25 Kasım 2008 Salı

“Abla”nın, ölümler arasında tuhaf -hatta eğlenceli- paralellikler kuran tavrının tek açıklaması...

Kasım’ın 25’ini 26’sına bağlayan gece, karanlık. Geride kalan arabalı vapur iskelesine yayılmış üç beş parça ışık küçülür, karşı kıyıdakiler henüz pek zayıfken, huzursuz, rahatsız uykusu arasında, otobüsün karanlığına doğru pes perdeden “Deniz, Filiz!” denilerek tekrarlanan isimler bilincinde yankılanan “abla” ayılır, kız kardeşini dürter, “uyan” der sessizce, “bu biziz!” Horultulu, homurtulu karanlık içinde, kendilerini el-kulak yordamıyla arayan muavinle buluşup aşağı inerler: Bir gün önce İzmir’e gelip, zatüre teşhisiyle kaldırıldığı hastanede ziyaret ettikleri, kötü haber tez ulaşır atasözü uyarınca, İstanbul’a dönüş yolculuğunda, babalarının vefatını öğrenen kız kardeşler, arabalı vapurdan hiç inmeden, geldikleri yöne, İzmir’e giden bir başka otobüse aktarılırlar.

Kalabalık aile fertlerinin, “gençliğinde de bir kez zatüre geçirdiği”ni konuştuğu odada üç kız kardeşin, ara sıra daldığı uykusu aralandıkça, torunundan, işlerinden, hayatlarından, “abla”nın yeni kedisi Lucky’den söz ettikleri babalarıyla vedalaştıkları, bilincinde olsalar daha farklı olacağı kesin, hastane ziyareti çok uzun sürmez. Kardeşler ertesi sabah işbaşı yapmak üzere, yarısından geri dönecekleri yollara dökülürler.

Biri Ankara, ikisi İstanbul yolundan dönen kardeşler, “abla”nın, “sanki bir cinayet de, ipuçlarını yok etme niyetiyle…” diye düşünüp, niye bu kadar acele edildiğini anlamadığı, “bir an önce toprağa verelim” telaşı ile, öğleyin defnedilen cenazeye yetişemez ve mezarlık ziyaretiyle yetinirler.

O harala gürele arasında “abla”, -nasıl olduysa kulağına değen- bir gün önce AIDS’ten ölerek tüm Dünyanın dikkatini bu hastalığa çeken Freddy Mercury ile ilgili bir program üzerine, “babam tanır mıydı acaba, tanıyıp beğenseydi orada karşılaştıklarında sevinir miydi?” dediği kardeşlerinden -ciddiyetsizliği yüzünden- sıkı azar işitir.

1946’da, Farsî bir ailenin oğlu olarak Zanzibar’da doğan, teyze, büyükanne yanında büyürken Hindistan ve İngiltere’de, aralarında müziğin, -grafiker olduğundan “abla”nın pek yakınlık duyduğu- grafiğin de bulunduğu güzel sanatlar eğitimi alan Freddy Mercury, konuşurken bariton, şarkı söylerken rahatça tenora ulaşan 4 oktavlık çok özel bir sese sahipmiş!

Ölümüyle AIDS hakkında güçlü bilinç değişimini sağlayan sanatçı ile, oradaki kaymakamlığı sırasında, çok zaman ayırarak, titiz, ayrıntılı, özenli çalışma ile yazdığı Soma kitabı dışında, kendilerine yeten üç kız ve bir torun ile geleceğe uzanan, gününün değer yargılarına uygun, örnek, erdemli yaşamı sessizce sona eren “abla”nın sevgili babası arasında, 1991 yılının, 24 ve 25 Kasım’ında ölmüş olmaları dışında ortak yan yok.

“Abla”nın, ölümler arasında tuhaf -hatta eğlenceli- paralellikler kuran, dışarıdan bakanı kızdırıp “ölümü hafife alıyormuş gibi” görünmesine neden olan bu tavrının tek açıklaması, başlarda, herkesinki gibi kendi yüreğinde de derin yeri olan ölüm korkusuyla başa çıkabilmek iken, sonraları bilgi biriktirdikçe, hakkındaki fikrini değiştirip, boyutlar arası bir geçişten ibaret olduğuna aklı yattıktan sonra ölümü, gerçekte, eskisi kadar korkunç bulmaması!

Bu bilinçle, -bu kez ölmeksizin bir sonraki yaşamına geçmeyi başaramazsa- kendi ölümünü, açılmaya, derinine dalmaya hep ürktüğü yaşamdan ayrılırken, derinleştikçe ilginç olan su derinliğinin mağaralarını, dip akıntılarını, ışığın yeni renklerini, yolda rastlaştığı yaratıkları, bu arada hayatta kalma içgüdüsüyle bedeninin –belki de- acı veren tepkilerini merakla gözlerken, uzun zaman önce “öğrenmek üzere” ayrıldığı, özlemini yüreğinin bir köşesinde hüzünle taşıdığı yuvaya, yeniden, parçalarını içinde taşıdığı Tanrı’yla “bir” olmanın sonsuz huzuruna dönmenin vereceği sevinçle izleyeceği kesin!

19 Kasım 2008 Çarşamba

"Hak yok, vazife vardır!"

Çocuk hakları! "Abla"nın aklına ilk gelen, hayranlıkla izlediği bir Abbas Kiarostami filmi: Arkadaşımın Evi Nerede? Küçük bir oğlan okul dönüşü, yanlışlıkla aldığı defterini geri vermek üzere, arkadaşının evini, iç burkan film boyunca, kendisini saydam sayıp, sorularını duymayan büyüklerin etekleri arasında çaresizce dolanarak arar...

"Abla", çocuk haklarının değil, genç Cumhuriyet'in, "hak yok, vazife vardır!" diyen, görevinin, sorumluluklarının bilincinde fertleri toplumunda; çocukların temiz, terbiyeli, sessiz, saygılı, akıllı, düzenli olmaları, büyüklerin sözünü kesmemeleri, ağızda lokma varken konuşmamaları, koşmamalarının... beklendiği bir ortamda büyür. Yapısından da aldığı destekle, entellektüel yanına, akla, bilgiye, elinden geldiğince yatırım yapar, okur, güzel resim yapar, yeteneği desteklenir. "Abla", en büyük çocuk olmaktan da kaynaklanan beklentileri var gücüyle karşılamaya çalışırken, hemen hemen aynı zaman aralığında, Atlantik'in ötesindeki ülkede, -o dönemde yapılmış ve yapılagelen filmlerden izlediği kadarıyla- "honey", "sweetheart" diye çağrılan, görevden habersiz, sınırsız hak sahibi mutlu çocuklar büyümektedir.

Zaman geçer, "abla" anne olur; kendisine uygulanan eğitim kalıbını, başka türlüsünü bilmediğinden kızına uygular. Elbette, birkaç adım daha atar; durumun gereklerine uygun "çeviri kitaplar" alıp okuyarak, ana-babadan gelen tarzın, azıcık dışına taşar. Ortaokulda, çocukları sıra dayağına çeken bir öğretmen yüzünden, "ben bir fiske vurmadan bu yaşa getirdim, bu adam nasıl..." diyerek ortalığı ayağa kaldıran bir anne karşısında "abla", kendince, "çocuğumu hayatı boyunca sarmalayıp korumam mümkün değil, yaşamın sertlikleriyle de karşılaşmalı" düşüncesiyle tepkisiz kalır.

Kız büyür, haklarından çok sorumluluklarının bilincinde bir genç kız olarak liseyi, dört yıl boyunca evden uzakta, sorunsuz -elbette, "abla"nın, kız kardeşlerinin, çok sevgili bir arkadaşının bitip tükenmez Kütahya ziyaretleri desteğiyle- bitirir. Hakları hakkında bir beklenti ortaya koymadan, doğru seçimler yapar; işini ve eşini doğru seçer, yaşam yoluna düşer.

Kızıyla karşılaştırdığında, görev bilincinden çok, hakları, rahatları, mutluluk ve tatminleri uyarınca, "ben bir fiske vurmadan... ekolü"nce yetiştirilen çocukların, günümüz gençlerinin, ortaya hiçbir şey koymaksızın herşeyi edinme arzularını şaşırtıcı bulmayan "abla", bu eğilimin doğal sonucu, 80'li yıllarda, "aşırı sevgi ve hoşgörü" önerdiği bebek-çocuk bakım kitapları kapış kapış satılan Dr. Benjamin Spock'un, 1998'de 94 yaşında ölmeden bir zaman önce, Atlantik'in ötesindeki "sweetheart"ların, kendilerini, Dünyanın sahibi ilân edip oraya buraya "ille de barış götüreceğiz!" diyerek saldırıp neden oldukları yıkımlar üzerine, "pişmanlık belirttiğini" okuduğunu hatırlar.

"Çocuk Hakları" terimiyle kastedilenin, bir sohbet sırasında hukukçu annesinin söylediği gibi ihmâle uğramış, ebeveyni tarafından yok sayılmış, hak sahibi olmak bir yana, hakkından gelinmiş çocuğa, en alt düzeyde, sağlıklı büyüme şartlarının, temiz çevre, beslenme, okul... sağlanması demek olduğunu öğrenen "abla"nın, son zamanlarda buna eklediği bilgi ise, ne yazık ki, yasalarla garanti altına alınamayan, olmazsa olmaz, bağışıklık sistemi üzerindeki yaşamsal etkisi kanıtlanmış sevgidir.

Sonuçta, sağduyusu Basiret Hanım'a kulak veren "abla"nın vardığı nokta; yaşamın her alanında olduğu gibi, aşırı sevgi ve hoşgörünün neden olduğu doyumsuzluk, mutsuzluk, saldırganlık rotasını izlemek yerine, verilenin alınanla dengelendiği, yaşamın sorumluluğunu alan, haklarını görevleriyle dengeleyen, dengeli beslenip dengeli sevilen çocuklar yetiştirebilmek en doğrusu!

11 Kasım 2008 Salı

“Dııııııt, dııııııt, dııııııt, dııııııt!”: Bu bir seçim anı!

Dııııııt, dııııııt, dııııııt, dııııııt! Aranan numaranın meşgul olduğunu, sabrını zorlayarak bildiren ses sürer, egosu Sebastian’ın sevinçle yaratıp kabarttığı öfkesi doruğa yükselirken, kontrolü bir anlığına, güçlükle ele geçiren sağduyusu Basiret Hanım’ın telkini üzerine “abla” deriiiin bir soluk alır, düşünür ve fark eder ki bu bir seçim anı! Sebastian’a uyar da öfkeyi beslerse, akan zamanla zıtlaşıp direterek firmanın telefonunu –belki- düşürebilecek ama, onu öğle otobüsüne aktarırlarsa, evine gidecek son servisi kaçıracak! İkinci seçenek, Basiret Hanım’a uyup işi akışına bırakırsa, her şey olacağına varacak! Gönlü Basiret Hanım’dan yana, aldığı derin soluğu salarak, ara terminaldeki havlucunun duvarına yapışık genel telefonu kapatan “abla”, telefon kartını çıkarır, cüzdanına koyar, otoyol yoncasından dönüp gelen otobüsleri gözlemeye, şehirlerarası yol kıyısına, kurumuş yaprakları boş bulunanı yerinden sıçratan bir hışırtıyla düşen çınarın altına konmuş ahşap sıraya döner.

9:00’da terminalden çıkan Balıkesir otobüsünü karşılamak üzere bindiği servisin, kendisini 9:17’de bıraktığı noktayı birkaç dakikalığına tuvalete gitmesi ile dönmesinin bir olması dışında hiç terk etmez: “Abla”nın amacı, erken saatte Burhaniye’ye otobüs bulamadığından, Balıkesir’den aktarma yapmak, pazardan bir iki sebze alıp son servisle evine ulaşmak!

Servisle gelirken tanıştıkları, üniversite hastanesine tahlil için idrar bırakıp memleketi Bandırma’ya dönen, arabanın açık radyosundan, 9:05’te sireni duyduklarında nûr içinde yatsın, bak böyle bir başımıza, nerden nereye gidip gelebiliyoruz, istediğimiz gibi, -eliyle yüzünün yarısını örtüp- peçesiz… diyen, Erdek’in kirazı, Edincik’in beyazı -insanları pek beyazdır oranın, artık havasından mı suyundan mı bilmem-, Bandırma’nın ayazı! deyimini kendisine armağan eden hanımı, sarılıp vedalaşarak yolculayan “abla”, onun ardı sıra öğretmen emeklisi yaşlı çifti İzmir’e, oğlunun desteğinde yavaş yavaş yürüyebilen ameliyatlı hanımı Çanakkale’ye uğurlar. En çok yarım saatte terminalden “abla”nın bulunduğu noktaya ulaşması gereken otobüs ortalarda yok!

10:30; kendi otobüsünden bir saat sonra yola çıkıp, ara terminalde duraklayarak yolcu alan Balıkesir otobüsü görevlileri, biletini inceledikleri ve bir önceki otobüsün almayı unuttuğu 4 numara olduğunu anladıkları “abla”nın dayatması üzerine, tavırlarına bakılırsa, sıkça rastlanan durumu telefonla otogara bildirip bu otobüste yer olmadığını belirterek, bir sonrakini beklemesini önerir, yola koyulurlar. Tepesinin tasının atmasına neden olup dııııııt, dııııııt, dııııııt!lar ardından vuruşma ya da sükûnet seçim anına varan “abla”nın hikâyesinin bir kısmı budur.

Akıntıya kürek çekmeyi bırakıp, Basiret Hanım’ın bilge önerisi uyarınca her işi olacağına bırakan “abla”, 11:00’de gelen ve bir olay çıkarması beklenen 4 numarayı ayakta karşılayan şoför ve muavinin olağanüstü şefkatiyle Balıkesir’e ulaştırılır. 13:20 Burhaniye arabasına aldığı biletle, çınarın altından ahbabı teyzeyle yan yana yolculuk ederler. Beni de der teyze unuttulardı, bunlar değil başka firma, yine gözüm için gelmiştim hastaneye, bekliyorum ne gelen vaaar, ne giden, sonra –refüjü göstererek- şunların üzerinden atlayıp karşıya geçtimdi, hava soğuk, böyle kan ter içinde kaldım sıkıntımdan, sesli ağladım, Allah inandırsın!

Yol uzun; sohbet sürer. Kendi de hazırlasa her akşam bir bardak rakısını, geçirdiği kalp krizine karşın içen kocasına kızgın teyze, “abla”nın vallaha ben de ara sıra özlemiyor değilim, şöyle sadece buz koyup koklaya çalkalaya rakı içmeyi… sözlerine, şaşkınlıkla dargınlık arası aaaa! haram! deyip, bir elini ağzına kapatıp öteki elini “abla”nın dizine vura vura gösterdiği tepkiyle içten, ikiletmeden anlatır: Bir kızı anlaşmış, biri görücü usulü evlenmiş. Üçüncüyü ise, bir akrabalarını uğurlarken çok beğenen otobüsün şoförü, molada akrabalardan, niyetini belirterek adres istemiş. Annesini kızı istemeye yolladığında, o karanlıkta nasıl görmüşse der teyze, dünürü tembihlemiş, evde başka kız varsa, yanağında ben olanı isteyeceksin ha, diyerek! Vermezlendim, çok genç, daha 16 yaşında, hem de Bursa’ya, Dünya’da olmaz! Damat diyor ki, şuraya çadır kurarım her gün isterim, üç, dört, ben hayır! diyorum, sonra babası araştırdı, bunlar çok iyi aileymiş, verdik, şimdi çok mutlu, Allah acılarını göstermesin, bana anne demez, hep annecim!

15:20’de Burhaniye’ye varan, 11 gün hastanede yatıp …küçücük çocuk, babasının yanında dolanırken gözüne testere girmiş, adamın biri, devesi varmış, semerini dikeyim derken biz kurtulmuş gözüne saplanmış, gencecik kadın, mangal için çıra yarayım derken kıymık saplanmış, dokuz boncuk yaş döküyor kör oldum diye, insan ötekileri görünce haline şükrediyor deyip evini, çocuklarını çok özlemiş teyze önde, “abla” arkada inerler.

Bir saat sonra, akşam pazarı karnabahar, maydanoz, taze soğan yüklenmiş, yol çantası sırtında “abla” son servise binerken şoföre anlatır: Yaa işte böyle Halil Ağabey, koca otobüs beni unutup geçti gitti!

1 Kasım 2008 Cumartesi

Bir ölüm haberi!

Yaz boyunca, üçü telefonla ulaşmış dört ölüm haberinden sonuncusunu, küçük kız kardeşi, gazete ilanıyla öğrenir ve "abla"sını bir maille haberdar eder. İlk üçü Allah sıralı ölüm versin! türünden, hele "abla"nın, Türkiye’nin ilk öğretmenlerden olup, at üzerinde tayin olduğu köye giderken yolunu kesenlere öğretmen olduğunu söylediğinde, “muallime hanım”a köye dek eşlik ettikleri, kocasının erken ölümü üzerine, şaraphaneyi çekip çevirirken dört çocuğunu da “of!” demeden büyüten devlet gibi kadın, halasının 95 yaşında ölümü, ölümden çok neredeyse sürpriz!

Annesinin bir kuzeni ile, "abla"nın, çok sevdiği eski arkadaşının babasının vefatı, ülkenin ortalama erkek yaşam süresini tamamlamış ölümler.

Sonuncu ise, genç değil, yaşlı da değil, arada; 50'li yaşlarda bir ölüm.

Nedeni
, "abla"nın ortanca kız kardeşinin bu ve benzer bir sözcük duyduğunda, sağına soluna bakınarak hızlıca bir parça tahta araştırıp, kıvırdığı işaret parmağıyla takırdadığı, kanser! Ailenin bir kaç ferdinin tıp camiası içinden olmaları dolayısıyla, bilinen en yeni yöntemlerin, ilâçların kullanıldığı sağaltma (?) süreci, çok uzun sürmez. Bu, Allah hayırlı ölüm versin! kategorisinde bir ölüm.

Yıllar önce, ilk kez, annesini kanserden kaybetmiş bir başka sevgili arkadaşının anneannesinden duyup şaşırdığı ölümün hayırlısı mı olur? diyerek durup durup takıldığı bu yaklaşım, o yaşında “abla” için epey fazla yenidir. Zaman içinde bu yaklaşımla yakınlaşan “abla”, belki ilk kez bu son ölüme net şekilde “hayırlı ölüm” teşhisi kor: Her biri, bir üçüncü dünya ülkesi yıllık bütçesine denk tedavi seans giderleri yükselişteyken, hastalık seyir çizgisi iniştedir. Aile sessizce, derin bir tevekkülle geliş(me)meleri izlerken, -yeni evli- adamın eşi, durumun gerektirdiği olgunluğa ulaşacak zaman bulamadığından, ya da eşine alışıp, eksikliğinin anlamını kavrayacak kadar evli kalmadıklarından, belki sadece ölüme tanıklık edecek gücü bulamadığından, bir başka kanserli ura dönüşen aile içi ilişkiyi yadsır ve yavaşça ortadan kaybolur. Ölmekte olan adamın kardeşi, emekli olup yaşamını sakin bir kıyı kasabasına taşımayı düşünürken, yaşamı duraksar, sabırla bir iyi haber, bir gelişme bekler. En kötüsü ise, hasta, yaşamla bağını koparmış gibidir… Bir yığın çözümsüz durumun/düğümün, ne genç ne yaşlı adamın ölümüyle çözümlenmesi, diye düşünür “abla”, hayırlı ölüm değil de nedir?

Benzer durumda “abla”, kendisi için, kız kardeşlerinin tüylerini diken diken ederek, açık-net süreç ve sonuç bilgisi, başarabilirse, tedavi (!) değil, yaşam kalitesini olabildiğince sabit tutma talep eder: Ego’su Sebastian’ın bekâra karı boşamak kolay! vızıltısına kulak vermeksizin… Çok malı mülkü olduğundan değil, olmadığından, çocuklar der, bir yığın veraset intikâl vergisi ödemesinler, bir de yığınla kâğıt, kürek işlerle uğraşmasınlar, onca iş güçleri arasında… Niyeti, annesinin dolabını boşaltırlarken buldukları, cepleri teyelli hiç giyilmemiş cekete, üç kız kardeş ne ağladıklarını hatırlayıp, kendi giysilerini/eşyalarını dağıtmak, bir başka ülkeye hiç dönmemecesine gider gibi dolaplarını boşaltmak, üzüntüye neden olabilecek tüm izleri yok etmek… Ardından, 40’lı yaşlarında soruşturup öğrendiğine göre bağışladığı organlarının miadı dolmuş olabileceğinden, kadavra olmak üzere nereye teslim edileceğini araştırıp gereğini yapmak…

Başlarda, tamamıyla pratik kaygılarla “öz son kullanma kılavuzu” düzenleyip, yine 40’lı yaşlarından başlayarak ölümü araştırırken, her zaman şüphelendiği reenkarnasyon bilgisiyle karşılaşır: Ruhun sonsuzluğu, “bir kullanımlık olamayacak kadar değerli” olduğu fikri, “abla”nın, uzun zamandır aradığı, hiç beklemediği bir anda nerede olduğunu hatırladığı bir şeyin verdiği huzur, mutluluk duygusu eşliğinde gelir. Kutsal kitaplarda, okült bilgide tekrarlanan öte âleme geçişin, korkulacak bir şey olmadığı düşüncesi içine sinerken “abla” bir de bakar ki, asıl korkusu ölmek değil, 1999 depreminde iyice farkına vardığı gibi ölememek! Bir yandan da, ölüm hakkında hiç düşünmeksizin, doğar doğmaz ölmeye başlayarak, binlerce kez ölmüş olmaktan da büyük yorgunluk duyar. Umudu; Yeni Çağ’cılardan duyduğu, Maya’ların 5. Güneş, Zamanların Sonu diye adlandırdıkları, içinde bulunulan zamanı, artık nasıl olacaksa Dünya ile birlikte boyut değiştirerek, bu kez ölmeksizin, bir sonraki yaşama geçmek!

Onpunto’dan bir blogdaşının, Mardin Kapısı’ndan aaaatlayamaaadım, liralarım döküldüüüğü, tooooplayamaaaadım... diyerek dalga geçtiği bu düşünce, araştırıp okudukça, üzerinde sakince düşünüp derinleştikçe, “abla”nın aklına yatmakta!..