24 Ağustos 2011 Çarşamba

“Abla”nın evinin bahçe girişinde, çeşmeyle komşu bir incir ağacı var.

2005’te İstanbul’dan göçüp, yaz kış oturmak üzere yazlığında tadilât yaptırdığı sıra “abla”, büyümekte olan incir ağacıyla ilgili bir karar vermek zorunda kalır. Besbelli, geniş alana yayılan kökleriyle “ocağına incir dikilmesi” durumuna yol açmasın diye, ebeveyninin, sağlığında evden uzağa bahçenin girişine yerleştirdiği ağaçcığın, dibinden geçen alçak duvarın iç kısmında mı, evleri ayıran patika tarafında, dışarıda mı kalacağını bilmek isteyen ustayı, o aralar aklı mülkiyet konusuyla meşgul “abla”, “duvarın dışında kalsın” diyerek yanıtlar.

Geçmiş yaşamlarından getirdiğinden emin olduğu gün ışığı, su, toprak herkese aittir bilinciyle, son reenkarnasyonunda edindiği mülkiyet hırsızlıktır fikri uyarınca incir, duvar dışında kalmalı, gelip geçen canı çektiğince koparabilmelidir.

Kışın sonlarına doğru duvar örülür, bahar gelir geçer; “abla” incirin ilk meyveleriyle birlikte ilk sınavını verir ya da veremez. Penceresinden bahçe girişiyle incirin rahatça gözlenebildiği, atölye dediği köşeciğinde çalışırken üst mahalleden ya da kiracı olmalı, tanımadığı iki hanım ağacın dibinde duraklar. Açık pencereden “abla”nın kulağına ulaştığı kadarıyla hanımlardan biri incir hasadı peşindeyken diğeri bunun uygun olmadığı fikrindedir.

Diz hizasındaki alçak bahçe duvarını bir zikzakla dışarıda bırakma nedenini çoktaaan unutmuşa benzeyen “abla”, benliğine nereden sızdığını kestiremediği yakıcı “…benim!” hırsıyla tüyleri diken diken kulaklarını diker incir gölgesindeki konuşmanın nereye varacağını bekler.

Kendisini görebildikleri şüpheli “abla”nın incir dibindekilere “buyurun lütfen, koparabilirsiniz” diyerek seslenme hevesi, dileği nerede, daha ilk sınavda çakıldığı bilinçsizlik çukurunun dibi nerede?

Durum göründüğü kadar umutsuz değildir; izleyen yıllarda “abla”, her Ağustos ayında çok lezzetli meyvesiyle yüklenip sınavı tekrarlayan ağaca karşı, ağaçla birlikte, giderek daha eli açık olur. Hiçbir şey beklemeksizin zamanı geldiğinde, hava, su, topraktan payına düşeni toparlayan ağacın yuvarladığı, ballanarak büyüyen her bir incir, “abla”nın ilk sınavında yüzleştiği “…benim!” ateşine fısırtıyla düşen bir damla olur.

İncir haftaları boyunca “abla”, sabahları erkenden topladığı, kabuğu çıtırtıyla soyulan tazecik incir dolu naylon poşetleri, geceleri geç yatma alışkanlığındaki komşularını uyandırmamaya özenerek, kedi gibi sessizce süzüldüğü verandalarına, masalarına bırakma alışkanlığı edinir.

12 Ağustos 2011 Cuma

Hayır; kendisinden epeydir ses seda çıkmayan “abla” tembellik ediyor değil.

Yazlığında kendisi gibi yaz-kış oturan komşusunun azmettirmesiyle, üç hanım birlikte açtıkları “Artur’da kışın hanımlar ne yapar?” başlıklı, kış boyu boş zamanlarında ürettiği el yapımı kart, minikart, defter, ayraç, anahtarlık, kutu, çıngıraklı duvar süsü türünden kırtasiyeyi ortaya döktüğü sergi, “abla”nın umduğu ilgiyi görmez. Marketin üst katında, güneşin batarken yalayıp yaktığı, yüzüstü kapatılmış kasalarla yaptıkları alçakgönüllü standlara yaydıkları, “abla”nınkilere ek, takıların, kozmetik ve kumaş çantaların sergi sonunda –ortalama- üçte biri satılır. “Abla” sergi boyunca, yaş kış yazlıkta yalnızlıkta yaşamanın erdemlerini aktardığı ayaküstü ev yapımı terapi aralıklarında, üretimiyle ilgili daha çok “bu nedir, ne işe yarar?” sorusunu yanıtlamakla uğraşır. Son birkaç gününe yoldaşlık eden kızıyla, -gece saatlerinde- dokuz günlük serginin bitiminde Bursa’ya geçen “abla”nın niyeti, akademik kariyerine İstanbul’da bir üniversitede devam daveti alan ortanca kız kardeşini küçük kız kardeşle birlikte Ataşehir’e taşımak.


2011 yılı Temmuz’unun son birkaç, sıcak nemli Bursa günü zahmetini alışveriş merkezlerindeki serin sinemalara giderek aşan kardeşler, bir önceki festivalde izleyip çok beğenen “abla”nın önerisiyle, -ilk yarıda konusunun da bir parçası olan, sonradan merkezinin Marmara Denizi olduğu anlaşılan 5.2’lik depremle sallandıkları- Emre Şahin’in yönettiği, Ali Atay, Ntare Mwine, Deniz Çakır’ın oynadığı 40’ı, yine “abla”nın festivalde en beğendiklerinden Nigel Cole’un yönettiği, Sally Hawkins, Bob Hoskins, Miranda Richardson’un oynadığı Kadının Fendi’ni, Michael Greenspan’ın yönettiği Adrien Brody’liTuzak’ı izlerler. “7 boyutlu” denilerek tanıtılan, altındaki ince serum hortumlarının konuya paralel olarak ayaklara dolandığı, esintili, hareketli koltuklu mini salondaki birkaç dakikalık eğlenceli gösteri “abla”ya kalırsa film sanayiinin yeni yönüne örnek sayılsa gerek.


Güya toparlanma günlerinin birinde Uludağ yolundaki anıt ağaç, -35 m boyunda, 9,2 m çaplı 600 yaşındaki- İnkaya Çınarı dibinde kahvaltıyı, -ortancanın arkadaşlarının “görmeden Bursa ayrılma” dedikleri- Emir Sultan’ı ziyareti ihmal etmezler. “Abla”nın anahtarlık yaptığı tongurdak –yuvarlak köpek çanı- siparişi için Eski Tahıl’da Galle Han’da dökümcü bile araştırıp bulurlar.


Uzun zamandır uzmanlaşılmış taşıma işi, “taşınanın sorumluluğu sınırı”nı kestiremeyen kardeşleri “abla siz şöyle çekilin” diyerek kibarca kenara itip, ağırlıklı eşyası kitap olan evi iki saatte toplayan şirket elemanlarınca tamamlanır. Kamyondan epey zaman önce Ataşehir’e varılıp ev açılır, hafta sonu taşınmaya izin vermeyen sitenin, bereket, yaz dolayısıyla tenha halkı rahatsız edilmeden eşya eve taşınır. Blok kapısı önünde büyük sürpriz; “abla”nın yaşamına bir dizi reenkarnasyonla eşlik eden Lucky serisinden –sonuncusu damadın uzun ince kuyruğu dolayısıyla Anten Kuntin diye seslendiği- sevgili kedisi Ekran Koruma kapı önünde kendisini beklemekte!


Toparlanma gibi yerleşme de, daha çok çevrenin -alışveriş, aralarında zengin, güzel Afyon kahvaltısı yapılanın da bulunduğu hazır yemek noktalarının- keşfedildiği eğlenceli bir süreç olur. Açılmadık koli kalmayınca kızının evine Avrupa tarafına geçen “abla” 2011’in sekizinci ayı -ayın, haftanın bir de ramazanın- ilk günü, öğleden önce pasaportunu yenilemek üzere Beşiktaş Vergi dairesinde, çok şükür orucun kafalara henüz vurmadığı saatlerde, kuyrukta yerini alır.


Biyometrik fotoğraf ve pasaport yenileme başvurusu çok zaman almaz; ana-kız yakındaki alışveriş merkezinde buluşur; bu kez yapımcılığını Spielberg’in yaptığı J. J. Abrahams’ın yönettiği -“ablanın en sevdiği tür- bilimkurgu, gerilim filmi Süper 8’i pek beğenerek izlerler.


Ertesi günü olağan Tahtakale alışverişine ayıran, üç hafta sonra Peru-Bolivya gezisi için İstanbul’a döneceğinden kentin yoğunlaşıp, neredeyse bıçakla kesilebilecek katılığa ulaşmış öfkesine bulanmaya gönülsüz “abla” fazla oyalanmaz, Kuzey Ege’deki evine döner.


Birkaç gün sonra Dalaman’daki akranı kuzenince ziyaret edilir; birlikte geçirdikleri iki püfür püfür poyraz günü ardından, yol üzerinde bir huzur noktası Taylıeli’nde Daidalos Butik Otel’de engin panorama önünde konuşkan kedilerin süslediği manzara eşliğinde zengin köy kahvaltısı yapar, anneannelerinin 1924’te Girit’ten göçtüğü Küçükkuyu’ya yollanırlar.


İzleyen -en küçük teyzenin oğlu kuzenin de eklendiği- günlerde, dayılarının rehberliğindeMıhlı Çayı üzerindeki Başdeğirmen’i, yanı başındaki Roma Köprüsü’nü, “şelale” tabelasını izleyerek yine Mıhlı Çayı’nın yumuşattığı kayalarla bezeli bir başka kanyonu görür, ertesi gün de, Kazdağları Milli Parkı’nda –izledikleri tanıtım filmi ardından arabada “yanlarına verilmesi zorunlu rehber”e yer olmadığından zorunlu olarak yöneldikleri (rehbersiz rota)-Hasanboğuldu’ya giderler. Yıllar önce bir trekking grubuyla gelip, beraber atladıklarında, “abla”ya, “buraya kadarmış, kısmette 30 yaşımı görmemek varmış” dedirten suyun soğukluğu o günden bu yana, ayaklarını soktuklarında çok tutamayıp ateşe değmiş gibi çekmelerinden anlaşılır ki eskisinden farklı değil. Bazısı kayalar üzerinde dev sürüngenler gibi yürümüş çınarlarla gölgeli dupduru suyun bin bir huzur noktası yaratarak ilerlediği güzelim doğanın havası ise farklı; mangal noktasından yayılan yoğun dumanda arabalarını bulmaya çalışırlarken “abla”nın demesine bakılırsa, yöre adının “Hasan(dumandan)boğuldu’ya dönmesi an meselesi”.


İstanbul, “yarısı kış, yarısı yaz Ağustos” yarılanmadan kış ayarında yağmurla yıkanırken, Küçükkuyu ile evi arasındaki yolu muhteşem güzellikteki bulutlar altında alan “abla” evine varır. Yaşamaktan yazmaya fırsat bulamadığını döktüğü iki sayfanın bloguna yerleşmesi ertesi güne kalır.