21 Ocak 2019 Pazartesi

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 65 (Tanrı Olmak ya da Olmamak-3)

 
“Abla”, filmleri gönlünde ayrı yer tutan, güvenlik kameraları dükkânında kısacık görünüp bir kaç satır da konuşan M. Night Shyamalan’ın son filmi Glass’ı izler. “2000 yapımı Ölümsüz (Unbreakable), 2016 yapımı Parçalanmış (Split) filmlerinin süper kahramanlarına kıyamamış da James McAvoy, Bruce Willis, Samuel L. Jackson’ı yeniden bir araya getirmiş” diye düşünüp bir hayal kırıklığı girdabına kapılmak üzereyken “abla” filmin, içten içe derin bir başka mesaj taşıdığını keşfeder.
Bir ışığa çıkıp bir karanlığa dönen, teki canavar bir kaçı kötülük tezgâhlayan yirmiden fazla kimlikle ortalarda dolanan, dokuz yaşına takılıp kalmış Kevin ile Cam Adam’ın yarattığı tren kazasından tek sağ kurtulan, iyilik peşinde Dunn karşılaşır. Kazadan sonra kazandığı, Spielberg’in Azınlık Raporu’ndaki kızı  P. K. Dick romanından esinlenilerek, önbilici, kâhin anlamına precog’u- anımsatır biçimde, dokunduğu insanlarla ilgili görüntüler aracılığıyla Dunn, dört genç kızı kurtarır.
Bir seri aksiyon sonrası kapatıldıkları ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde, sürekli uyutulmakta Cam Adam’la birlikte terapi görürler. Bir kadın doktor, üçünü “aslında olağanüstü yetenekler taşımadıklarına, sadece buna inandıklarına” inandırmaya çalışır.
Cam Adam’ın düzenlediği gösterişli finalde, bileklerinde birer yonca dövmesi bulunan, aralarında kadın doktorun da bulunduğu özel eğitimli birlik her üçünü de, bir bakıma ikna etmekte, pek zorlanmaz. Operasyon sırasında, “Aramızda” der kadın, “tanrıların dolaşmasına izin veremeyiz”.
Tanrı olmak ya da olmamak üzerine üç yazı: Az gelişmiş bir toplumu, iyilikten yana ufak dürtmelerle gözleyen bir grubu anlatan Tanrı Olmak Zor İş isimli kitap; bilgisayar oyunu yazarken kahramanlarına sunduğu fazla seçenek yüzünden çıkmaza saplanan Stephan’ı anlatan Bandersnatch isimli TV dizisi; bir de tanrısal üstünlüklerinin farkında olup vazgeçmeleri beklenen süper kahramanları anlatan film, Glass.
“Size şah damarınızdan daha yakınız”, “DNA’nızın boyutlar arası kısmında tanrı parçanızı taşıyorsunuz” ifadeleri üzerine, yaşamının son on beş yılında, “kendi tarikatının biricik şeyhi ve müridi” sıfatıyla “abla”, kendi tanrısallığının peşinde.
21 Ocak 2019 sabahı gün doğmadan az önce Kova ve Aslan’da gerçekleşen dolunay tutulması sayesinde, benzeri astrolojik olaylarda, tüm tutulmalarda olduğu gibi rahmetin (kozmik enerji aktarımı), kendisini özgürce ifade etmekten geri tutan, çoğu kendi yaratımı korkularından bir parça daha özgürleşeceği bilinciyle “abla”, bin bir emekle, bir o kadar gayretle günü geldiğinde, kendi tanrısallığına kavuşacağının bilincinde…

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 64 (Tanrı Olmak ya da Olmamak-2)

 
İngiliz bilimkurgu dizisi Black Mirror’ın, “abla”nın da çok beğenerek izlediği 19 bölümü ardından, epey zaman sonra, 28 Aralık 2018’de yayınlanan Bandersnatch interaktif formatta:
Netflix abonesi kızı, HBT seminerinde duyup yeni bölümün peşine düşmüş annesi “abla”nın, hevesini kursağında bırakan bir açıklama yapar; “Telefonuna indiriyorsun, olay akışına göre sunulan seçenekleri tıklayıp farklı sonuçlara vararak izliyorsun”.
Hakkında yazılanları okudukça daha da meraklanan “abla” 2019 Ocak’ı ikinci yarısında bir gece, izlemek için iyi bir bilimkurgu ararken birden Bandersnatch ile karşılaşır!
Kendisi gibiler için film sitelerine konduğu anlaşılan beş saatlik filmin, sürükleyici ilk üç saatinden sonrası, aralara farklı sonuçların serpiştirildiği, izlenmesi zor tekrarlardan ibaret. Bu noktada “abla” meraklısına, kendisi gibi yapmayıp orijinal biçimiyle izlenmesini önerir.
“Abla” kendisine gerekeni almıştır:
1984’te İngiltere’de bir delikanlı, Stephan, -yazarı daha çok, kendisine ilaç veren karısının kafasını kesmesiyle tanınan- tuhaf kitap Bandersnatch’i bilgisayar oyunu haline getirmeye niyetlenir. İlk görüşmede, hayranı olduğu bir tasarımcının, Colin’in de aralarında olduğu firmayla yaptığı anlaşmada verdiği iki farklı yanıt, ofiste ya da evinde çalışma kararı, iki farklı şekilde sonuçlanır.
“Abla”, “Gerçek hayatta da olduğu gibi,” diye düşünür, “aldığımız her karar, yaptığımız her seçim farklı sonuçlara ulaşmakta… Bir ihtimal farklı boyutlardaki varoluşlarımız, diğer yaşam deneyimlerimiz de benzer biçimde şekillenmekte, gerçekleşmekte.”
Bu arada Stephan’ın, çocukluğuna ait, annesinin ölümüyle bağlantılı travması, psikiyatrı denetiminde ilaç kullanmasını gerektirir; baba ise, bir bakış açısına göre oğluna fazlaca düşkündür. Patron da boş durmaz, oyunun yılbaşına yetişmesi için yaptığı baskıyı artırdıkça artırır. Böylece geçmişi ile geleceği arasında sıkışıp bunalırken Stephan’ın, bir anlamda “tanrısı olduğu” kahramanlarının seçeneklerini artırması, oyunun çıkmaza girmesine neden olur.
Bunalım anında peşine takıldığı Colin, -bir seçenekte rızasıyla, diğerinde onun adına seçim yaparak çayına attığı- uyuşturucu etkisindeyken Stephan’a, birbirimize bağlı olduğumuzu, yaptıklarımızın her birimizi etkilediğini, zaman göreceli olduğundan geçmişimizi değiştirebileceğimizi ve özgür irade olmadığını anlatır. Labirentten kurtulamayan Pac Man’ın, PAC = Program And Control demeye geldiğini, sistemin de aynı şekilde, bizden beklentisinin tüketimden başka bir şey olmadığını söyler.
Colin’in “Mirasım” diyerek Stephan’a tanıttığı bebeği, –bir seçenekte- genç bir kadın olarak görünür. Pearl, hayata geçirilmemiş Bandersnatch’i bulur, ilgi duyar ama çalışmaları tıkanınca önce bir bardak su döktüğü klavyeyi alır, ekranı parçalar.
Stephan’ın dibe vurduğu bir zaman aralığında tavana bakıp “Orada biri var biliyorum, bir işaret gönder” diyerek yalvarmasına cevaben bilgisayarının ekranında beliren, sonrasında kimsenin bir anlam veremediği “Netflix bir eğlence platformudur” mealindeki yazı, “abla”nın en eğlendiği bölümdür.

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 63 (Tanrı Olmak ya da Olmamak-1)

 
İthaki Yayıncılık, Bilimkurgu Klasikleri serisinden, “abla”nın çok beğendiği –Tarkovsky’nin  Stalker filmine esin kaynağı olmuş- Uzayda Piknik’in de yazarı, Arkadi ve Boris Strugatski kardeşlerden, Tanrı Olmak Zor İş:
Kitap, fiziki açıdan Dünya’nın aynısı, Dünya’ya bin yıl, bin parsek uzaktaki bir gezegendeki, okuma yazma bilenlerin linç edildiği Arkanar Krallığı’nın gelişimini gözlemlemeye gelmiş, olayların akışını etkilemeksizin elinden geldiğince aydın kurtarmaya çalışan, Don Rumata adı altında Anton’un tanıklığını anlatır.
Sayfa 46’dan; “… Rumata acıyla güldü. ‘Biz beklerken,’ dedi, ‘planlarken ve amaçlarken, bu hayvanlar her gün, her dakika insanları yok edecekler.’
‘Anton’ dedi Don Kondor. ‘Kâinatta hâlâ gitmediğimiz ve kendi tarihini yaşayan daha binlerce gezegen var.’
‘Ama burası farklı: Buraya geldik, buradayız!’
‘Evet, geldik. Ama adalete susamışlığımızı, öfkemizi tatmin etmek için değil, bu gezegendeki insanlığa yardım etmek için. Eğer zayıfsan gidebilirsin. Evine dön. Nihayetinde gerçekten de çocuk değilsin; görevi kabul ettiğinde burada ne göreceğini biliyordun.
… ‘Ben de şahsen bütün bunları yaşadım. An oldu, bu güçsüzlük ve alçaklık duygusu, bu utanç, dayanılmaz oldu. Daha güçsüz olan bazıları bu yüzden akıllarını kaybettiler, bunları Dünya’ya geri gönderdik ve şimdi tedavi ediyoruz. Dostum, en korkunç şeyin ne olduğunu anlamak için on beş yıl gerekti bana. İnsan yüzünü kaybetmek korkunç bir şey, Anton. Ruhunun kirlenmesi insanlıktan çıkarıyor. Biz burada tanrıyız, Anton; bu gezegenin insanlarının imgelemlerinde, efsanelerinde yarattıkları, kendilerine benzer tanrılardan daha akıllı olmalıyız…”
Kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısının altında italik harflerle, “abla”yı derin düşüncelere salan biçimde, “Tanrı Olmak Zor İş, neden tanrı olunmaması gerektiğinin bir panoraması.” denilmekte. 

25 Aralık 2018 Salı

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 62 (İçindeki Burhan Altıntop ile Yüzleşmek)

 
2004’te yayına başlayan çok beğendiği TV dizisi Avrupa Yakası’nın 140’lı bölümlerine geldiğinde “abla”, halâ, en fazla Engin Günaydın’ın canlandırdığı Burhan Altıntop karakterine tepki duyduğunu fark eder:
Yüzsüz, açgözlü, saygısız, saldırgan, haddini bilmez… Pek çok olumsuz karakter özelliği arasında “abla”yı en fazla rahatsız eden, haddini bilmez’lik:
Sınırları, alanı üzerinde epey mesai yapmış “abla” haddini bilir; o kadar ki, bildiği belirlediği sınırlar sonunda kendisini, içinde sonsuzca özgür, hatta mutlu olduğu bir eve kapatır: Üst üste birkaç gün, yazar, minikartlarına boncuk dizer, okur, örer, müzik dinler… Sonra bunalır, arada sevinçle karşıladığı torun nöbeti çıkmazsa, “insanlarla bir arada olmam gerek” ihtiyacıyla sinemaya, alışverişe, en sevdiği Tahtakale’ye gider, arkadaşlarıyla buluştuğu da olur. Sonra yalnızlığı özler yine birkaç gün eve kapanır.
Fiziksel sınırları bu gibi görünse de “abla”, son zamanda Nesin Vakfı’na yaptığı gibi, yardım amaçlı minikart üretip, yazılarıyla da ihtiyacı olduğunu düşündüğü / sandığı insanlara ulaşmaya çalışır.
Asıl niyeti, elinden gelenin en iyisini yaptığı duygusuyla ürettiklerinin kendisini mutlu ettiği bu tek kişilik hapishanenin, özgürlüğünü yitirme korkusunun sağlamlaştırdığı metafiziksel sınırları dışına çıkmak, çıkabilmek. Kapının açık olduğunu bilmesi yetmez, buna razı gelmesi, hayatında değişikliklere, yeni insanlara izin vermesi gerekir.
Açıklanması imkânsız, yüksek özgüveniyle Burhan Altıntop’un ise hiç sınırı yok; yalakalık kısa gelmişse, “ağzını yüzünü dağıdurum bak!” tehdidiyle yol alır. Enkarnasyonları boyunca, her birimiz gibi, defalarca Burhan Altıntop olmayı deneyimlediği kesin “abla”nın yol alıp, duvarlarını kendisinin ördüğü duygusal hapishanesinden çıkabilmesi için, görünen o ki, içinde gizlenmiş Burhan Altıntop’la yüzleşmesi, hoş görmesi, sevmesi gerekli, kim bilir?

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 61 (Roma ve Ölü Doğan Bebeğe Veda)

 
Kız kardeşinin demesine göre festivale yetişemeyen, Alfonso Cuaron’un yönettiği 2 saat 15 dakikalık siyah beyaz Roma’yı, kızı ve damadıyla Netflix’ten izleyen “abla” çok etkilenir. ‘70’li yıllarda Meksika’da, bir doktor dört çocuklu ailesini terk eder; karısı kendi trajedisiyle başa çıkmaya çalışırken, hizmetçilerden, yerli Cleo, iktidar tarafından sokak dövüşlerinde kullanılmak üzere gladyatör gibi yönlendirilip eğitilmeye özendirilen sevgilisinden hamile kalır ama baba, çocuğu da kadını da reddeder.
Evin, geniş toprak sahibi bir ailenin üyesi görünse de ekonomik açıdan zorlanan sahibesi ile annesinin desteğinde hamileliği sürerken Cleo, anneanne ile beşik alışverişine gittikleri sıra patlayan sokak olayları sırasında bebeğinin babasının cinayet işlediğine tanık olur, yaşadığı şokla doğum başlar. Yollar olaylar yüzünden tıkalıdır, Cleo hastaneye zamanında yetiştirilemez, bebeği ölür doğar.
Sarılıp göğsüne konan minik kız ile annenin vedalaşması, gidişine rıza göstermesi, izin vermesi beklenir. Bunun öneminin farkında “abla”, ülkesi doğumevlerinde benzer bir uygulama olup olmadığını düşünür.
Yaşamını depresyonda sürdürürken Cleo’nun, asıl travmasıyla yüzleşip dile getirerek normale dönebilmesi için ailenin deniz kıyısına bir yolculuk yapması gerekir.
Doğru anlatılmış filmin, Cleo’nun akşam saatlerinde yürüdüğü cadde çekiminde olduğu gibi şahane uzun planları da muhteşem güzellikte!

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 60 (Taşkonak ve Kendini Sevmenin Bir Yolu )

 
Küçük ekranda bir kadın, toplanmış yatağı üzerindeki tıklım tıkış sırt çantasını yuvarlayıp bastırarak yerleştirmeye çalışır. Bir yandan kulağa belli belirsiz, “…çok şükür”, “...güzel” sözcüklerinin çalındığı, kendi kendine konuşmasını sürdürürken gömleğinin arkasını çekiştirir başucundaki komodine yönelir.
Kamera “abla”yı yavaşça kayarak terk eder; bir gün önce, Göbeklitepe’de meditasyon için geldikleri Urfa’da uçağı kaçırıp, “abla”nın konaklamayı çok istediği Taşkonak’ta geceledikleri odalarının camlı dolap nişlerini, tavandaki kalem işini, biri banyo olarak düzenlenmiş iki odacığın ahşap oymalı kapılarını tarayarak oda kapısından çıkar. Sabahın serin karanlığında yöneldiği merdivenlerin dibinde, sokak kapısına bitişik duvarlardan birinde, turistik sıra gecelerinde hanımların giyip fotoğraf çektirebileceği üç uzun kadife giysi asılı, ortası havuzlu taş iç avlunun bir köşesinde delikanlı Kusay’ın özene bezene hazırladığı kahvaltı sofrasına odaklanır.
Kamera baktığını -her durumda- kaçınılmaz biçimde değiştirdiğinden, oda arkadaşının habersiz yaptığı bu çekim, “abla”nın “kendimi uzaktan izleyebilseydim…” yeniyetme hayalinin gerçekleşmesidir. Becerikli cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla kayıt yapabilme olanağı ölçüsüz arttığından, “abla”nın haberli çekimlerdeki beden dilini gözleyip habersiz olanla kıyaslaması kolay: Değişik gruplar içindeki kayıtlar, şirin görünme çabası olarak yorumladığı, sevgi ihtiyacını belirttiğini düşündüğü, çok hafif de olsa bir beden dalgalanması yansıtmakta…
Ölümünden yıllar sonra, annesinin kendisini sevmediği fikrine ulaşan, son zamanda katıldığı bir Aile Dizimi seansında da dört buçuk yaş civarı tacize uğramış olabileceği bulgusuyla katmerlendiğini düşündüğü “değersizlik”, “kendini sevmeme” hali ile altmış yıllık ömrünün yaklaşık yarısı boyunca uğraşmakta “abla” için bu küçük kayıt önemli.
Kendisini en doğal halinde, bir başkasını izler gibi izlemesi önemli: Uyku sersemi, alacakaranlıkta, sabah uçağına yetişmek için hazırlanırken, alışverişlerle alabileceğinden fazlasını yüklediği çantasını şekle sokmaya çalışan, yol heyecanının hafif de olsa yokladığı; derli toplu olma, görünme zorunluluğuyla büyütüldüğünden gömleğinin eteğini çekeleyip her daim düzgün görünme çabasında bir kadıncık; komodine kim bilir kaçıncı kez göz atarken “aman bir şey unutmayayım” derdinde, milyarlarca benzeri gibi, artıları eksileriyle Tanrı’nın eşsiz bir parçası, kendini, yaşam deneyimi ile ifade eden, “abla”nın demesiyle “kendi tarikatının biricik şeyhi ve müridi” diğerleri gibi bir insancık.
Bu bakış açısıyla, kayıtta bir başkası olsa, hiç şüphesiz onu da derinden sevebilecek “abla”, tekâmül ile ilgili “Peki nasıl yapacağız?” diye soran damadına verdiği “Kendimizi severek; ama önce, kendi hakkımızda iyi düşünerek…” yanıtını hatırlar; “Sana tamamen senin gibi birini tanıştırsalar, önyargılardan uzak, sen onu sevmez miydin? İşte öyle…”
Kendisine çok benzeyen kendisiyle tanışması, kendini sevmenin bir yolu olması dolayısıyla bu küçük çekim önemli.
“Abla” oda arkadaşı Özge’ye yarattığı bu fırsat için içtenlikle teşekkür eder.

8 Aralık 2018 Cumartesi

“Abla”ya Göre Hâl ve Gidiş 59 (HBT, Black Mirror ve Umut)

 
8 Aralık 2018 tarihli HBT (Herkese Bilim Teknoloji), Digital Kültür ve Yapay Zekâ Konferansı-8’e katılan “abla”, Prof. Dr. Cem Say ile HBT yazarı Tanol Türkoğlu’nun, 2011’de başlayıp 2016’da Netflix tarafından satın alınan bilimkurgu dizisi Black Mirror’ın geleceğe etkileri hakkında söylediklerini dinler:
CS, 2. Sezon 1.bölümden örnekle, eşini kaybeden bir kadının, sosyal medya yazışmalarıyla bıraktığı izin yüklendiği, kocasına benzer robotu satın almasını anlatır. “Ortaya birçok sorun çıkıyor elbet” der, “Günümüzde Rusya’da bir kadın şirketiyle, Amerika’da da babası ölmekte bir adam bu teknolojiyi kullanarak ölümsüzlüğe yatırım yapmakta.”
TT ekler; “MIT’de bir çalışma var, ölüm sonrasında kullanılmak üzere sosyal medya birikimini kullanan yazılım üstüne; tabii 20-30 yıllık veri gerekmekte. Bu şekilde mesela, bir avukata ihtiyacınız olduğunda onun bilgisi size yüklenecek, Matrix’teki helikopter kullanma bilgisinin aktarılması gibi; acemi bir delikanlının romantik bir şairin tavrını sergileyebilmesi mümkün olacak.”
“Bir simülasyonda mı yaşıyoruz? Douglas Adams’ın Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi kitabında sorgulandığında bilgisayarlar ‘42’ yanıtı verir, ardından 42’nin ne olabileceği araştırmasına girişilir... İnsan, üst insan ırkına ulaşamaz, bununla ilgili simülasyon kuramaz, biz bir simülasyondayız, simülasyonun simülasyonu…”
 
CS: “Çin’de hükûmetin yürüttüğü bir kredi sistemi var; dizinin bir bölümü bunu işlemekte ama kredi notunu insanlar vermekte, şu andaki altyapımızla rahatça hayata getirebileceğimiz bir durum.”
TT: “Teknolojik olarak mümkün, kredi kartı kullanımını izleyerek… Kişilerin, karşılaşmalarda olumlu elektrik almadıysa puanını düşürerek… Yere tükürülmesin istiyoruz ama 7/24 izlenmek bizi daha ahlâklı yapar mı? Dizide bir bölümde, internette her gün bir anket yapılıyor, herkes herkesi puanlıyor; toplumun yargı gücünü eline alması, mahalle baskısı dediğimiz, kadının cezalandırıldığı Zorba filminde olduğu gibi…”
 
CS: “Beni oluşturan Uzay Yolu iyimserdi, insanoğlunun kaynakları akıllıca kullanmayı başarabileceği düşüncesindeydi… Bir yerde yatıyor olsaydınız, burada olmak kopyalarınıza yaşatılıyor olsaydı? Mükemmel simülasyonu anlamamız mümkün değil.”
TT: “Belki yaşamımız böyle bir şey, dini inançları da katarsak? Dizide bir başka bölümde, hafızada saklı kayıtları izleyebilen bir aygıt var, sigortacıların sevebileceği; pizza arabası bir adama çarpıyor… Kimse tanık değilse hatamızın cezasını ödemeli miyiz, iyi insan olma seçilmeli mi, dayatılmalı mı?.. Kişi anılarını sonra da izleyebiliyor, unutmak çok da kötü değil, mi?..”
 
CS: “Sosyal medyanın insanlığa zararının yararından fazla olduğunu düşünenlere katılıyorum. Trump’ın seçilmesinde olduğu gibi… İnsan böyle aşırı bağlanmışlığa hazır değil. Söylediğin silinmiyor, istenmeyen bir ölümsüzlük yaratıyor.”
TT: “Sosyal medya içinde doğmuş olanlar hazmediyor, biz pek değil. Ben iyimserim, bizi olumsuz yönde etkileyen, kötü kullananlar, bizim kuşağımız. Mucidi kazanç, iktidar peşinde. Gençler böyle düşünmüyorlar, inşallah bize benzemezler.”
CS: “Teknolojiyi bilmek gerekiyor, yoksa o bizi kullanıyor.”
 
Soru cevap kısmında bir genç, “Dünyanın bittiğini, simülasyonun şart olduğunu” söyler. 23 yaşında bir başkasının “Her eylemimizin izleniyor olması kötü, yeni bir tavır gerekmiyor mu?” sorusu CS tarafından “Atina’da sınırlı bir bölgede birbirlerinin verilerini kullanan böyle bir grup var, sen de kötüye teslim olmayıp böyle bir yazılım geliştirebilirsin” diye yanıtlanır.
“Yapay zekâ Dünya dışından etkilenebilir mi?” sorusu, CS tarafından “Bilim her şeyin bu Dünya’da olup bittiğine inanıyor.” yanıtı alır.
“İstihbarat teşkilatlarında bunun uygulamalarına örnek?” isteyen dinleyici, “İnternet başlangıçta Amerikan askeri projesidir, Echelon sayesinde tüm telefonlar dinlenebiliyor. Üretici her zaman denetler, bağımsızlık iddiasında olan kendi yapmak zorunda…”
 
İlk sezonlarını beğeniyle izlediği ve 28 Aralık’ta 5. Sezonla yeniden başlayacak olmasına sevindiği Black Mirror bilimkurgu dizisi üzerine yapılan, genelde karamsar konuşmalar, Prof. Dr. Cem Say’ın “abla”nın bayıldığı şu cümlesiyle sonuçlanır: “…Umut bazı durumlarda elimizdeki tek şey ama umutsuz olmaz. Bu yıl yine bir sürü çocuk doğuyor, belki bizi onlar kurtaracak.”