18 Temmuz 2012 Çarşamba

“Abla”dan bir kitap Yengeç Yürüyüşü, bir de gösteri Aramızda Kalsın.


Zamanların Sonu’na birkaç ay kala, sıcağın dayanıklılığını sınadığı, günde üç kez denize girdiği hafta ardından başlayan poyraz fırtınasıyla çorap hırka düzenine geçtiği günlerde “abla”, bir kitap okur, bir de gösteri izler.

Can Yayınları’ndan Günter Grass’a 1999 Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran kitabı Yengeç Yürüyüşü, İkinci Dünya Savaşı sonlarında, 30 Ocak 1945’te, Baltık Denizi’nde bir Sovyet denizaltısı tarafından torpillenen Wilhelm Gustloff gemisinin batışını, kurtarılan çok az sayıda insandan Tulla Pokriefke’nin o ara doğurduğu oğlan ile onun oğlu çevresinde; mülteci, yaralı ve görevli binlerce insanın canını alan -gayet somut- eksi on sekiz derece sudan, uzun yıllar sonra, sudan dostlukların, düşmanlıkların alanı -gayet sanal- internete taşınarak bir cinayete de neden olan öyküsünü anlatır.

“Abla”nın hayranlıkla okuduğu, kapak deseni yazara ait muhteşem kitabın arka kapağında şunlar yazılı: “…1936’da ve 1995’te işlenen, birbirine benzeyen iki cinayet bağlamında Naziler ve Neonaziler, Hitler iktidarı ve günümüz Almanya’sının siyasal konumu, internetten beslenen antisemitizm kadar gemiye adını veren Nazi yönetici Wilhelm Gustloff’un ve gemiyi torpilleyen Rus komutanın öyküsü de romanın dokusuna katılıyor…”

Sayfa 201’den:
“…Yalnızca iddianamenin okunduğu ve oğlumun suçunu doğrudan itiraf ettiği ama kendini suçlu bulmadığını söylediği –“Yapmam gerekeni yaptım!”- ilk duruşma gününde Anne, Gabi ile benim zorunlu olarak yan yana oturduğumuz yere gelmemekle kalmadı, dört kurşunla öldürülen David’in annesiyle babasının yanına gitti gösterişli bir tavırla, yılan gibi boynuna doladığı kürkü de üzerindeydi elbette. Tilkinin sivri ağzı, kuyruğunun başladığı yerin hemen üzerinden kürkü dişlemişti, bu durumda, insanı inandıracak kadar canlı görünen ve biri kaçışımız sırasında düşüp kaybolunca yerine yenisi takılan camgözleri, annemin açık gri gözleriyle aynı hizadaydı, bu yüzden sanığın olduğu yere ya da yargıçların oturduğu kürsüye hep iki çift göz dikiliyordu…”

Yazlığın sayılı Poyrazsız gecelerinden yedinci ayın onuncu gecesi Işık Sineması’nda, meraklısının Öyle Bir Geçer Zaman ki… dizisinden tanıdığı İsmailRenan Bilek müzikli tek kişilik gösterisi Aramızda Kalsın’ı sunmak üzere sahnede:

Akşamın yedisinde, günün son deniz banyosu için suda salındığı saatlerde dolanan Işık Sineması aracının, gösteriyi anons ettiğini duymasıyla “abla”, “belli ki hala bilet var” diyerek heveslenir. Bilet kuyruğuna girer, fazla bileti olan birinden üçüncü sırada bir yer bulur alır, yerine yerleşir. Herkes “abla” kadar şanslı değildir, kuyruğun tümünün bilet alıp yerine yerleşmesi 20 dakika sürer.

TV’de haberler kadar -ille de hasta çocuklar, ağlayan kadınlar, şakır şukur çekilen silahlar konulu- acıklı dizi de izlemediğinden İsmail’den habersiz “abla” fazla beklenti yüklemeden gittiği gösteriyi çok beğenir. Konuşkan kıvrak beden diliyle doldurduğu sahnede Renan Bilek, kendi üretimi muhteşem ses efektleriyle zenginleştirdiği gösterisinde kendi hikâyelerini anlatır. Güzel kendi bestesini sona sakladığı şarkılar arasında Tunç Okan’dan, Barış Manço’dan, -“abla”nın kızının isim babası- Cem Karaca’dan şarkılar sunar; sözlükten silinmesine az kala “vefa” sözcüğüne eski itibarını iade ederek, başta Ferhan Şensoy, kendisine emek veren ustalarını anar, izleyiciden bir de onlar için alkış talep eder.

“Çünkü bunu bizim için yapıyorlar” diyerek –her zaman arabasız olmuş, olacak “abla” gibi- toplu taşımayı tercih ettiğini söyler; çocuğu metrobüsün kapısına sıkışan kadının, kendisini tanıdığı o çok dar zaman aralığında geçirdiği değişimi anlatışı muhteşemdir, açık hava sinemasını dolduran herkes gibi “abla” da kahkahalarla izler.

Elimizi taşın altına koyma korkaklığımızı, bizi kurtaracak kahramanlar bekleyişimizi anlatırken “abla”ya kalırsa, çağın, yükselmekte olan bilincindeki en önemli basamaklardan birine, -kendi- sorumluluğunu alma’ya dikkat çeker. Bizzat “tezgâh”ın içinden biri, bir dizi oyuncusu olarak “biz” der, “sizi kandırıyoruz, TV, medya sizi kandırıyor”.

Asla gazete yanında dağıtılacak CD’si olmayacağını söylediği gösterisini “soranlara bir şey söylemeyin, gelselerdi; geldiğiniz, emek verdiğiniz için teşekkür ederim” diyerek kapatır.

Ertesi sabah denize giderken rastladığı komşusunun, kakarakikirinin çok ötesindeki bilinç düzeyi yüksek gösteriyi Cem Yılmaz’la kıyaslamasına, cinsel içerikli espri kolaycılığına hiç iltifat etmeyen Renan Bilek gösterinin çok daha iyi olduğu fikrindeki “abla”, ciddiyetle itiraz eder.

Ulusun geleceği küçüklerin eğitimini ustaca kontrol ederek hazza odaklı “haz var, vazife yoktur!” kuşağı üreten egemenin, büyüklerin eğilimlerini akıllıca yönlendirmeyi ihmal etmeyeceği bilincine varalı, son altı yıldır TV’de haber izlemeyen, gazete okumayan, mükemmelci ebeveyninin eseri “hak yok, vazife vardır!” “abla”, medyanın bizi niye kandırdığı konusu üzerinde düşünürken, 2005’te yalnızlığı seçerek yazlığa göç edişindeki gerekçeyle karşılaşır:

Cep telefonu da kullanmadığından biraz daha parazitten arınmış yaşamında “abla”, kendi hakkında düşünme fırsatı bulur. Önce kendi hakkında düşünme, bir sonraki bilinç basamağında kendi hakkında “iyi” (yargılamaksızın) düşünme fırsatı bulur. Ona göre medya, Yunus Emre’nin “bir ben vardır bende, benden içeri…” diyerek sözünü ettiği, hiçbir ihtiyacı olmayan Tanrı parçası “ben”imizi keşfetmemizi engelleyerek düzeni, en azından “pazar”ı canlı tutmayı amaçlar.

Bir önceki bilinç basamağı, ilk farkındalığı, “abla”nın, 40’lı yaşlarındayken -hiç beğenmediği, tek oyuyla da değişeceğe benzemeyen Dünyanın gidişatına duyduğu- öfkesinin sorumluluğunu alışı (taşın altına elini sokuşu), Dünya’yı değil, kendi bakışını değiştirmesi gerektiğini fark edişidir.

15 Temmuz 2012 Pazar

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-10


Mayıs’ın 27’si Pazar sabahı, Gülçimen Köyü’ndeki son günlerinde, Naciye Hanım’ın eşinin talebi üzerine hanımların erkenden mayalayıp kabarttıkları bir ufak leğen dolusu hamur bahçeye çıkarılır. Emaye sac küçük tüpe bağlanır ama hortum girişindeki –ne işe yaradığı meçhul- minik pencere keşfedilip kapatılana dek ısıtılamaz.

Oklavayla açılıp, havada, semazen dervişlerin etekleri gibi dalgalanarak çevrildikten sonra saca serilen, pişer pişmez tereyağı sürülerek, çayla beraber, bir büyüyüp bir ufalan gruplara sunulan lavaş operasyonu gün boyu sürer.

Ertesi sabah, Mayıs’ın 28’i, Naciye Hanım grubu, -ellerinde su dolu kaplar- komşularla, son dakika “abla”nın eşarbını dişleyip delikler açan Demir tarafından uğurlanır. Hınıs’ta çok oyalanmadan Erzurum minibüsüne binen Naciye Hanım ile “abla”, 2101 rakımlı Akören Geçidi’nde az bekleyerek aldıkları yolcuyla Tekman’ı bypass eder, Kürtçe bozlaklar dinleyerek Pasinler’de yağmurun eklendiği yolculukla 1890 rakımda 383.000 nüfuslu –Tekman’da ebe bulunmadığından, annesinin kızakla, subay dayısının yanına, karnında gelip 1958 yılının beşinci ayı 23. günü hayata gözlerini açtığı, havasını soluduğu, bir yanı hep oralı kalacak- Erzurum’a varırlar.

Mahallebaşı Garajı’nda inip Hınıs Birlik bürosuna bagajlarını bırakan, akşam kendilerini havaalanına götürecek taksiyle sözleştikten sonra yürüyerek Erzurum merkeze inen “abla” ile Naciye Hanım, “yabancı” olarak hemen tescil edilirler, hatta çilli bir oğlan Rus olup olmadıklarını merak eder. Ahali çok yakınlık gösterir; öyle ki, bakındıklarını gördüklerinde “nereyi, kimi aradınız?” diyerek yardıma çalışanlar olur.

Bakımlı Kongre semtinde, Atatürk’ün Erzurum Kongresi’ni yaptığı bina önünde Naciye Hanım’ı fotoğraflayan “abla”, damadının birkaç ay önce çekim için geldiği sıra götürüldüğü, anlata anlata bitiremediği Cağ Kebabı yemeye Hacıbaba’ya giderler. Tabelalarda Tortum Cağ Kebabı diyerek kökeni korunmaya çalışılmış; közlenmiş biber, süzme yoğurt, söğüş soğan, domates ve ayranla servis edilen, ufak şişlerle getirilip lavaşa sıyrılan lezzetli yaprak et, atadan kebapçı kibar beyin “tamam mı, devam ediyor muyuz?” sorusuna “hayır” diyene dek sürer. Hafif şerbetli hamur tatlısı Kadayıf Dolması ile süslenen yemek sonrası ikili, sokağa, yağmura çıkar Çifte Minareler’e yürüyüşe geçerler.

Değişik modellerde boy boy çeyiz sandıklarının üretilip sergilendiği, satıldığı sokağı tırmanan, restorasyonda Çifte Minareler arkasındaki, odalarının duvarları dâhil her yan eski eşyalarla dolu, özgünlüğü korunmuş tarihî Çifteler Konağı’nda mola veren ikili, erken uyanma, yolculuk ve onca yürüyüş sonrası öyle yorgundur ki davetkâr sedirlere uzanmamak için kahvelerini içer içmez sokağa dökülürler.

Taş Mağazalar Caddesi’nde gümüş, hakikisinin milyarlar değerinde olduğunu öğrendikleri oltu taşı tespihlere bakarlar; gün tükenirken de havaalanına gitmek üzere garaja yürürler. Yolları üzerinde bir iki binanın cephesine, mozaikle yapılmış erkek portreleri ilgilerini çeker, bu da “abla”nın makinesindeki son pozla belgelenir.

Birkaç saat beklemeleri gereken, üçte ikisi bebek-çocuk dolu uçakları, bereket bu kez aktarmasız, İstanbul’a yollanır. Naciye Hanım’ın oğlunun karşılayıp evine bıraktığı, bagajına bir de mantar dolu koli eklenmiş “abla” gecenin ileri saatlerinde Karapati ile damat tarafından sessizce karşılanır.

13 Temmuz 2012 Cuma

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-9


Cumartesi sabahı, komşunun yarı vahşi Sarman’ının mutfağa bir gece önce yaptığı ziyaretin -pencere pervazındaki ufak pati- izlerini silen “abla”, kediyi “renklerine” bağlamak niyetiyle pencere dibine yiyecek atar; bir zaman sonra durumu kontrole gittiğinde ne görsün? Kendini sevdirmek ne kelime, göz göze gelmeye bile yanaşmayan Sarman, yiyeceklere pike yapan iri kargalar sürüsünün dehşetiyle kayıplara karışmış.

Kirvelerin yeni doğan 3 günlük danasını ziyaret eden “abla” ile “adı Haydar olsun” diyen Naciye Hanım, evin oğlu 3 yaşındaki Özkan’ın sert tepkisiyle karşılaşırlar; onun niyeti danaya, Şefkat Tepesi dizisindeki komutanın adını koymakmış.

Yörede pek bol bulunan, toprak altındaki yumrularından salep elde edilen mor çiçeklerle beneklenmiş yeşil çayıra, henüz güçsüz bacakları tir tir titrerken arkasından itile kakıla ilk kez çıkarılıp Dünya ile tanış(tırıl)an Haydar, çevresinde dolanarak kendisini koklayıp duran evin köpeği -bebek Kangal- Demir’den az irice.

Özkan’ın annesi, “abla”ya, sobayla ısıttığı odacıktaki pek nazlı hindi cücüklerini gösterir; varla yok arası minik tüylü topaklar özel bakım görmekte. Demir’in bebek ısırıklarını kontrol edemeyip Naciye Hanım’ı bağırttığı aralık, evin annesi, -yörede satılan iri biçimsiz ve daha sert şekerle kıtlama içilen- çay ve ağız sütü ikramına geçer.

1966 Varto depremi sonrası devletin temelini attığı –atıldığı gibi kalmış- evlere ait, köyün ortasındaki bir iki karış yüksekliğindeki beton kalıntıları geçerek yapılan ikinci ziyarette, “abla” ile Naciye Hanım’ı görmeye anasıyla gelen genç kızın zekâca durgunluğu, çocuksu merakla yaklaşıp masum gülüşüyle anlatılanları dinlemesi, 6 aylıkken geçirdiği rahatsızlık sırasında yanlış iğne yapılmasından… Annesi, babaannesinin, hanımları pek güldüren öyküsünü anlatır; “kaynanam köye gelin geldiğinde bir tek Türkçe konuşuyor, davarı otarsın diye Kürtçe seslenmelere omuz silkince, köy halkı vah, vaaaah, diyor, ne güzel gelin ama hem sağır, hem dilsiz!”

Eve döndüklerinde Naciye Hanım, sorusu üzerine “abla”ya kendi tarihini aktarır: “Babaannem ile amcakızı Dersim*den sağ kurtulmuşlar, bir lokma ekmek karşılığı çalışıp yürüyerek Hacıbektaş’a varıyorlar; amcakızı 9 yaşlarında, bir ev onu sahipleniyor. Babaannem birkaç yaş daha büyük, yola devam ediyor, Bayburt’un Mağara Köyü’ne geliyor, bir evin işinde çalışıyor, seviyorlar onu, orada kalıyor. O arada kışın Samsun’da balıkçılık yapan, yazları düğünlerde davul zurna çalan, çerçilik yapan dedemin ilk karısı ölüyor, babaanneme soruyorlar ister misin diye, evet diyince evlendiriyorlar. Bunlar gidiyor Erzincan’ın köylerinden Nasibinkomu’ya yerleşiyorlar. Dedem dağdan ot getirirken arabası devriliyor, başı eziliyor, annem en büyük, çocukları yetim kalıyor…”

Medya TV’den yükselen türküler Naciye Hanım’ın aile tarihini yarıda keser: Özcan Türe âşık Reyhani’nin bestesini seslendirirken şiir okuyan Tekin Karacabey komşu evin beyi ile kardeş çocukları.

Öğle yemeği “abla”nın çoktan unuttuğu lezzette, gerçek tavuk tadında tavuk ve bulgur pilavı ile şeker gibi taze soğan.

Atıştıran yağmurda, üzerinde Japonya’dan aldığı yağmurluk, bir de şemsiye olsaymış tam olacakmış diye dalga geçtiği kılığıyla grubun fantastik öğesi “abla”, öğleden sonra komşularla, eski yerleşim Çamurlu Köy’e yürürler. Çeşme, -babaannesinin Naciye Hanım’ı, erkeklere mektup yazmayı mı öğrenecek? deyip yollamadığı- ilkokul geçilir; -“abla”nın babasının çiçeği burnunda bir kaymakamken Şark hizmetinde ilk tayin olduğu (Erzurum’un ilçesi) Tekman’daki gibi- damları toprak köye girilir.

Dantel gibi ahşap oyma mihrabı, minberiyle çok güzel 150 yıllık cami depremden sonra yörenin göç vermesi üzerine ihmal edilmiş, zaman içinde de yağmalanmış.

Gurbette olup yaz için gelecek olan akrabaların bahçesi kontrol edilir, Dede’nin elden geçirdiği, inşaatını yavaş yavaş yaptığı evine uğranır, yıkılmış evlerin yerleri, burası bizimdi, yanda dayımlar otururdu diyerek anılar canlandırılır; hatta bir de, toprak damlı alçacık evinden çıkan, uzun uzun baktıktan sonra Naciye Hanım’ı 40 yıl öncesinden hatırlayan çocukluk arkadaşına rastlanır.

1720 metre yüksekliğe alçakgönüllü bir huzurla yayılmış yemyeşil Hınıs Ovası’nın minik bölümünde Çamurlu’dan Gülçimen’e yürüyen hanımlar köy girişinde beton direklere sokak lambaları takan görevlilere rastlarlar. Bu da köyde, kalabalıklaşıp su yetmediğinde fasulyeyi sulayan ark gibi, birkaç haftaya yayılan, lambaların hangi evlerin önüne takılacağı konulu birçok tartışmaya yol açar.

 Günün son ziyareti, patavatsızlığı herkesi kızdıran hanımın, köyün doğu ucundaki evine yapılır. “Abla”ya göre oradan buradan karşılarına çıktığına bakılırsa, tümünün alerjisini çeken bu karı koca ile köy halkı arasında -Naciye Hanım’ın anlattığı, geçmişte askerlerin, köyün delikanlılarını bir eve doldurup yaktıkları acı hikâyeyi anımsatan- (bağışlanıp) dengelenerek çözülmeyi bekleyen karmik bir düğüm olsa gerek.

Gece, köy, birkaç yere serpiştirilmiş sokak lambaları sayesinde artık aydınlık: Kirvelerin evinde, günün olayı lambalar çevresindeki tartışmaların kritik edildiği, kirvelerin birbirine tatlı tatlı sataştığı, gelinin masaya oturmadığı sofrada akşam yemeği yenir, köyün doğu tarafındaki ahbaplara gidilir. Kör köpekleri yanı sıra, kapıda, köyün evcil sayılabilecek sevilebilen tek kedisi pembe tekir Boncuk’u fotoğraflayan “abla”nın makinesi, hem bir önceki evin 3 yaşındaki, hem de bu evin 12 yaşındaki oğlu tarafından, -digital olmayan makineyle ilk karşılaşmaları olmalı- merakla incelenir. Evin genç hanımı ile eşi geçimlerini “gaz yapmaz!” dedikleri fasulyeden sağlamakta; Naciye Hanım da TV’de izlediği, İspir fasulyesi diye meşhur olanın aslında Hınıs fasulyesi olduğunu, kanıtlayıp tescil ettireceklerini anlatan bir programdan söz eder.

Bengütürk’de haber; Haziran’a dört gün kala, Palandöken’de kar kalınlığı 15 cm’yi bulmuş.


11 Temmuz 2012 Çarşamba

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-8


Mayıs’ın 25’i Cuma sabahı, komşudan gelen tazecik lavaş, kaymak ve tavana yapıştığı söylenen, geniz yakan balla kahvaltı edilir.

Mevlevî kültürüne benzer biçimde birlikte yemenin, ağırlıklı önem taşıdığı Alevî ilişkilerinde, Naciye Hanım, eşi ve “abla” bu kez, yan komşuya babiko (Kürtçe adıyla zelfetyemeğe çağırılırlar. “Abla” ile Okmeydanı Hastanesi yanındaki Gürsel Mahallesi’nde, uzun yıllar oturmuş, güler yüzlü şen komşu “abla”yı mutfağa çağırır, tepsideki kocaman ekmeği kaşıkla nasıl ufaladığını gösterir. Ayranın yanı sıra, dua evindekinin tersine bu babiko sarımsaklı yoğurtla sunulur. Arada serpiştiren yağmurun ekinler için yetersizliği baş konu ise de hemen tüm oturumların bir köşesinde, sohbetlerin bir yerinde –“abla” bunun toplumun hüzünlü geçmişinin anılarını barındıran ortak hafızalarında esaslı yer etmiş olduğunu düşünür-, Alevîlere önyargılı yaklaşımla ilgili bir hikâye mutlaka anlatılır.

Naciye Hanım İstanbul’da, yola çıkmadan eve çağırdıkları, babasının, askere giderken aman oğlum uzak dur, onlar insan yer, diye uyardığı elektrikçinin, karlı bir gecede donmalarına ramak kala çaresiz, iki arkadaşıyla sığındıkları Alevî evinde gördükleri özeni hayranlıkla anlatışını aktarır.

İstanbul’da çantasını hazırlarken köyden arayan eşinin kalın bir şeyler koy, burası soğuk uyarısına kulak asmadığından ince üstü başı ile bir gün önce keçi-gıdık macerasında iyice üşüttüğü belli Naciye Hanım eve döner dönmez uzanır; günün kalanında, sadece bir aralık “abla”nın kaynattığı nane kekik limonu içmek üzere başını yastıktan kaldırır.

Gün boyu hava serin ve yağışlıdır: TV’de, spikerlerin yollarını kesip konuştuğu Erzurumlular, ağızları kulaklarında, beklenmedik kar üzerine söyleşmekte… Güneşin vurması ile genleşen, yağmurun tatlı tatlı tıpırdadığı çinko çatılar, anlatılanlara göre, kışın evlerle birlikte kara gömülmüş de en uçtaki evde oturan Derviş Amca ile Zeynep Bacı’yı merak eden komşularının, oraya kadar bin zahmet tünel açmaları gerekmiş.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-7


Perşembe sabahı, gerdek yatağı benzeri süslü sıcacık rahat yatağında uyanıp başı üzerindeki kırmızı kristal avizeyi gördüğü ilk anda nerede olduğunu hatırlayamayan “abla”, salonu holden ayıran boncuklu seperasyonun ardından gelen teyzenin sesi ile ayılır.

Allahverdi Amca’nın tırpanla biçtiği otun taze kokusu eşliğinde kahvaltı yapan Hınıs yolcuları toparlanır, vedalaşılır; bir hediye yapamadık diye dertlenen teyze, Naciye Hanım’dan aldığı tüyo üzerine, çok beğendiği çaydan “abla”ya bir paket verir.

Varto’dan ayrılmadan az önce tanık oldukları, minibüsün yanından geçerek kasabanın ana caddesi boyunca sakince yürüyen kalabalık, sonradan öğrenirler ki, bir gün önce bir astsubayın sırtından vurularak şehit edilmesiyle ilgilidir. Daha sonraki oturumlarda konuşma bu konuya geldiğinde “abla”, köylülerin, bu işler ta buralara kadar geldiyse… diye kaygılandıklarına tanık olur.

İstanbul’dan ayrılmadan, zamanı gelmediğinden emekli aylığını çekememiş “abla” Hınıs’ta ortak nokta bulup sorunu çözer, sipariş ettiği balı alır. Alışveriş biter, “malûm” bekleyiş başlar.

Bu duruma hiçbir zaman alışamayacak olan, kocasını kızdıran sert tavrıyla tepkisini de dile getiren Naciye Hanım’la yine, minibüsün kalkmasını bekledikleri manavın dibinde, bir kadın kendilerine yaklaşır, “seni tanıdım, cem evinde cenazede görmüştüm” der, bir kasa çeker üzerine yerleşir. Naciye Hanım’a “abla”yı gösterip İstanbul sosyetesinden olup olmadığını sorar, “abla” Burhaniye sosyetesinden olduğunu bildirince o da kendisinin Sarıgazi sosyetesinden olduğunu açıklar.

Bekleme uzar; Naciye Hanım’ın eşi gelir, karısı ile “abla”yı gün ışığına “çıkarır”, döner yemeğe götürür. Üçlü, önünden geçerken, garajın bir köşesini manav benzeri tezgâhıyla işgal etmiş adamın, “Çıtıl! Çıttıl! Çıtttıl!..” diyerek sattığı şeyin aslında fide olduğunu anlarlar.

Yemekten sonra bekleme, minibüs içine taşınırsa da doldurulması gereken koltuk, süre, çile aynı kalır. Çarşıda rastladıkları, kola alırsın almam kavgası yapan karı koca 30 dakika beklenir, onlar gelir ama hareketlenen minibüs bu kez nalbura uğrar bir şeyler yüklenir, ardından birileri markete bırakılır, arka sokaktaki depoya uğranılır, 5 çuval çimento bir yerlere sıkıştırılır, tekrar markete uğranır, oraya bırakılanlar alışveriş paketleriyle alınır, yerleştirilir… Bereket “abla” epeydir saatine bakmayı bırakmıştır.

Nihayet Gülçimen’e dönülür; komşuların siparişleri ayrılır. Kirvelerin bir gün önce bir erkek yavru doğurmuş ineğinin –daha gecikse iğne ile düşürülmeye çalışılacak- eş’inin (dölyatağı) geldiği haberi alınır.

Köyde elektrik var ama sokak aydınlatması yok. Sosyal yaşama sekte vursa da, kışa yakın zamanlarda kurtların gezindiği, geçen kış içeri alınması unutulmuş bir eşeğin kurtlar tarafından parçalandığı anlatılır, geceleri evde oturulur; kültür emperyalizminin -çok şükür!- ulaşamadığı yörede, TV’de yerel kanallarda Türkçenin yanı sıra Kürtçe, Zazaca türküler dinlenir.

6 Temmuz 2012 Cuma

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-6


Mayıs’ın 23’i, Çarşamba sabahı, gelişinden 20 dakika önce kornasını duydukları, sürücüsünün, bir köylüden “ambalajlı olursa 4-5 paket…” diyerek ekmek sipariş aldığı minibüse binip Hınıs’a yollanan üçlü yine Çınar Lokantası’nda bu kez “kemiksiz” diyerek ısmarladıkları, elbette yenmesi daha kolay, daha nefis paça içerler; sahiplerinin “tavana atsan yapışır” diyerek kalitesini övdükleri baldan sipariş edip garaja döner, Varto minibüsünde yer ayırtmaya niyetlenirler. Yerlerini garantilemek için “parasını verelim” önerisi, aracın sürücüsü tarafından “parayla olur mu yav, ayıptır!” sözleriyle karşılanır.

Yolcuların yoğun kolonya kokusu astımını azdırmadan açılan pencerelerle durumu kontrol altına alınan, bilgeliğine, hayata şakayla bakan tavrına hayranlık duyduğu Naciye Hanım, “abla”nın kulağına eğilir bir fıkra anlatır: “Kadının biri kucağında çocukla belediye otobüsüne binmiş, hava sıcak, çocuk huysuzlanmış, ağlamaya başlamış. Kadın yanında oturan adama rica etmiş, zahmet olmazsa pencereyi açar mısınız? Adam ayağa fırlamış, zahmetin ..ına koyayım” demiş, ne zahmeti…”

Naciye Hanım’ın teyzesinin oturduğu Varto ile Hınıs arası 45 dakika ise de 9740 nüfuslu, düzgün, geniş caddeleriyle kasaba, Hınıs’tan çok daha modern. Genç kızların İstanbul’daki akranlarından hiç de farklı olmayan giyim kuşamları bir yana, üçlünün pastanede, fotoğrafçıda ahbaplık ettiği kızlar, çalışma yaşamı içinde. Alevî nüfusun kalabalık oluşuna bağlanan bu durumun bir göstergesi daha, çarşıdaki kadın sayısı, Hınıs’la kıyaslanamayacak kadar çok.

Varto’nun dışında, göz alabildiğine geniş, muhteşem manzaralı bir tepede, barbeküsü ile havuzu olan bahçe içinde, iki katlı geniş evde oturan teyze ile enişte tarafından sevinçle karşılanan misafirler, yakındaki, Naciye Hanım’ın anlata anlata bitiremediği alabalık çiftliğine götürülürler. Naciye Hanım ile “abla” garsonlardan biri tarafından salıncakta fotoğraflanır sonra ağaçlar içinde, kollara ayrılmış gürül gürül akmakta dupduru ırmağın üzerine kurulmuş taraçalardan birine tırmanır, yerleşir, siparişlerini verirler. Cep telefonu kullanmadığından, “abla”ya gelen doğum günü kutlamaları Naciye Hanım’ın telefonu üzerinden gerçekleştirilirken, enişte, bir telle bağladığı sarı beyaz kır çiçeklerinden koca bir demetle döner.

Eve dönülür; kapısı ayrı olan alt katı, bir kenarında minik bir lavaboyla kullanılışlı hale getirmiş, her köşesini de Hz. Ali’nin güzel yüzü, Zülfikâr’ı ile süslemiş teyze, duvar boyunca yayılmış sedirin ortasında “abla”ya poz verir. Verandada, semaverde çay sefası, güneşin batmasıyla hızla serinleyen hava yüzünden kısa sürer. Akşam yemeği için çirişli haşıl yapan teyze tarifini de verir: “İki bardak pilavlık bulguru iki katı su ile pişiriyorsun, sonra azıcık un ve tuz ekleyip karıştır, çirişi de ekle iyice karıştır, en son bir bardak kızdırılmış yağı ekle, hepsini karıştır” Kolay gibi görünmekle birlikte, teyzeye karıştırma konusunda yardıma yeltenen “abla”nın havlu atması uzun sürmez.

Yemekten sonra, Naciye Hanım’ın hiç üşenmeden İstanbul’dan taşıdığı pembe şarap, pastaneden çaktırmadan aldığı karamelli pasta eşliğinde yapılan, “abla”nın pastasını kesmeden organizasyona tüm emeği geçenlere teşekkür ettiği sürpriz doğum günü kutlamasına, komşu Allahverdi Amca ile eşi Hatun Hanım da katılır. Fotoğrafların da çekildiği sürpriz gündemin başrolündeki “abla”, kendisi dışında herkesin merakla izlediği Muhteşem Yüzyıl’ın başlamasıyla bir anda gündemden düşer, başrolü de Hürrem’e kaptırır.

Yeğeninin kendisi için ördüğü tığ işi dantel yeleği “danke schön” diyerek kabul eden, -Almanya’da çalıştığı on yılda yedi de çocuk büyütmenin hatırası- bedeninde, kollarında arızalar, ağrılarla iyi niyetini yitirmeyen, tam Naciye Hanım’a yakışır, güçlü, bilge kadın teyze, “abla”ya Almanların “biz bundan ilaç yapıyoruz” dediği soğ denen baharlı bitkinin yapraklarını kurutup ufalayarak yaptığı tozdan “çorbaya, salataya serpersin” diyerek bir kavanoz verir.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-5


Salı sabahı kahvaltıda yine, bir gün önce Hınıs’taki alışverişte, kilosu sıkı pazarlıkla 20 TL’den 16 TL’ye indirilmiş nefis mantar var. Az sonra bastıracak yağmurda, hızla toplanmadan önce, çamaşır serilir. Naciye Hanım, “abla”nın aşurelik buğday dediği yerel isimle yarma ya da den ayıklarken, keçilerinin de barındığı sürünün sahibinden beş kiloluk kova içinde koyun yoğurdu gelir.

Gök gürültüsü ile çöken yağmur bulutları, dağlar üzerindeki beyaz lekelerin genişlemesine neden olurken, yağışlı hava hoşgeldin’e gelen eş dost trafiğini kesince, bulaşıktan sorumlu “abla” dışında ev halkı, hızlıca bir temizlik operasyonu başlatır.

Öğle yemeği, genel adı pancar olan otlardan çirişe, yumurta kırılarak yapılan yemek yanına sarımsaklı muhteşem lezzette koyun yoğurdu.

Günün, -bir anlamda gezinin de esas amacı- en önemli olayı, “abla” ile Naciye Hanım’ın bir yıl önce aldıkları keçilerinin gıdıklarını görmeye gitmek.

2011 sonbaharında “abla”, ezoterik içerikli bir sitede rastladığı, Zamanların Sonu 21 Aralık 2012’deki geçiş sırasında Dünyanın, -Foton Kuşağı’na uygun açıyla girme niyetiyle olsa gerek, saatin tersi yönde 90 derece yatması sonucu, Kuzey Kutbu’nun da Kuzey Afrika’nın ortasına kayacağı türden- yaşayacağı –olası- değişiklikleri anlatan yazının* bir yerinde, fütüristlerin haritaları arasında gerçeğe en yakınının Gordon Michael Scallion haritası** olduğu ifadesi üzerine haritayı izler ki ne görsün? Evlerden ırak; birçok yer yanında “abla”nın oturmakta olduğu Ege kıyıları da sular altında!

Bir zaman sonra aklında harita İstanbul’a giden “abla”, kızının evini, hayatını derli toplu temiz tutan Naciye Hanım’ın köyde keçi alacağını söylemesi üzerine, -aklının dibinde bir yerlere iteklediği, kuru toprakta bir keçim olsun fikriyle- kendi adına, 400 TL keçi, 120 TL de kış bakımı için, 520 TL vererek alışverişe dâhil olur. Erzurum’da doğmuş, beş aylıkken ayrılmış, bir sonraki gidişinde 40 yaşına varmış “abla”nın, 2012 yılı Mayıs’ının 18’i ile 28’i arasında yeniden, havası, toprağı temiz, suyu tatlı topraklara yönelişi, işte bu, kendi aklının bile yatmadığı “olasılık” üzerinedir.

Akşamüzeri kapıya gelen minibüs, ev halkını toparlayıp üzerlerine çöken yorgan ağırlığındaki kurşunî yağmur bulutlarını yararak Toprakkale Köyü’ne ulaştırır. Kapıda, gelenleri üç torunu ile karşılayan -Naciye Hanım’la birbirlerine abla diye seslenen, kimin daha büyük olduğu belirsiz- teyze, gelinin çay ikramı sonrası patırtıyla gelen sürü içinde, grili beyazlı iki gıdığı gösterir. Anlattığına göre keçilerden birinin doğumu dereyi geçerken başlamış, kara düşen gıdığı sürü ahıra sokulduktan sonra fark etmişler ama özenle bakmalarına karşın yaşatamamışlar. Böylece sürü içindeki alçakgönüllü sürünün nüfusu, -Naciye Hanım’ın önceden almış olduğu tekeyle- şimdilik, beşte kalır. Şakır şakır yağmur altında ahıra sokulmaya çalışılırken, koşuşan hayvancıklar arasından iri gözlü güzel yüzlü kardeşler Berivan, Rojda ve Baran’ın yakalamaya çalıştığı, Naciye Hanım birine sarıldığında anasının başıyla iteklediği gıdıklar “abla”nın amatör çabalarıyla olabildiğince fotoğraflanır.

Heyecan yüklü, serin, ıslak gün, tüm kışı nezle bile olmadan geçirmesiyle övünen “abla” ile Naciye Hanım’ın, burunlarını çeke çeke dolaştıkları, günler sürecek gribe yakalanmalarına neden olur.



*Söz konusu yazı:

**Gordon Michael Scallion haritası:

2 Temmuz 2012 Pazartesi

“Abla”nın Erzurum, Hınıs, Varto, Gülçimen Köyü gezisi-4


Mayıs’ın 21’i, Pazartesi sabahı büyükbaş sürüsünün geçişinden az önce uyanan “abla” penceresini açar, serin taze havayı koklayarak nemli toprakta patırtıyla geçen hayvanları izler, ardından Hınıs’a inmeye hazırlanan ev halkına katılır. 8’de kornası duyulsa da köye ulaşması zaman alan minibüs her el eden köylünün kapısı önünde durur; ayakkabılarını giyen adamın kapısını ağır hareketlerle kilitleyip anahtarı cebine yerleştirmesini, sepetini, torbasını toparlamasını, bahçe kapısını ardından kapayıp kontrol etmesini izleyen yolcuların doldurduğu sıralardan birine ite kaka sığışmasıyla yola koyulur.

Zazaca, Kürtçe, Türkçenin birbirine karıştığı araba boyu sohbet, yolun çukurda kalan kısımlarında çekmeyen telefonlar yüzünden bağrışmalarla sürer. Kızmusa Köyü’nü geçer geçmez bir dönemeçte karşılarına çıkan, yatay iri bir kayanın ucundan yan yana ovaya bakan iki başın öyküsü ise bir klâsik. Naciye Hanım’ın anlatmasına göre, “ailelerinin evlenmelerine izin vermediği sevgililer kaçarlar, bakarlar ki arkalarından gelenler yetişecek, Allah’a dua ederler bizi taş et, diye; eskiden yüzleri de sevgililere çok benziyormuş.”

Hınıs ile Gülçimen Köyü arasında, biri, “abla” ile Naciye Hanım’ın keçilerini kattıkları küçükbaş sürüsüne de bakan çobanın şoförlüğünü yaptığı, iki minibüs işlemekte. Herkes akrabalık, ahbaplık bağlarını gözetip geldiği araba ile dönmek istediğinden, arabalar da dolmadan kalkmadığından bir tarife yok. Erkekler belirsiz hareket saatine kadar sokaklarda dolanıp vakit öldürürken, kadınlar hemşeri bakkal, manav dükkânları içinde dipte, kasalar üzerinde bekleşirler.

Hınıs’ta “abla” Naciye Hanım ve eşi, bu defa da kahvaltılarını paça içerek yaparlar; hayvancılığın vatanı topraklarda Çınar Lokantası bu konuda da haklı iddiasını sürdürür. Alışveriş için sokaklarına dağıldıkları kasabada, “abla”nın, istemese de ilgi odağı olmasının nedenlerinden biri; kendisi ile bir kamyonun ön camı dibindeki peluş kedi dışında güneş gözlüğü kullanan yok. Mutfak masası, birkaç plastik tabure, ufak tefek alışveriş tamamlanır, minibüse yüklenir ama “hemen çıkmıyorsun madem, … alıp geleyim bari” deyip inen, kaybolan yolcu adaylarının sayısı belirsizliğini koruduğu sürede, kadınların, 1 saat manavın dibinde, yarım saat de minibüs içinde beklemeleri gerekir.

Sonunda köye dönülür; masa ve tabureler kapı önünde, dağlardan gelen, şifalı olduğu da söylenen ücretsiz suyla temizlenip içeri alınırken hoşgeldin’e gelen bir grup daha ağırlanır. Köyüne, çıktıktan 40 yıl sonra dönen Naciye Hanım eş dostla hasret giderirken ve doğallıkla konuşacak pek çok şeyleri varken “abla” bulaşık işini üzerine alır; -evinde çok kireçli kuyu suyu ile lekelenmesin diye Mikado’nun çöpleri düzeninde özenle dizdiği bardak tabağa inat- konukluğu süresince içmeye kıyamadığı caaanım suyla, büyük zevkle bulaşık yıkar.

O arada üzeri altın fırça darbeleri ve kalple süslü siyah bahçe kapısı gelir, yerine monte edilir, yerine yakışır.

Köyün doğusuna doğru komşularıyla yürüyen Naciye Hanım’la “abla”ya, 20 metre dibinden derenin aktığı yar gösterilerek “…çocukluğumuzda dere önümüzden akardı, 45 yılda bu kadar yardı burayı…” bilgisi verilir.

Akşamüstü 19:00’da, sürü dönerken çağırılan, -sevip kaçırdığı Kürt kızı hastalanıp ölünce, kızın ailesinin kamyonla ezip öldürdüğü Alevî’nin- çok yoksul çoban oğlu, iliştiği kapı eşiğinde lahana sarma ile güzelce doyurulur, yanına bir iki parça temiz eski giysi katılarak uğurlanır.

Hareketli günün sonunda, temiz, duru coğrafyada kirlenme fırsatı bulamamış saçlar, bedenler, onlara bebek teni duygusu veren yumuşacık suyla banyo eder.