutfak eşyasını kaşıklarla çalarak, bir şenlik "damat uyandırma"ya gelirler. Apartmanın girişindeki bir komşu evinde yakın zamanda cenaze olmasa patırdı sabaha dek sürecek! Kuru yemiş, meşrubat dolu torbalarla uğurlanan kız tarafı ardından, ertesi günkü düğün için dinlenmeye geçilir.

Gelin alma sırasında gelinin başına atılacak bozuk paralar parıltılı kağıtlarla sarılır, kağıtlı şekerlerle bir torbaya konulur. Ev halkı odalara kurulan sofralarda nefis düğün yemeği ile doyurulur, Artvin'den, Çınarcık'tan, Dumlupınar'dan, Antalya'dan, Gölcük'ten gelen yeni misafirlerle ev katlanarak büyüyen neşe ile dolar taşarken, anneanne ile babaanne nispeten sakin bir köşede huzur içinde kestiririler. Genç kızlar kuaföre gitmişken küçük kızların saçları, erkek kuaförü kuzenleri tarafından beceriyle taranır, çiçekli tokalarla süslenir.

Arada, mutfakta, odalarda, salonda, kına gecesinde yanına oturduğu kadınların zahmetli yaşamlarını derin empatiyle dinleyen "abla", düğün için evden ayrılmadan önce kurulan sofrada, hala ile nefis düğün çorbası içerlerken yanlarına oturan halanın 13 yaşındaki oğlu Mert, gayet mertçe "ya Fatoş Teyze," der, "biz sizi sosyetik sanıyorduk, hani İstanbullusunuz ya!.."

Aynalarına sakız gibi bembeyaz havlular bağlı arabalar ardarda dizilir, oğlan konvoyu gelin almaya yola koyulur. Gelin ile damadı, Germiyan Evleri Sokağı'nda muhteşem güzellikte fotoğraflayan "abla"nın damadı ile gelini profesyonelce boyayan kızı, Serçedes'te kız evine varırlar. Gelin, evinden dularla çıkarken şeker, bozuk paralar saçılır, kapışılır, yeniden arabalara binilir salona gidilir.

"Abla"nın iki Maçahel ziyaretinde tanıyıp bayıldığı, tulumla, akordiyonla seslendirilen harikulâde Gürcü havaları ile birlikte oynanan hareketli danslara ara verildiğinde, kız tarafı erkekleri zeybek benzeri ağır ritmli bir oyunla birbirleri etrafında dönerler. Bunca genç arasında gençliğine dönen "abla"nın yirmi yaş dişi zorlamasa her şey yolunda... Bereket, gençlerin gözlerden uzak bir köşede kokmasın diye çikolata ile içtikleri viskiden haberli "abla"ya damadının, masa altından sağladığı ilk yardımın ilk yudumunu midesine yollayan "abla", ikinci yudumla sızlayan dişini gargara yaparak uyuşturmaya çalışırken dünürünce basılmaz mı? Damadın babasının "eee, Fatoş Hanım, eğleniyor musunuz?" sorusuna cevap olarak önce bir "gulp!" sesi çıkaran, ardından yakalanmanın telâşıyla, bir çırpıda çocukları ele verip kendisini aklayan "abla", dünürünün olgun işbirliği sonucu, sızının da azalmasıyla takı merasimine çakırkeyif ulaşır.

Önce kız tarafı kuyruk olur, ardından oğlan tarafı; takılar, paralar çantalardan çıkıp, gelinin bileğini, damadın göğsünü süsler. Bu törenin sonu değildir, birbirini düğünden düğüne gören akrabalar hızlarını alamamışlar belli ki, takı töreni sonrası bir kısım Kütahya'lı davetli salonu terkederken damat tarafı ortada, bu kez üç ayak oynamakta...

Fotoğraf faslı ardından eve dönülür. Kısa zaman sonra gelin eşikte bir fincan, bir tahta kaşık kırılarak karşılanır, ardından parmakları bala banılır, eli kapı çerçevesine sürülür. Ev yapımı baklava ikramı yapılır, birlikte konuşa söyleşe yenilir. Ardından, gelin damat, yola çıkmadan önce, arkadaşlarıyla eğlenmeye giderler.

Yorgunluğun sessizleştirdiği yaşlılar, çocuklar yataklarına çekilirken, konuklardan bir kaçı alt katta oturan, kendisi bir başka düğüne giderken yataklar serdiği evinin anahtarını bırakan komşu evine inerler.

Bu evlilikle, daha önce birbirlerini hiç tanımayan, İstanbul'dan Antalya'ya, Artvin'den Kuzey Ege'ye pek çok insan, genç çifte yönelttikleri iyi dilekler ve dualarda buluşur, iyi niyet ve sevgiyle akraba olurlar.

29 Haziran 2009 Pazartesi

Yaşamı giderek, yoluna dizili bir dizi irili ufaklı mucizeye dönüşen "abla"nın, dönüşür ve çevresindekileri de dönüştürürken tanık oldukları:

2009 yılı 6. ayı sonuna doğru, incecik hilâlli yıldızı bol serin bir akşam, yazları sitenin girişindeki meydandan kalkan otobüsle İstanbul'a yollanan "abla", Burhaniye'ye varmadan daldığı derin uykudan, mola yerine girerken anons ve ışık saldırısıyla sertçe uyan(dırıl)ır. Gece karanlığında aynı firmanın, birbirinin aynı görünen bir başka otobüsüne binmemek için plakayı ezberler, uyku sersemi birbirine toslayıp tokuşan kalabalıkla yemek sırasına girer. Yayla çorbasında karar kılar, ağzı, saçları beyaz maske ve aşçı külahıyla örtülü bir kadın karavanayı karıştırıp doldurduğu kepçeyi kaseye boşaltır; o da uyku sersemi midir nedir, çorbanın bir kısmı tepsinin içine saçılır. "Abla" hiiiiiç sinirlenmez. Sağlı sollu sandalyelerde, geçişi olanaksız kılarak yayılmış oturanlara hiiiiç kızmaz, bir kâğıt peçeteyle damlamasın diye silmeye çalıştığı tepsisiyle, kendine yol açar, bir masaya oturur. Yayla çorbasında pirinçten çok nane oluşuna hiiiiç öfkelenmez, sakince çorbasını içer. Tuvalete girer, parmağını kapıya sıkıştırır, canı yanar, sırası gelmiştir, tam baldan tatlı öfkeye kapılacakken, tam o anda, o daracık zaman aralığında kendini yakalar; çok değerli karar anını kaçırmaz, ibreyi yeşilde tutar, seçimini sinirlenmemekten yana yapar. Serin geceye çıkar, kilitlenme eğilimli dizlerini çalıştırmak için hızla bir aşağı bir yukarı yürürken, sevgi talebiyle, sevinçle üzerine saldıran koca köpekten hiiiiç korkmaz, onu kendisiyle güreşmeyeceği konusunda ikna etmede bayağı zorlansa da, anonsla otobüsüne yürürken duygularını gözden geçirerek mola dökümü yapar; öfke ve korkuya prim vermeyerek duygusal dengesini koruduğunu saptar, koltuğuna oturup yastığını boynuna yerleştirirken, kendisini bu konudaki çabasından ötürü kutlar ve seçim anı fırsatı için, içtenlikle teşekkür eder.

Feribota binerken "...inerken değerli eşyalarınızı yanınıza alınız..." anonsuyla uykusu kırılan "abla" daha çok, yanda, koridorun öte yanındaki koltuklarda iki küçük kızıyla yolculuk eden kadının telâşıyla ayılır. Yola çıkmadan 6-7 yaşındaki büyük kızına, ayağı dibinde yer yatağı yapan, 3 yaşlarında görüneni yanına yatıran, 20'li yaşlarda, en fazla 45 kilo küçücük kadın panik içinde! "Uyan, otobüsten ineceğiz, sen büyüksün bana yardımcı olmalısın" diyen anneyle, uykudan sıyrılamayan kızın bin zahmetle toparlanmaya çalışmalarını anlamlandıramayan "abla", kendi ağır sorumluluklu çocukluğuyla paralellik kurduğu küçük kıza acıyıp dururken, genç kadının sorusu üzerine mesele aydınlanır: "Ben" der kadın içtenlikle, "ilk kez otobüsle feribota biniyorum, inip otobüs değiştireceğiz sandım."

İstanbul'da kardeşleriyle buluşan "abla"nın küçük kız kardeşinin, ortancanın 50. yaşgünü şerefine düzenlediği kutlamaların birinci ayağı, İKSV, 37. Uluslararası İstanbul Müzik Festivali kapsamında Kraliçeler. Kataloğun "Doğumunun 350. yılında 36 yıllık kısa yaşamına pek çok eser sığdıran İngiliz müziğinin babası Purcell'in ve ölümünün 250. yılında barok müziğin ustası Händel'in eserlerindeki gururlu, gizemli ve âşık kraliçeleri tarih sayfalarından çıkıyor ve bu konserle birlikte müzikseverler için dile geliyor. Verdiği resitaller ve albüm kayıtlarıyla kısa sürede uluslararası basının yakından takip ettiği bir isim olan Christophe Rousset'nin opera tutkusunun bir ürünü olarak 1991 yılında kurduğu topluluğu Les Talens Lyriques ve ünlü soprano Anne Hallenberg ile birlikte tarihin sararmış sayfalarını sizler için çevirecek, iki büyük müzik dehasının kraliçelerini yorumlayacak ve onları yeniden taçlandıracaklar." diye tanıttığı gösteri. Üç ayların ilkinin başlangıcını müjdeleyen azıcık kalınlaşmış hilâl Aya Sofya üzerinde ışıldarken, pahalı parfümlerle tütsülenen sahnedeki güzel kadın, oktavlar arasında rahatça inip çıkarak hacimli güzel sesiyle Aya İrini'nin içini, dışarı taşarak asırlık çınarlar altında mutlu güzel kedilerin süslediği bakımlı saray bahçesini, genişleyip yayılarak doldurur.

Ablalarına her festival ne yapıp edip bir Aya İrini gösterisi armağan eden küçük kız kardeşin kutlama programı, ertesi akşam üzeri Aksanat'ta Şeylerin Şekli adlı oyunla sürer: Cüretkâr yazıları dolayısıyla bağlı olduğu Mormonların dışladığı Neil Labute'ün yazdığı Mehmet Ergen'in çevirip yönettiği oyunu izleyen, bayılan ille de ablalarım görsün deyip, gösterimin uzatıldığını duyar duymaz koşup bilet alan küçük kız kardeş, Esra Bezen Bilgin, Betul Çobanoğlu, Deniz Celiloğlu ve Bartu Küçükçağlayan'ın sergilediği, Afife Jale ödüllü yetkin oyunculukla, üç kata yayılan becerikli sahne düzenlemesiyle, sanat nedir? sorusuna kadın-erkek ilişkileri aracılığıyla yanıt arayan çok güzel oyunu önerdiği için özel teşekküre mazhar olur. "Abla"nın karşılaştığı herkese, bu oyunu mutlaka görmelerini önermesi onun oyunu ne kadar beğendiğinin bir göstergesi sayılsa gerektir.

12 kişilik bir arkadaş grubuyla bir araya gelinen gece, az bir zaman önce varlığından haberdar olunup, sunumu da lezzetleri kadar muhteşem geleneksel Mardin yemeklerinin mide kadar göz de doyurduğu Cercis Murat Konağı. Meraklısının ne olduğunu bildiği, "abla"nın ise keşfetmekten büyük memnuniyet duyduğu, Kilis'ten bu yana, -"abla" 40 yıl önceden sözetmekte...- böylesini yememiştim dediği çiğ köfteye, bayıldığı mezelere, yanısıra kalaylı bakır kasede sunulan ev yapımı Süryani şarabına, Kilis Katmer'ine benzeyen, ondan hiç de aşağı kalmayan tatlısına, en kısa zamanda tekrarlanacak! işareti konur.

Tüm bu yoğun trafik arasında bir ara, Taksim'e ulaşmak üzere, evden, telefonla taksi çağırmaya üşenip yolun başında durdururuz fikriyle çıkan "abla" ile ortanca kız kardeşinin tanık olduğu bir küçük mucize: Saat 15:45, taksilerin nöbet değişimi için duraklarına ulaşmaya çalıştıkları, bu yüzden aynı yöne gitmiyorlarsa müşteri konusunda nazlandıkları zaman dilimi. Yolun karşısında bir taksi ile işaretleşen kardeşler, onun manevra yapıp dönüp gelmesini beklerken yaklaşık yirmi aracın önlerinden geçişine tanık olurlar. Nihayet önlerinde bir taksi durur, yola koyulurken, onun işaretleştikleri taksi olup olmadığını sordukları şoför "abla"ya kendisini tanıdığını, geçen kış onu sapı kırık bavuluyla Peru dönüşü, buraya getirdiğini, yolda Mayalardan, sona ermekte olan Maya Takvimi'nden, Dünyanın yapacağı kuantum sıçramasından... sözettikleri çok hoşuna giden uzun sohbeti unutamadığını anlatır. Adam Fawer'in Olasılıksız'ını bir hamlede okuyup beğenmiş "abla" merak eder, acaba İstanbul'da yola dikilen birinin altı ay önce kendisini bir yerden bir yere götüren taksiye, -taksi şoförü önyargısını parçaladığı için kendisinin de unutmadığı birikimli sürücüye- rastlama olasılığı nedir?

21 Haziran 2009 Pazar

12 yaşındaki "abla"nın, anket defterinin 17. sorusu, "Kıskanç mısınız?", Yanıt: "Asla değilim."

Birmilyonkalem'deki editörlerinden aldığı ...siz yazarlarımızı tanıyıp tanıtmak amacıyla düzenlediğimiz anket sorularını inceleme... davetine uyan "abla", soruları yeterli bulursa da, aklında, 12 yaşındayken -kimbilir nerelerden esinlenerek- düzenlediği ve "örnek cevaplar" diyerek yanıtladığı 40 soru var.

Plastik tabureye çıkan, buzdolabı üzerindeki mutfak dolabını açıp, büyükçe koliyi alan "abla", beyaz plastik deri taklidi kapaklı -dağılmış- hatıra defteri, ilk UFO Kongresi kayıtları, öğrenciliği boyunca aldığı karne ve takdirnameler, 10. Deri Fuarı'nda açtığı el yapımı kart sergisi dosyası, çektikleri kısa filmle ilgili notları barındıran bir başka dosya, güzel baskılı Atatürk portreleri, kırmızı yünlü kumaşa beyaz zincir dikişle annesinin işlediği SB harfli ilkokul sınıf başkanı kolluğu, kenarı dantelli beyaz yaka ve kolalı iken, tepesinde havalanmaya hazır bir çeşit pervane gibi duran kurdelesi, kabakulak olup yattığı günlerde tebeşirden topluiğneyle oyduğu 3-4 adet figürin, çocukken yazdığı şiirlerin basılı olduğu Doğan Kardeş dergilerinin bir kaçı, kızının yatılı okuduğu lise yıllarında kendisine yazdığı, babasının o daha Dünyada değilken "abla"ya yazdığı aşk mektupları, Türk Hafif Müziği şarkı sözlerini barındıran -bu günle kıyaslandığında berbat baskılı, manevî değeri paha biçilmez- fasiküller...

Kırmızı yağlı kağıt kaplı defterin, -her okul sezonu başında kendi defter ve kitapları yanısıra kardeşlerininkileri de kaplayan "abla" bu konunun uzmanıdır- ilk sayfasına ortalayarak çift kalınlıklı, süslü yazıyla Anket Defteri yazan "abla", aynı özeni, alt satıra adını soyadını yazarken de esirgemez. İzleyen üç sayfaya 40 soruyu sıralar, arkalarını boş tuttuğu sayfaların devamında Örnek Cevaplar başlığı altında, sorularını, ilk olarak kendisi yanıtlar.

Yazının devamı, yazım hatalarına dokunulmaksızın, soru ve cevaplar harmanlanarak hazırlanmıştır:

1. Adınız, soyadınız? Fatma Kutlusoy

2. Yaşınız, adresiniz? 12 yaşındayım. Adresimiz: Zekeriya Korkmaz Bulvarı No: 242 Kilis-GAZİANTEP

3. Kaç doğumlusunuz? Hangi tarihte doğdunuz? 1958 doğumluyum. Doğum tarihim 23 Mayıs 1958

4. Hangi burçtansınız? İkizler burcundanım.

5. Romantikmisiniz? yoksa realismi? Realistim.

6. Hangi renkleri seversiniz? Pembe, camgöbeği, yeşil.

7. Gözlerinizin ve saçınızın rengi nedir? Göz ve saç rengim kahverengidir.

8. Sizce sarışın mı yoksa esmer mi câziptir? Esmer.

9. Spordan hoşlanır mısınız, hangi dalda? Evet, yüzme dalında.

10. Yerli ve yabancı artistlerden daha çok hangisinin filmlerini tercih edersiniz? Yabancıların filmlerini tercih ederim.

11. Yerli artistlerden en çok hangilerini seversiniz? Filiz Akın, Cüneyt Arkın.

12. Sevdiğiniz yabancı artistler? Elke Sommer, Alain Delon.

13. Sevdiğiniz yabancı ve yerli şarkıcılar? Yerli şarkıcılardan: Erol Büyükburç, Esin Afşar. Yabancılardan: Tom Jones, Rita Pavone.

14. Hangi yemeği seversiniz? Yemekler arasında seçim yapmam.

15. Hangi tatlıyı seversiniz? Sütlâç müstesna hepsini.

16. En çok sevdiğiniz meyvalar? Şeftali, muz, kayısı vb.

17. Kıskanç mısınız? Asla değilim.

18. Uykuyu sever misiz? Evet.

19. Güzel ve gösterişli giyinme sizin için önemlimidir? Hayır.

20. Bu anketi cevaplarken üzerinizde ne vardı, saat kaçtı? Bir elbisem vardır. Saat 4'e beş var.

21. En çok hangi çiçeği seversiniz? Gül, karanfil, papatya.

22. Çekimser misiniz? Evet.

23. Eğlenceyi sever misiniz? Fazla değil.

24. Şu anda dünyanın neresinde bulunmayı arzularsınız? Japonya'da.

25. Büyüyünce ne olmak istersiniz? Bir doktor veya eczacı.

26. Sevgi denen şeye inanırmısınız? Evet.

27. Hortlak, ruh, hayalet, bu gibi şeyler sizi korkuturmu? Hayır.

28. Ne tip romanları seversiniz, macera, seyahat, aşk vs.? Macera.

29. Dediğinizi yaptırırmısınız? Evet.

30. Aşka inanırmısınız? Evet.

31. Hangi takımı tutarsınız? Fener bahçe.

32. En sevdiğiniz hayvanlar? Kedi, tavşan.

33. Sevgiliniz var mı? Hayır.

34. Sizi seven birinin var olduğuna inanırmısınız? Bilmiyorum.

35. Aşkınız sevgilinize açıkladınızmı? Hayır.

36. Sevgilinizin ismini ya da baş harflerini yazabilirmisiniz? Yok.

37. Sevgilinizle nerede bulunmak istersiniz? Hiçbir yerde.

38. Onu hiç öptünüzmü? Hayır.

39. Hangi aksesuardan hoşlanırsınız? Hiçbirinden. Saat müstesnâ.

40. En çok hangi şarkıları seversiniz? Hafif batı müziğini ve aranjmanları çok severim.

Kırk yıldır her okuyuşunda, satırlar ve satır aralarındaki sâfiyete, gözünden yaşlar gelene dek gülen "abla"nın, kardeşlerine, arkadaşlarına doldurttuğu, 1/3'ü boş anket defterinin son sayfası, bir diğer uzmanlık alanı kız resminin kurşun kalemle yapılmış, müstesna bir örneğiyle süslü.

19 Mayıs 2009 Salı

Dört uçan balona dönüşüp, “abla”yı özgürleştiren dört gülle.

Film festivalini izlerken, akşamlarına serpiştirdiği arkadaş buluşmalarında "abla", aklına takılmış, yıllara yayılmış dört büyük meselenin çözümlendiği bir kaç oturum gerçekleştirir; öyle ki her biri ayak bileğine bağlı birer adet güllenin çözülmesini, ruhunun gözle görülür biçimde hafiflemesini sağlar.

Severek ürettiği el yapımı kartlarını, ego'su Sebastian'ın azmettirmesiyle, herkes görsün, duyduğu sevinci paylaşsın, bir adım daha ileri giderek -mümkünse- hayran olsun talimatları uyarınca, ne yapıp edip sergilemesi gerektiği fikrine kapılan "abla"nın yardımına, özel bir kadın olan moda tasarımcısı arkadaşı koşar ve yaklaşmakta olan deri fuarında -bedelsiz- bir stand ayarlar. Dayısı ile birlikte, oluklu kartonla kaplayıp –kartları astıkları- misinalara bağlı kancalarla döşedikleri standda, Rusya'daki bir mağazanın açılış kokteyli için el yapımı davetiyeler üretmiş "abla"nın, artakalan kürk ve deri parçalarıyla ürettiği yüzü aşkın tebrik kartı sergilenir. 75 adedini daha sonra, Aziz Nesin’in, doğum günü kutlaması için gittiği, Çatalça’daki muhteşem mirası Nesin Vakfı'na bağışladığı deri-kürk el yapımı kartlar, "abla"nın bir başka sevgili arkadaşının Antalya'da açılışına aracılık ettiği düğmeli kart sergisinden sonraki ikinci geniş çaplı projesidir.

Çok mutlu "abla"nın, gönül borcunu ödeyemeyeceğinden emin olduğu moda tasarımcısı arkadaşının işi/yolu bir gün, kuzeniyle çalıştıkları kutu dükkânına düşer. O sırada bir başka müşteriyle ilgilendiğinden kuzeninin devraldığı, -aksilik- çözümlenemeyen iş, "abla"nın borcunun hiç değilse bir kısmını ödemesine olanak vermez. Bir kaç yıldır yüreğinde/ayak bileğinde taşıdığı/sürüdüğü gönül borcu dolayısıyla boynu eğik "abla", aralarında, ihtişamı, bir çocuk masumiyetiyle yalnızca sevgiye programlanmış yüreğinden gelen modacı arkadaşının da olduğu küçük arkadaş grubuyla, Nevizade’de buluşur.

Tek bir bakış!
Yıllar sonra, ödenmeyeceği âşikâr borca dair en ufak bir imâ taşımayan, onun yerine, Çinlilerin en erkeksi sayı dedikleri 23 tarihli bir günde doğmuş “abla”daki erkeğe çocuksu merakla bakan, ölçülemeyecek kadar kısa zaman aralığında o erkeği gören, bunu gördüğünü gizleyemeyen çok saf, çok kadın, çok güzel, “abla”nın ayak bileğindeki güllelerden birini kırmızı renkli uçan balona dönüştüren muhteşem bakış!

İkinci görüşme, “abla”nın bekâretle ilgili bir yargısını, daha çok ortaya koyuş biçimine alındığını, kırgınlığını yıllara yaydığını sandığı çok sevgili eski arkadaşıyla buluşması…. Affedilmeyi beklerken kendi kendini affeden “abla” bir bakar ki, kendisi, kendi kendine yarattığı minik hüzün gölünde debelenir, güllesinin ağırlığıyla dibe batmaya direnirken öteki, annesinin, yetmezmiş gibi anne olma hayâlinin kaybıyla, bu arada işsizlik ve onun maddî sonuçlarıyla başa çıkmaya, başını suyun üzerinde tutmaya çalıştığı bir beş yılı geride bırakmış! İki kadın, yine Nevizade’de, bir başka akşam, neşeli Cuma akşamı uğultusu elverdiğince, dip dibe iki masada çalıştıkları eski güzel günlerdeki derin sevgiyle, uzun uzun konuşurlar; “abla”nın bileğinden bir gülle daha çözülür, yükselir, parlak mavi bir balon olur.

“Abla”nın üçüncü görüşmesi, doğum haritasını çıkaran arkadaşıyla, bir Zencefil akşamı, güzelim sebze yemekleri yanında güzel şarap eşliğinde gerçekleşir. Kendisine, Güney Ay düğümünde görünen Boğa karakterinin tutuculuğunu terk edip, Kuzey Ay düğümünde beliren partnerliğe açık Akrep yanına yönelmesini öneren arkadaşıyla konuşurlarken lâf, doğum haritası detayları arasında zaman kalmayan cinsellik konusuna gelir. Arkadaşı, -bir ihtimâl- “…Akrep, partnerlik…” derken, “abla”nın, katı “sevmediğim adamla sevişemem” ilkesi yüzünden varlığını reddettiği cinselliği konusunu didikler; ola ki esneklik ilhâm etmesi ümidiyle, “Peynir” der, “tek çeşit peynirle de yetinilebilir, ama değişik peynirlerin bir arada olduğu bir tabak peynir?..” Daha çok, çok eşliliğe uyar görünen peynir tabağı örneği üzerine, düşünerek, tane tane, uzun zamandır, peynirin bilinmediği bir gezegende yaşadığını belirten “abla”nın sözlerine karşılık arkadaşı da tane tane, “yani, Sûfîler gibi olmuşsun sen” der, “cinselliğinden sıyrılmışsın…”

Katı, sevmediğim adamla… ilkesiyle, ayak bileğine elleriyle taktığı, bekâret kemerinden zahmetli güllesi yüzünden “abla”, bir zaman kendisiyle “Satılık, az kullanılmış, çalışır durumda, doğurganlığı garantili, takım cinsel organ” ilânı versem mi? diyerek çooook dalga geçmiştir. Fıstık yeşili bir balon olup yükselirken geride gideren eriyen iri baklalı gümüş zincir bırakan parlak kara cinsellik güllesi, arkadaşı “…Sûfîler gibi olmuşsun sen” demese, kim bilir daha ne kadar, nerelere kadar “abla” ile sürüklenecek…

Dördüncü ve şimdilik sonuncu gülle, değersizlik, kendini sevme meseleleriyle bağlantılı, borçların –ille de- ödenmesi gereği, affetme/edilme, en zor sorulardan biri cinsel dürtülerden sıyrılma, belki bir takım beklentilere son verme... konularını taşıdığından, gri gümüşîden çingene pembesi balona dönüşmüşse de, havalanması zaman alacağa benzer.

“Abla”nın gecikmiş anneler günü yazısı: Ağca, Papa’yı vurmuş!

Rahme düşüşünün Mart ayına rastlamasına epey güldükleri, takvim metodu denen doğum kontrol yönteminin defosu ilk bebeğini “abla”, bunun ne olduğunu anlamadan düşürür. O kadar genç ve deneyimsizdirler ki, Cerrahpaşa’da düşük tehdidi teşhisi konup dinlenme önerildikten sonraki akşamüzeri, yakında oturan arkadaşının annesinin yaptığı iğne olmasa “abla”, sabaha kadar gürül gürül kanayacak, belki bu yazıyı yazamayacak!

Üst katta oturan, durumun –ciddiyetinin- farkında ev sahibiyle Almanya’da hemşirelik yapmış eşi, cehalet ile vefat sınırına dayanmış “abla”yı Okmeydanı Acil’e götürürler. Muayene sonucu kürtaja alınan “abla”, uzandığı yerden yanındaki metal masa üzerine yayılı ürkütücü alet edevatı incelerken gelen doktor, eldivenlerini takarken yanındaki teknik ekibe dert yanar, “bir Pazar olsun” der, “hanımla üst üste iki lâf koyamıyoruz, şöööyle güzel uzun bir kahvaltı yapamıyoruz.”

Operasyon sonrası, annesinin kampa aldığı “abla”nın, müşfik yoğun bakımla onarılan bedeni, komşusunun “düşüğün bacağı içinde kalır” diyerek belirttiği gibi, en kısa zamanda yine hamile kalır. İlk maceradan edinilen deneyimle, hafif bir sancı ardından, o yıllarda Nişantaşı’ndaki SSK’ya ait dispansere gidip muayene olan “abla”ya doktor, “kocanı ara,” der kesin bir tonla, “sana geceliğini, diş fırçanı getirsin, sen çık yukarı, yat!”

Bu beklenmedik alıkonmadan hiç hoşlanmasa da “abla”, bir bebek daha yitirmeyi göze alamaz. Öğle ve akşamüstleri, yenmeye çalıştığı bulantıları kışkırtan çok yağlı yemeklerle, gündoğumunda verilen mahmur kahvaltılarla hatırladığı iki hafta geçirdiği dispanserde, yan yataklarda anlatılan nice anne olma/olamama hikâyesine kulak misafiri olur.

“Abla”nın, 1981 Mayıs ortalarında, sıcak bir gün, iyi –sağlık- hâlinden salıverildiği hastaneden çıkıp Osmanbey’e yürürken, gözünün iliştiği gazetelerin tümünde beyaz giysili bir adamla, esmer bir delikanlının fotoğrafı yanı sıra iri puntolarla tek bir haber: Ağca, Papa’yı vurmuş! 20’li yaşlarının ortasında “abla”nın, anneliğinin başında, her an kırılabilir bir şey taşıyor olma sakınımından kaynaklanan hassas ruh haliyle, güneşin altında alıp bebeğiyle paylaştığı ilk haber, yüreğini –bir ihtimâl- bebeğini, daraltan kaygıya dönüşür.

Bebeğin geleceği dünyanın geleceği kaygısının kapladığı yere bakılarak, “abla” için anneliğinin başlangıcını, Aralık sonundaki doğumdan aylarca önceye, Mayıs ayının 13. gününe taşımak çok daha uygun…

22 Nisan 2009 Çarşamba

“Abla”nın tek çocuğu...

Bolu’da, arada çöken bulutun ardında yiten köye giden toprak yolun başındaki SSK Hastanesi’nde doğar: Burnu sivilceli, omuz başları tüylerle kaplı, -olağan- sarılık yüzünden portakal renkli bebek, “abla”nın tek çocuğu…

Babası hakkında fikir sahibi olamadan o gider, annesi bir başka adamla evlenir. Adam, annesinin kalbine giden yolun başında olduğunu düşündüğü çocuğu, -elinden geldiğince- hoş tutmaya çabalar. Çocuk ise, babasının gidişinin nedeni gördüğü adamı sevmeye yanaşmaz, bakar annesinden umut yok, birlikte oturdukları teyzesine “ne olur” der, “babamla sen evlensen…”. Bir yıl boyunca adam uğraşır, “abla” işleri dengede tutmaya çalışır, olmaz; pek de yürüyeceğe benzemeyen evliliğe son vermek isterler. Kreşe giderlerken, “abla” ikinci bir kaybı nasıl karşılayacağını bilemediği kızına, “…evden gidecek” der, kız ikiletmez bile “hiç uğraşma” der, “bırak giderse gitsin!”. “Abla”, bir bakar, gerçekten de uğraşıyor, hem de kimse üzülmesin, herkes mutlu olsun diye öyle çabalıyor ki, yorgunluktan neredeyse düşüp ölecek! Bu sözler kulağında, halâ 20 yıl önce söylendiği andaki olgunluk, kararlılık ve güçle yankılanırken “abla” bunun, kızından aldığı ilk büyük ders olduğunu düşünür.

Bir yandan, …şu, şu ve şu koşulları yerine getirmezse sevilmeyeceği, kaygısıyla büyüdüğünden -başka türlüsünü de bilmeyen- “abla”, anne olarak elinden gelenin en iyisini yaptığı fikriyle sıkışık eğitim planını küçük kıza dayatır. Sonuçta çocuk, okul dışında, hafta sonları bazılarını pek istemediği kurslara, “çıkışta söz, seni McDonalds’a götüreceğim” vaadiyle, sinema, tiyatro, 23 Nisan Çocuk Şenlikleri’ne… fazla direnmeksizin taşınır. “Belki yeteneği vardır” diyen anasının, tiyatro yetiştirme sınavına soktuğu çocuğun, sıra beklerken, yanlarındaki ana-oğlun konuşmasına tanık olup “ben de heyecanlıyım değil mi anne?” dediği, çocukların okuma yazma bilmesi şartı gözlerinden kaçtığından sonuçsuz girişimleri de, hafızalarda yerini korumaktadır.

“Abla” kendi sıkıntılarını çözmeye çalışırken, yanı sıra, sıklıkla doğaya (şehrin göbeğinde olduğundan Yıldız Parkı’na) sürüklenen çocuğun, annesiyle birlikte olduğu sürece keyfi yerindedir. Ne yazık tatiller kısadır, annesine hasret küçük kız, “hastalansam evde kalsam” der, “sen de bana baksan…”.

Kız yalnız büyür; daha ilkokulda, eve kendi anahtarıyla girer, fazla yalnızlık çekmesin diye, önce, hızla üreyen, ardından masanın üzerini kaplayan kavanozlardan dışarı fırlayarak hızla tükenen balık(lar), ardından kedi alınır. “Abla” geç saatlere dek çalışmaktadır, çocuğu kontrol edecek kimse olmadığından kapı önünde oynaması yasaktır. O da, kendisi gibi yasaklı, bir kız, bir oğlan iki çocuklu yan komşuya iltica eder. Eve varıp kızını bulamayan “abla”, bu iş rutine dönünce, rahatsızlık vermeyelim diyerek, “üç çeşit yemek” yemekten memnun çocuğa, yan komşuyu da yasaklar. Dileği, eve gelir gelmez telefonun değil, derslerinin başına oturan bir çocuk ise de, kız, öğretmeninin kırmızı kalemle yazdığı "lütfen defterini, ödevlerini kontrol ediniz" uyarısı üzerine, “abla”nın fark edip dehşete düştüğü bir soru-cevap yöntemi keşfetmiştir: İlk üç soru:……, Cevap: -hep aynı- Bilmiyorum. Dördüncü soru:……, Cevap: Onu da maalesef bilmiyorum.

Telefon, küçük kızın, annesinin evde olmadığı zamanının tümünü kaplar; “abla”nın, beklenmedik erken bir gelişinde, telefonun yanına açtığı defterine yaza çize, arkadaşıyla ders çalıştıklarına şahit olmuşluğu vardır. Bir keresinde, annesine Kızkalesi’nde bir ev hediye etmek niyetiyle 900’lü hatlarla da haşır neşir olan çocuk, “senin çocuğun böyle bir şey yapsaydı ne ceza verirdin?” sorusuna yanıt olarak, “ama çıksaydı ceza vermezdin…” demekle beraber, yaz boyunca, bulaşıkları yıkar.

Babasının ikinci evliliğinden doğan kız kardeşi, çocuktan 8 yaş küçüktür; annesi ve teyzeleri bir araya geldiklerinde, konuşur, söyleşir, gülüşürlerken küçük kız özenir, “keşke” der, “ben de anneannemin karnından doğsaydım…”

Çocukluğunun sonlarına doğru, ortaokul döneminde, bir sıra dayağı sonrası “ben bir fiske bile vurmadan bu yaşa getirdim” deyip okula koşan velilerin tersine “abla”, “hayat boyu haklı haksız pek çok benzer olay yaşayacak, hep yanında olup onu koruyamam, başa çıkmayı öğrensin” de hayata karşı bağışıklığı güçlensin diye, kızına arka çıkmaz.

Bir 23 Nisan arifesinde “abla” bakar; evde çocuğunu, okul çıkışı, fırından yeni çıkmış kek-börek ve çayla karşılayan anne yerine, geçim derdinde gecenin körüne dek, arta kalan zamanda kendisi için bir şeyler yapmaya çalışan, denklemdeki yerini korumaya kararlı bir anne bulan, kayıtsız şartsız, müşfik sevgi yerine, sorumluluklarını yerine getirdikçe sevileceği duygusu/bilgisi ile büyüyen, “abla”nın hayatın anlamını aradığı yolda, annesiyle beraber kırılıp dökülen, parçaları toplayıp, ekleyip, yapıştırıp yola devam eden, “en büyük aşkım!” dediği kızı büyümüş, onca maceradan sonra, ortaya, hiç de fena bir sonuç çıkmamış!

Öyle ki, kim kimi büyütmüş, ayırt etmek artık mümkün değil…

20 Mart 2009 Cuma

Senbilirsinabla kimdir? Konsomasyon Taburesi, …demek isterdim!, Öte yandan… neyin nesidir?

Her konuda erken olgunlaştığından, karşı cinse yönelik çıkışları sayılmazsa, kendisinden beklendiği gibi, akıllı, uslu, liseyi dereceyle bitirip, ileri görüşlü annesinin yönlendirmesiyle Grafiker olmaya niyetlenen “abla”, ‘70’li yılların ortasında taşradan ayrılır, İstanbul’a gider. Yurt yaşamından o derece acı duyar ki, 21:30’da, son dakikada içeri girip, dolabından aldığı boyalarını, fırçalarını çalışma masasına koymasıyla, suntaya gerdiği kâğıda kapanıp –kendine koyduğu teşhise göre bu, savunma mekanizmasının marifetidir- uykuya dalması bir olur.

Grafik öğrenimini, -‘70’li yılların ikinci yarısı- duraklarda, kahvelerde ortalama günde 20 kişinin vurulduğu günlerde, Beşiktaş’ta Akademi’ye bağlı, kum deposundan bozma binada, kurt başlı yüzüklü-kemer tokalı, sarkık bıyıklı gençlerin okul basma tehdidi altında, hocaların bazıları “10 kişi olunca beni çağırın” diye savsakladığından “abla”nın öğrenme şansı olmadığı perspektif dersindeki gibi yarı dolu yarı boykot sürerken, değerli grafikçilerden öğrendikleriyle, 30 kişilik sınıftan 3 arkadaşıyla dönem yitirmeden tamamlar. Okulun 3. sınıfında staj için başvurduğu, -zamanın en büyüklerinden- reklam ajansında, devam zorunluluğu olmadığından, son sınıfta çalışmaya başlar.

Evlenen, bir kız doğuran, boşanan, yine evlenen, bir kez daha boşanan “abla”nın, kriz bahanesiyle ücretlerin ödenmediği, iflâsların, bir gecede işsiz kalmaların… yaşandığı 10’dan fazla işyerinde, çalıştığı 22 yıl boyunca yanındaki duvarın dibi, tabure, kalorifer peteği, çekmeceli etajerin üzeri hep doludur. “Abla” çalışırken, onun Konsomasyon Taburesi adını verdiği tüneği boş bulan, kız/erkek arkadaşlarından, ailelerinden, para(sızlık)dan dertli, kimi entelektüel olmanın kriterlerini merak eden, hatta gerdek gecesi doğum kontrol yöntemi soran arkadaşları gelip otururlar; “kelin merhemi olsa kendi kafasına sürer” demeyip, babasız bir kız çocuk büyütmeye çalışırken kendi yaşamını dengelemeye çalışan “abla”ya akıl danışıp öğütlerine kulak verir, sen bilirsin abla derler, “sen bilirsin…” Kuzeninin dükkânında, el yapımı tebrik kartları, kutular sattıkları dönemde de “abla”nın Konsomasyon Taburesi hiç boş kalmaz.

Kendisini, “zorunlulukları yerine getirmekten mutlu olduğuna” inandıran ego’su Sebastian’ın kamçısı altında, beklentileri karşılayıp, olmazsa olmaz sevgiyi/sevilmeyi garantilemeye çalışırken, 30’lu yaşlarında, bir şeylerin içine sinmediğini fark eden “abla”; zaman zaman yanlış bir planete doğduğu duygusu yaşamasına neden olan, tanık olup acı duyduğu –düzeltmeye, mümkün değil birkaç ömür yetmez- yanlışlıklara, savaşlara, kıyımlara, işkenceye, tecavüzlere, istismara, kadın, çocuk, hayvanlara yönelik şiddete, uyuşturucuya, sigaraya… kötü olduğu bilinerek sürdürülen kötülüklere katlanabilmek ve iki boşanmanın yıkımı altından kalkabilmek için katıldığı, bir yıl süren grup terapisinde, “içindeki çocuk”, “kendini sevmek” gibi kavramlarla karşılaşır. Bir yandan, varlığından –henüz- habersiz olduğu sağduyusu Basiret Hanım, kulağına “…her şey göründüğü gibi olmak zorunda değil, her şey bundan ibaret değil…” diye fısıldamaktaysa da “abla”nın onu duyabilmesi, dahası dinlemesi için epey zamana ihtiyaç vardır.

2004’ün ikinci ayında, sabahları, karnında çöreklenmiş, gününü zehir etmeye hazır, nedensiz panik, dehşet, telâş ve sınırsız öfkeyle uyanıp yaşamını sürdürmeye çalışır; mükemmeliyetçiliği, kendisine verdiği alçakgönüllülük eğitiminin dozaşımıyla yol açtığı değersizlik duygusu yüzünden yıllar önce ölmüş annesine söylenirken, sevgili bir arkadaşı, bir kendini geliştirme seminerinden söz eder. “Abla”, haftada birkaç saat, birkaç ay süren bu çalışmalar sonunda, yıllardır peşinde olduğu sorunun yanıtını bulur: “Yanlış bulduğun her şeyi değiştirmene imkân yok, kendini, bakış açını değiştirmelisin!”

Böylece yeni bir yol çizer yaşamına: İlk iş, birbirlerine âşık âşık bakıp, kızın çevresinde dolanan boylu boslu, yakışıklı, yüreği sıfatını gölgede bırakacak güzellikteki delikanlıyı incelemeye alır. “Abla”nın şansına, kızının liseden arkadaşı oğlan, tam o ara iş bulur ama işi onu İstanbul’da yaşatacak geliri sağlamaz. İkisinin bunalımda oldukları günlerden bir gün, üçü sofradayken “abla”, “eee” der, “siz evlenin bari…” Basiret Hanım’ın desteği yadsınmaz bu karar, çok doğru bir adımdır; damadın iyi niyetli, sevecen ailesinin de oluruyla, kızın odasındaki tek kişilik karyola yerine, iki kişilik olanı konur, evlenirler. Karı koca evin ekonomi çarkını döndürünceye dek başlarını bekleyen “abla”, bir yıl sonra, annesinden kalma yazlık evi tadilâtla kışlığa çevirip, boncuk, düğme, kâğıt, kumaş, kitap doldurduğu kolileriyle, kentin örselediği ruhunu onarma kararıyla, Kuzey Ege’ye göçer.

Artık bol bol zamanı vardır; kimdir, nereden gelip nereye gitmektedir, içine sığmayan öfke nedendir, ruhun sonsuzluğu nedir, kesintisiz sevinç mutluluk, huzur mümkün müdür?

“Tıp!… tıp!… tıp!…” sesi üzerine, başını, okuduğu Kryon 3. Kitap’tan kaldıran “abla”, sobanın dirseğinden yere sulu zift damladığını görüp alarma geçer. Kendisi drama dahil olsa da olmasa da, hayatın sürdüğünü keşfedip dramın dışında kalmayı seçtiğinden, birkaç yıldır haber dinlemeyip, gazete de okumadığından, ortanca kız kardeşinin, soba tutuştursun diye, üşenmeyip Bursa’dan taşıdığı gazeteleri güzeeeelce ortalığa yayar. O ara, en üste serdiği Cumhuriyet’in Ekonomi Sayfası’nda, onpunto’yu anlatan, blog, blog yazarlığı üzerine bilgi veren bir yazı-haber dikkatini çeker. Sebastian’ın, söyleyecek çok sözü olduğunu söylemesi, Basiret Hanım’ın da yüreklendirmesiyle abla”, küçük kız kardeşinin hediyesi laptop başına geçer, Google’da onpunto’yu arar, bulur ve 21 Mart 2007 tarihli ilk yazısını yazar.

Blog’unun adı “Konsomasyon Taburesi”, kendisi “senbilirsinabla”dır. Başlangıçta rümuzlu cinsinden bir Güzin Abla çeşitlemesi düşündüyse de, ölçemediği okunma ve gerçekleşmeyen katılım yüzünden taburesine, ev yapımı terapi amacıyla kendi tüner; “abla”nın eteğinde dökmesi gereken bir yığın taş vardır. Onpunto kapanana -9 Temmuz 2008- dek, 164 tane Konsomasyon Taburesi yazar. Daha çok günlük havasındaki yazıların, eteğindeki taşları çok da hafifletmediğini görmekte gecikmeyen “abla”, daha cesur, daha içten davranması gerektiğini düşünür.

Sevgiyi yitirmeme adına, yıllarca söylemediği, söyleyemediklerini yazdığı yeni bir blog açar “abla”: “…demek isterdim!”. 50-60 yazıyla, daha çok ego’su Sebastian’a hizmet eder görünen “…demek isterdim!” i, 30 kadar yazıyla, madalyonun üçüncü yüzünü irdelediği, sağduyusu Basiret Hanım’ın desteklediği “Öte yandan…” izler.

Onpunto’nun beklenmedik vefatından sonra, gezi yazılarını senbilirsinablaseyyah, sinema yazılarını senbilirsinablasinefil isimleriyle, –kendi kendine konuştuğu, bağırsa da kimsenin duymadığı, kapısı ve penceresi olmayan odaya benzettiği- bloglarında yayınlarken, araya sora, -kapıları, pencereleri, salonu, mutfağı olan, insanların bir araya geldiği- blogcu, azbuz, binbirfikir, sinemablog’u keşfeder, derken onpunto’dan arkadaşları birmilyonkalem’de toplanırlar.

Senbilirsinabla adıyla yola çıkan, binbirfikir’de Fatma Kutlusoy adıyla tanınan “abla”, okunulurluk sıralamasında nerede olduğunu bilmez. Şöyle düşünür; her zaman izlediği rotada, aklı-gönlü ne sormuş, yaşamı boyunca ne bilmek istemişse, zaman içinde er geç, mutlaka yanıtı bulmuştur; bu açıdan baktığında içi rahattır, ihtiyacı olan der, “ya Konsomasyon Taburesi’nde, olmadı, …demek isterdim!de, ya da Öte yandan…da, belki de diğer yazılardan birinde, kendisine gerekeni mutlaka bulacaktır…”

11 Mart 2009 Çarşamba

“Abla”nın doğum haritası: Keşifler, sırlar, öğütler…

Gece 23:35 Ayvalık otobüsüyle, evine dönmek üzere yola çıkacak “abla”nın, İstanbul’daki son gününde, Levent Metro çıkışından alınıp, aynı özenle taaaa evine dek bırakıldığı bu önemli buluşmanın temeli, aylar önce Volga gezisi sırasında, gruptan bir başka arkadaşın doğum haritası üzerinde konuşulurken kulağına ulaşan, hayret, hayranlık, teslimiyet taşıyan nîdasıyla atılır.

Annesi, sağlığında, sabah saatleri… türünden belirsiz bilgi verdiği için yükselen burcunu bilmeyen “abla”nın, talebi üzerine, doğum haritasını hazırlayan, birkaç gün önceden randevu veren ve bu konuda söyleyecekleri için, sessiz mekân arayışına giren arkadaşı, sonunda en uygun yer olarak ofisinde karar kılar.

Kız kardeşlerinin ODTÜ’den tanışı arkadaşı, önce Ekonomi’yi bitirir, ardından İstanbul’da Finans ve “abla”nın kendisi için kurduğu hayalleri gerçekleştirerek Uygulamalı Psikoloji okur. Şirket ve bankada üst düzey yöneticilik yapar, Astroloji kursları alır. Okumak, öğrenmek için gelmişe benzediği yaşamının arta kalan zamanında aile-çift terapisi/psikanaliz/bilişsel terapi/yönetici koçluğu-mentor’luk, arada çok azıcık kalmış özel yaşamından fedakârlık ederek beş kedi babası çalışkan adam üşenmez, arkadaşlarının doğum haritalarını oluşturur.

2.5-3 saatlik konuşma için, salonda, ilkokulun ilk sınıfında, sıraların, küme çalışması için düzenlenişi gibi, yüz yüze bakılacak şekilde yerleştirilmiş masaların bir kıyısına yerleşen “abla”, not tutmak için defterini çıkarır. Arkadaşının ayrıntılı, özenli, titiz çalışmasını ortaya sermeden önce çalıştırdığı küçük ses kayıt gerecinin amacı, konuşmanın, daha sonra tekrar dinlenebilmesi…

Okuduğu Sufizm ve Psikoloji isimli kitapta rastladığı “…her birinize birer not düştük…” ibaresinin yükselen burçla ilgili olabileceğini söyleyerek çalışmayı başlatan arkadaşı, “abla”nın bu çalışmayla ilgili beklentisini bilmek ister. “Sınırlarını her zaman merak ettiğini, anlatacaklarından öğrenecekleriyle bu koyundan birkaç post çıkarabileceğini” belirten “abla”, arkadaşına çalışmanın bir laboratuar olduğunu söyler, bunu makale haline getirmesi konusunda yetki verir.

“Burcun İkizler, yükselen burcun Yengeç…”
“Aaaaa, çok ilginç!”
der “abla”, kendisini hiç de “Yengeç” sanmadığından, şaşkınlığı sürerken, arkadaşının eline verdiği, anlamadığı renkli küçük sembollerin yayıldığı doğum haritasını inceler. “Muhtelif konulara ilgi duyuyorsun, öncü karakterinle olayları başlatıcı, yerleştirici, düzelticisin; duygu dolusun, dürtüsellikle yeni fikirlere yöneliyorsun, sistematik düşünceye uzaksın, bir örnek vermek gerekirse bu, yanardağdan fışkıran lâva benzetilebilir, akıcı ve yakıcı… Gölge yanı kendi duygunu tam yakalayamadan, anlayamadan başka bir konuya geçmen… Ben bunu biliyorum diyebilirsin, leb demeden leblebi gibi; önyargılı dinleme sağlıklı öğrenmeyi engelleyecektir." “Abla” bunu hep yaşadığını, geçişi kendisinin bile ayırt edemediğini belirtir. “Acele ve sinirli bir konuşma tarzına sahipsin, duygusal aşırılıklar yaşayabilirsin, ağlarken gülmek ya da tam tersi…”

“Kendini bütünleme alanın grup çalışmaları, burada ego sorun çıkarabilir, gölge yana kayıp seni onaylayan kişileri seçebilirsin, onlara bağımlı olabilirsin ve onları da kendine bağımlı hale getirebilirsin. Dünyaya annelik etme eğilimi gösterebilirsin…” derken “abla”, arkadaşının sözünü keser, “Senbilirsinabla!” der, “Kendime Senbilirsinabla demişim, daha ne olsun?!” Aklında, kızının “beni boğuyorsun anne!” feryadı ile kız kardeşlerinin, “Fatoş’un sultası” dediği anaçlık manzaraları… “Birkaç yakın arkadaşımla, ergenlik krizi yaşadık” diye anlatan “abla”, “ilk gençlikte ana babaya nasıl baş kaldırılır, aynen öyle oldu, yaşamlarını yakından izlediğim, düzenli sevgi dozu aldığım arkadaşlarım, bir zaman geldi, programlara uymadılar, aksaklıklar yarattılar ve sonuçta benden uzaklaştılar” diyerek madalyonun öteki yüzünü çevirir; “…şu da var, sevgi ihtiyacıyla yarattığım/yapıştığım bu bağımlılık içinde, gelişmeme engel olurlar kaygısıyla, bir zaman sonra, belki de, ben onları silkeleyecektim.”

“Yengeç besler, büyütür, kendini de besleyip büyütebilmesi için kabuğunu atması gerekir… Kabuk bir anlamda duygusal güvence arama…” Bu, “abla”ya bir arkadaşından gelen “Yanında daima bir sevgilisi olsun ister” diyen, karakter/burç tahlili konulu mesajı hatırlatır. “…Sevme gücün fazla, başkalarının duygularını emiyorsun…” “Kraldan çok kralcı olmak gibi mi, aşırı empati yani…” diye sorar “abla”; “Başkalarıyla bu derece özdeşleşir ve sen o olursan, bu sefer sen neredesin? Bu gibi durumlarda aklında tutman gereken sözcük feda-kâr, neyi feda ettiğini…” “Ama, bir dakika...” diye arkadaşının sözünü keser “abla”, “…burada niye ama diyorum, savunma mı yapıyorum?” Fedakârlık sözcüğünün aklına ilk getirdiği, temel konularından, kendisinden beklenen anneliği sergilemediğini düşündüğü annelik meselesi! Evet, bu bir savunma: “Ben, bildiğimiz anlamda anne değilim, bizim ilişkimizde, o kadar da fedakâr annelik yok, bir anne çocuğunu bırakıp uzak bir yere yerleşmez. Kahvaltı ettiniz mi, sırtınıza havlu sokun, şunu yapın, böyle edin... yakın markajı ile, en çok bir alt sokağa taşınır. Çocuğum beni arar, ben onu aramam; geçenlerde bir operasyonla yirmi yaş dişini aldırmış, bedeni çok düşkünken işe gitmiş, kendini kötü hissetmiş beni aradı, yalnızca ah, canıııııım demeni istiyorum anne, diyen çocuğa, ben, sorumluluk duygusuyla, 600 km. öteden ne yapabilirim, dedim. Görünüşe göre, benim, anneden çok, kızımın en yakın arkadaşı olmak istememin temelinde, Yengeç’liğimden gelen anaçlığa kaptırırsam, kendimi geliştirme fırsatımı yitirebilirim, korkusu var” Arkadaşının, Yengeç’liğin gölge yanı diye adlandırdığı saptama, “abla”ya, Yengeç Burcu ferdi olan ortanca kız kardeşinin “anne olmamayı seçmesi”ni hatırlatır. Üretken bir akademisyen olup, sınıflar dolusu çocuklar eğitsinler diye, öğretmenler yetiştiren kız kardeş bunu, çok net biçimde, “anne olsaydım, sadece –o çocuğa- anne olurdum” diye ifade eder.

“Geçmişten getirdiğin özelliklerini gösteren Güney Ay Düğümü Boğa’da; yani mülkiyetçilik, toplama, stoklama, inatçılık, para ile ilişkin…” “Abla” düşünür ve yanıtlar: “Para beni ifade etmez ama şu var, bana verilen bir şeyi hak edip etmediğimi düşünürüm, giderek geride bıraktığım bir bakış açısı ama, emeğime fiyat biçerken zorlanırım; bu durumda para, aslında benim değerim, öyle mi? Maddi değeri olan değil kendimce güzel şeyleri, düğmeler, boncuklar, değerlendirebileceğimi düşündüğüm şeyleri biriktiririm, mülkiyetçilik sayılırsa… Ailede dik kafalı, fikri sabit diye anılsam da, kendimi inatçı değil, azimli bulurum. Demek bunlar Boğa tarafımdan… Zoru seçmede ısrar? Buna inatçılık denirse evet… Böylece eylemimin daha değerli olduğunu, sonuçta iki kat puan kazanacağımı düşünürüm.”

“Abla” örnek olarak Kryon Kitapları’nın birinde rastladığı Wo meselini anlatır: “Cinsiyeti belli olmayan Wo, bir gün bilge bir kişi olmaya karar verir, birkaç yıllık süreçte –ki meselde bu süreç, Wo’nun yokuş yukarı, taşlara, dikenlere takılıp bin zahmetle tırmandığı bir tepe olarak sembolize edilmiştir-, kurslara katılır, bununla ilgili tüm kitapları okur, ses, tütsü, renkler eşliğinde meditasyon, yoga yapar, kristaller, taşlar edinir. Sonunda tepeye ulaşır, çok mutludur, ben artık bilge bir kişiyim diye sevinirken, birden kulağına tepenin öteki yamacından bir takım neşeli konuşmalar, gülüşmeler gelir; gider bakar ki, ne görsün? Bir asansör, yamacın dibinden yukarı insanlar taşımakta! Çok kızar ve Tanrı’ya seslenir; Beni niye kandırdın, bunca uğraştım, çabaladım, bana niye bir asansör olduğunu söylemedin? Tanrı Wo’yu yanıtlar; sen bana bir asansör olup olmadığını sormadın ki! İşte,” der “abla”, “aynen böyle, bu Wo, benim! Ne kadar çabalar, yorulursan elde ettiğin şey o kadar değerli olur diyen temel bir inancım var.” “Peki, kolay bir yol varsa da aynı şekilde mi davranırsın?” sorusunu “Evet, üstelik fazlası var, kolayı seçenleri kınarım” diye yanıtlar. Arkadaşının “Zorluklara indeksli bakış açısını değiştirene dek aynı durumlarla, tekrar tekrar karşılaşacaksın” sözleri, “abla”ya, bu ısrarından kurtuluncaya kadar defalarca reenkarne olup aynı durumu pek çok kez deneyimlemesi gerekeceğini düşündürür, dehşete düşürür.

“Bu yaşamında gerçekleştirmen, dönüştürmen gerekenler ise, yani Kuzey Ay Düğümü, Akrep’te. Yardım istemeye açık olmak; bu, bende yok demektir ki…” derken arkadaşının sözünü kesip “Senbilirsinabla’ya yakışmaz” diyerek dalga geçer “abla”, “onda her şeyin fazlası var, ki dağıtmakta, nasıl isteyebilir?” Arkadaşı sabırla sürdürür; “Boğa yanın eski, sabit yolda tutmaya çalışacak seni ama, sen partnerliğe ve değişime açık olmalısın.” Biriyle "birlikte büyüme”nin ne değerli bir deneyim olduğunu bilir “abla”, bir yandan da “değişimimi sağlayacak şeyleri, ben ancak özgür olursam -kendi başıma- gerçekleştirebilirim” diye düşünerek kendi ayağına dolanır; asansörle çıkmayı, dahası, asansörün varlığını reddeder. O arada, güçlü olduğunu iddia edip partnerliği reddederken birden fark eder, “güçlü olan, partnerlikte de varolmaya devam eder, yok olacağımı düşünüyorsam” der “demek ki, sandığım kadar güçlü değilim.”

Arkadaşının Kuzey Ay Düğümü’nde gördüğü ve “abla”ya önerdiği, “sahip olmadan sevmek” konusunu, -Ptaah, Pleiades Mesajları’nda okuduğu ilk zamanlardan beri- ne zaman duysa, “…yumurtasız omlet yani!..” diye söylenmekle birlikte, bu kez, ses kaydını dinlerken fark eder ki, ya başı bağlı, ya da arada uzak mesafelerin olduğu, olmayacak kişilere sevdalanarak çözmüş; yani zaten, yıllardır sahip olmadan sevmekte!

“Baba, felsefesi olan, dengelemeye çalışırken, anne toplumda daha ön planda, kendi hedefleri peşinde giden karakterler… Babanı yok saymış, çatışmış olabilirsin.” “Abla”nın çok isabetli bulduğu teşhisler üzerine, altın öğütler: “Günlük yaşamda düzenlemeleri, iyimserlik, hoşgörü ve kendine yönelik şefkatle yap, sorumluluklarını abartma, kendini daha az yargıla, kendi deneyimine güven. Ve dönüşüme açık olmalısın.” “Abla”, doğum tarihi 23 Mayıs 1958’de tekrarlanıp duran 5 sayısının, (2+3=5, 5. ay, 1+9+5+8=5), mistik anlamda, değişim, dönüşüm anlamına geldiğini söyler ve ekler “yeryüzündeki işimin bundan ibaret olduğunu baştan beri, bilmek değilse de, hep sezdim…”

“Sen Dünya’ya gelişinde, aslında kendi yolunda giden birisisin. Küllerinden doğan Phoenix gibi, kendi iç dünyandaki gelişmelerle büyümektesin…”
Bu fikir “abla”nın kulağına pek hoş gelir, Rehberim kendimim yani” der “öyle mi?”

“Yabancı kültürlerle karşılaştığında –taşra, Burhaniye gibi- kavga etmektense, su gibi akışa uyuyorsun. İlişki kurma biçimin direkt diyen arkadaşı, “abla”nın, sevgiliye “sevginin bilgisi”ni vermekte direkt davrandığını, geliştirmekten ise geri durduğunu, -küçük bir soruşturmayla- ortaya çıkarır; “hayâl kırıklığı yaşamak istemiyorum” der “abla”… İlişkiyi bir statü olarak mı gördüğü sorusunu ise “ileride bilmemkimin annesi sıfatıyla anılmayı istemediğim için anneliği reddettim; annem kadar mükemmel anne olamayacağım takıntısı, Yengeç’likten gelen anaçlığa kaptırma kaygısı, üzerine statü korkusu eklenince, zavallı çocuğum, resmen öksüz büyümüş!” diyerek yanıtlar.

Muhteşem keşif yolculuğunun bitimine doğru, “Güneş tutulmalarının bir yıl, Ay tutulmalarının ise 6 ay kadar etkisini sürdürüp bizi etkilediğini…” belirten arkadaşı, en son, “abla”nın artık nedenini, -geçmişten getirdiği Boğa yanıyla dönüşmesi gerekli Akrep tarafı arasında kalmaktan doğan- bildiği, yüreğinde bir üçgenin dar açısına doğru sürüklendiği hissiyle yaşadığı, Ekim 2008’de başlayıp Ağustos 2009’da sona erecek görünen, Kardeşler Evi’ndeki kıstırılmışlık duygusundan söz eder.