7 Mayıs 2014 Çarşamba

“Abla”nın Nisan yolculukları: İlki İzmir, ikincisi Kapadokya, diğeri de… 4


2014 yılı Nisan’ının 27. Günü sabah, kahvaltıda, tümü son derece kibar, saygılı, güler yüzlü garsonlardan biriyle damadın tutturduğu “ne çok satılık yapı var, fiyatlar ne civarda…” konulu sohbette “…genelde yatırım amacıyla alınan konakların onarılıp satıldığı, arkadaki binayı bir armatörün, Rumlara satış yapılmadığından aracıyla aldırdığı, öndeki 450 m2, iki katta 14 oda ile 1000 m2 kapalı alana sahip yenilenmiş konağın 350.000 USD olan fiyatının bir yılda yarıya düştüğü…” bilgisi alınır.

Dönüş yolunda, Mustafapaşa’dan çıkıp Kaymaklı’dan geçerek (80 km) Ihlara Vadisi’ne de uğramayı planlayan üçlünün dikkatini çeken, Mazı köyünü geçer geçmez sağlı sollu, havalandırma bacalarıyla delik deşik tepelerin eteğine oyulmuş, kamyon girebilecek kadar geniş ağızlı mağaraların, izleyen yol boyunca rastlanılan birkaç büyük binaya ve yapılan patates hasadının hacmine bakıldığında depo amaçlı olabileceği sonucuna varılır.

Ihlara’ya 20 km kala gördükleri Narlıgöl*, Krater Gölü tabelasıyla sapan üçlü, yakınında bir kaç termal otel de yer alan küçük, dingin, güzel renkli su parçasını çepeçevre dolanır, fotoğraflar, yollarına devam ederler.

Ihlara Vadisi, köyden alışveriş sırasında öğrendikleri rota ile vardıkları otoparktan, yürüyerek ulaştıkları, vadinin başlangıcından 3250 m içerideki noktadan bilet alınarak girilen ve rahat inilen çok basamaklı merdivenle tabanına varıldıktan sonra yürüyüşe geçilen, 3750 m sonra (kültür emperyalizminin etkisiyle grubun Bellissima diye okuduğu) Belisırma noktasında bir girişi daha bulunan, bir 7750 m sonra da öteki ucu Selime’de sonlanan, Melendiz Çayı’nın yeşillendirdiği iki yanda yüksekliğin yer yer 150 m.ye ulaştığı kayalıklarda sayısız kilise barındıran 14 km’lik cıvıltılı güzel bir vadi.

Suda kayarak giden bir yılanı fotoğraflayıp Yılanlı Kilise’yi gezdikten sonra acıkmış üçlü, tüm grupların soluklandığı gözlemecide mola verir, yola devam edileceği için oradan döner, sıcakta tırmanışı zahmetli merdivenlerin başlangıcına yakın noktada Ağaçaltı Kilisesi’ni de gördükten sonra, yokuş yukarı olduğundan hemen herkesin tepkisini çeken otoparka yürür, yola koyulurlar. Vadinin bıçakla kesilmiş gibi duran diğer ucundaki Selime’de uzaktan gördükleri katedral, gördükleri kadarıyla bile etkileyici.

Giderek bulutlanan havada Aksaray, Ankara geride kalırken “abla”yı gülümseten bir kamyon arkası yazısı: “Tek hayalim tek hayalin olmak”.

Bir mola verip karın doyurmak için, yaklaşırken araştırıp karar kıldıkları,  artık seri biçimde yağan yağmurda Bolu’ya girip D 100 üzerinde, 1981’in son günlerinde “abla”nın kızını doğurduğu Bolu SSK Hastanesi’ni 200 m geçer geçmez karşılarına çıkan Haşim Restaurant’ta inerler. 1938 tarihli lokantanın biri iri yarı diğeri ufak tefek iki kurucusu, S/B bir fotoğrafta eski lokanta önünde, -ihtimal işin bu kadar uzun soluklu olabileceğini hiç akıllarına getirmeden- poz da vermeksizin durmakta… 

Temurhind, gül, kızılcık, kiraz sapı, keçiboynuzu, nane-limon… Osmanlı şerbetleriyle yapılan giriş ardından çok lezzetli mısır çorbası içtiğine, yemekler geldiğinde pişman olan grup, bir kap manda kaymağı alışverişi yaptıkları, işinin erbabı mekândan keşke daha aç gelmiş olsaydık diyerek ayrılırlar.

Bulutlar çökelmiş harika manzaralı dağlar arasından yağmurla kayıp giderken yol, İstanbul’a varmadan giderek kurur. Şanslı üçlü, Fenerbahçe’nin şampiyonluk coşkusunun sokaklara taşmasına az kala burun farkıyla eve kapağı atar; damat maç yorumlarını izlemek üzere TV’ye yönelirken uzak yakın çevreden silah patırtısı başlamıştır bile... Özel araba konforu bir yana “abla”, ikilinin planlamaksızın, bir tür güven duygusuyla kendilerini akışa bırakıp gezme tarzlarına bayılmıştır.

Başlıkta yolculuklarının, …diğeri şeklinde adlandırıp, nereye koyacağını bilemediği kısmını tam olarak kavrayıp yerine yerleştirebilmek için “abla”, bebek kedi sevme bahanesiyle –daha çok, izlediği sitede okuduğu yazılardan birindeki “…Beyninizin “Realite Projektörü” olarak tasarlandığını ve her günün her anında sizi bombardıman eden tüm itkilerden ve deneyimlerden “süreklilik” fikrini yaratmaya hizmet ettiğini anlamanızı istiyoruz. Bu, aslında deneyim ve realite süreksiz ve yanıltıcı olsa da süreklilik “yanılsaması” içinde yaşamanızı sağlar…” bilgisine paralel süreklilik arayışı ile- kızıyla, biraz da korkuyla yine damadın ofisine gider: Belli ki “abla” bu muhteşem enerjiden bir doz daha alabilmek niyetinde; ne yazık, kendisini eşekten düşmüş karpuza döndüren enerji –belki korku ya da yargı yüzünden- artık aynı değil!

Henüz yürümeye başlamadığı 9 aylıktan bu yana şakır şakır konuşurken, ofise ayak basar basmaz sesinin, sözünün tükenişini “yeni insan”ın telepatik iletişime yatkınlığının göstergesi olarak değerlendiren “abla”, ofis dolusu adam farklı frekanstaki arkadaşlarıyla farkına varmaksızın çalışırken en ağır darbeyi neden kendisinin aldığı sorusunu içsel/ruhsal bedeninin değişime, enerjiye açık olmasıyla açıklar. Dışsal/fizik bedeninin ayak uyduramadığı yüksek frekans ise bir tür tehdit olarak algılandığından, -genelde stres altında olduğu zamanlardaki gibi- kesilen soluğunu düzenleyebilmesi “abla”nın iki gün sonra Kuzey Ege’deki evine döndükten sonra birkaç gününü daha alacaktır.

Torununun sergisi için İzmir’e gittiklerinde, Kordon’da, kızının kolunda yürürken nasıl olup da sıyrılıp yere düştüğünü anlayamayan 80’li yaşlardaki komşusuna geçmiş olsun’a uğradığında “abla” kazayı kendince, “kozmik enerji/rahmetle, yeni boyutundaki Yeni Dünya için güncellenirken, eski model bedenlerimiz, değişim enerjisine açık olamadığımız için direnç gösterdiğinden, kısa da olsa bir süre bilincimizin askıya alınması gerekiyor” diye açıklar, ardından da böyle bir ameliyeyi anlatan Lobsang Rampa’nın İkinci Beden kitabını örnek olarak gösterir.

 
Ihlara Vadisi:


Ihlara Vadisi görselleri:


*Narlıgöl efsanesi:


Selime Katedrali görselleri
https://www.google.com.tr/search?q=selime+katedrali&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=n9hpU5zELMmByQPP_oGYAg&sqi=2&ved=0CCcQsAQ&biw=1093&bih=550

 
Haşim Restaurant

5 Mayıs 2014 Pazartesi

“Abla”nın Nisan yolculukları: İlki İzmir, ikincisi Kapadokya, diğeri de… 3

 

2014 yılı Nisan’ının 26. Günü sabah, bir gün önce, gün doğmadan uçurulan balonların 07:00 civarı inmeye başladıklarını öğrenmiş üçlü, fotoğraf çekmek üzere balon takibi için 06:30’da yola çıkar. Bir ara bağlar arasında yanlış yola girseler de, Ürgüp Açık Hava Müzesi yakınındaki kalkış alanını keşfedip, firmaların logolarını taşıyan karşılayıcı balon römorkları ardına takılarak, Zelve’ye kadar tüm araziye yayılmış iniş noktalarından ilkine ulaşmaları uzun sürmez. Koskoca bir balonun, altındaki 15-20 kişinin aralıksız fotoğraf çektiği sepetiyle, zeytin ağaçları üzerinde harı ayarlı alevle fosurdanarak duruşunu sabitledikten sonra, attığı kum torbasının üç kişi tarafından, inişi kolay noktaya çekilişi, römorka yerleştirilişi gibi seyri çok eğlenceli, muhteşem görüntüleri aşağıdan izlemek “abla”ya kalırsa, sepet içinde kaderine razı salınmaktan çok daha iyi.

 

Müşterisi yabancılar ağırlıklı Gül Konakları’na dönüp kahvaltı yapan üçlü, Sapanca çıkışı molada rastladıkları arkadaşlarının önerdiği CCR Otel’i keşfetmek üzere Göreme’ye 6 km mesafedeki Uçhisar’a giderken uğradıkları gün batımı terasında sıkma portakal suyu içerler; “abla”nın tezgâh düzenlemekte iki adama, Burhaniye’de pazarcılardan öğrendiği biçimde siftah ödemesi yapmasına imkân yok: “Sağ elinle, bak abla, ele vermeyeceksin, tezgâha atacaksın, atarken de besmele çekeceksin” talimatına karşın para, sert rüzgâra kapılmasın diye kavanozlar arasına sıkıştırılır, yola devam edilir.

 

Uçhisar’dan varmadan yolları üzerindeki Göreme Açıkhava Müzesi’ni gezen üçlü, Peribacalarına oyulmuş, bazısının girişinde mezarlar da bulunan, çokluk uzun bir masa görevi yapan yükselti çevresindeki kesintisiz sıradan oluşan mutfak, hücre/oda işlevli dar oyuklar ve kalabalık ibadet için tavanları –elbet gözler, bazısı yüzler kazınmış- resimli kiliseleri dolaşırlar.

 

Tazecik yapraklı kavakların filizî yeşil beneklediği, pembe, limonküfü, beyaz, hardal sarısı, somon… dalga dalga renkli, Peribacalı, mağaralı karakteristik manzaraya hâkim –en yüksek kısmında bayrağın dalgalandığı eski bir hisar bulunan- tepeye, taraçalar halinde yerleşmiş CCR otelin bar terası, kabaca ölçüm yapan “abla”ya göre 320 derece görüş açısı sağlamakta. Birer kahve içerken gözlerinin teki telefonunda olan kız damat ikilisi, iş bağlantılarını sürdürürken bir yandan da instagram’a bolca resim koyarlar. Eskiden olsa “kaldırın kafanızı, biraz da sağa sola bakın” diye vızıldanacak olan “abla” son dönem rahmet/kozmik enerji’den payına düşeni tümüyle almış belli ki, “ne güzel” diye düşünmekte, “pek çok insan aynı anda aynı duyguyu paylaşabiliyor bu yolla…”

 

Uçhisar geride kalırken fotoğraf molası verilen, bir başka vadiye bakan Salkım Tepesi, Hasan Dağı ile Erciyes’in kim bilir kaç milyon yıl önce püskürerek doldurduğu havzada en az bir o kadar zaman boyunca, Peribacalarının oluşumuna neden olan rüzgâr ve su aşınması izlerinin rahatça gözlenebildiği bir yer.

 

Üçlünün bir sonraki hedefi Göreme’ye yine 6 km, Zelve: Araba park edilir, bekçi yeraltı kentleri, “biri 7, diğeri 8 katlı” diye anlattığı Derinkuyu ve Kaymaklı hakkında bilgi verir. Acıkan üçlü, tırmandıkları onca basamağa değen, açık hava müzesine yukarıdan bakan, koca bir peribacası dibindeki Peri Kafeterya’da -kendi bahçelerinden- nefis ıspanaklı gözleme ve ev yapımı ayranla karınlarını doyurur; yeraltı kenti görmeye, Nevşehir üzerinden yaklaşık 30 km uzaklıktaki Kaymaklı’ya doğru yola koyulurlar.

 

Sırları henüz tam olarak çözülememiş yapılardan Kaymaklı Yeraltı Kenti, sekiz katın sadece dört katı gezilebiliyor olsa da, tek yönlü gidiş-dönüş bazı yerlerde alttan ve üstten bir de iki yandan daralarak, daralmaya neden olduğundan, -hava bacasının tüm katlara taşıdığı taze hava olmasa ne olur bilinmez- üçlü tarafından rekor denebilecek hızla gezilir. “Abla”nın okuyup gördüğünden aklında kalansa, zamanında çok büyük bir nüfusu barındıran yeraltı kentinin, bozulmadan çok uzun süre yiyecek saklanabilen depoları, dikey duran değirmentaşı büyüklüğünde taşın kaydırılmasıyla gizlenen saklanmaya yarayan uzunluğu belirsiz geçitleri, suyolları, hava kanalları… kazıldıkça büyüyen bir gizem.

 

Çıkışta soluklanılan çay bahçesi yanındaki mekân önünde, üzerinde çeşitli alkollü içkiler ile fiyat listesi yazılı bir tabela, “abla”ya, tüm yörede içkiye gösterilen hoşgörünün, turizm gelirlerinden eşit pay almaktan doğan hoşnutluktan kaynaklandığını düşündürür.

 

Ürgüp’e dönen üçlü, instagram aracılığıyla kendilerini izleyen bir arkadaşları, akrabasının işlettiği Ziggy’nin köy patatesi ile özel tatlısını önerince, muhteşem manzara sunan esintili terasa çıkıp haklı önerinin tadını çıkarır.

 

Sabah portakal suyu içtikleri günbatımı terası, Sunset Point tabelasının yönlendirdiği, seri biçimde bilet kesilen gişe önündeki kalabalığa bakılırsa sözü edildiği kadar iddialı. Giderek artan kalabalık, alkollü içki ile –satıcılardan birinin Japonlar istiyor diyerek getirdiği, “abla”nın Japonya gezisinden tanıdığı bir tür kraker dâhil çeşitli- kuruyemiş eşliğinde, terasın haklı ününe ün katarak güneşi uğurlar.

 

Üçlü “Ürgüp içinde, çarşıda bir tur atsak…” niyetiyle dolanır, kapı önlerine dek yayılmış antikaları karıştırarak ilerlerken, cama yapıştırılmış fotoğraflarda Nicholas Cage, Arif Sağ, Edip Akbayram, Serra Yılmaz… gibi ünlülerle yan yana yer alan aydınlık yüzlü bir adam kapıya gelir. “Abla”nın ilişik gazete kupürlerinden okuduğu –şüphesiz döneminin “yeni insan”larından- Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’ün oğlu, babasının ışıklı muhteşem macerasını anlatırken “abla” birden, heykeli, ortanca kız kardeşini ziyaret için gittikleri sıra Maltepe Üniversitesi kampüsünde gördüğünü ve hikâyeyi de ilk kez ondan duymuş olduğunu hatırlar.

 

Çarşı içinde, tabelalarında gördükleri ağzı kalın bir köpükle sıvalı çömleklerin ne olduğu merakıyla bir lokantada mola veren üçlü, “buranın üzümü Emir ile Dimrit’tir, gerisi Kapadokya yöresi şarabı değildir” diyen becerikli garsondan hem yöre şarabı hakkında, hem de testi kebabı hakkında bilgi alırlar: “Yörenin toprağından yapılma, lezzeti de oradan gelir, sırsız testi içine konan, dana eti, domates, biber, soğan, sarımsak, baharat ve yöre otlarından fesleğen, kekik üç saatte pişer; ama ben pişmişini vereceğim” diyerek ağzı sıkıca hamurla kapatılmış sıcak testiyi kırması için damada uzatır. Satırın sırtı ile boyun kısmına indirilen darbeyle kırılan testiden çıkan, garsonun anlatımını hak etmeyen, malzemesi epey yufka yemek, üçlüyü hayal kırıklığına uğratır.

 

Çarşıdaki en geniş cepheli dükkânlar kuruyemişçilere ait; ayçiçeği çekirdeğinin bile sütle kavrulduğu yörenin bu konuda uzmanlığı pek geniş…

 

Uzun gün sonunda yorgun üçlü, ertesi sabah dönüşe geçileceği için erken yatma niyetiyle otele döner: “Soru”nun renkli neon ışıltısı yastığının altından çakıp sönmekte ise de, yörenin olağanüstü yapısı ve havasıyla kalp çakrasındaki acı hafiflemiş, dinginleşmiş “abla”, giderek “yeni insan”lardan biriyle karşılaştığı fikrinde netleşir.

 

Uçhisar CCR Hotel görselleri:


 

Peribacası

http://tr.wikipedia.org/wiki/Peribacas%C4%B1

 

Peribacası görselleri:


 

Kaymaklı Yeraltı Kenti

http://www.nevsehirkulturturizm.gov.tr/TR,74262/kaymakli-yeralti-sehri.html

 

Kaymaklı Yeraltı Kenti görselleri:


 

Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz


3 Mayıs 2014 Cumartesi

"Abla"nın Nisan yolculukları: İlki İzmir, ikincisi Kapadokya, diğeri de… 2

 
2014 yılı Nisan’ının 25. Günü 06:30 suları Okmeydanı’ndan Kapadokya yönünde yola çıkan üçlüyü kahvaltı için durdukları mola yerinde bir sürpriz beklemekte; eş dost grubunun değerli bir üyesi, “abla”nın doğum haritasını da çıkarmış arkadaşları, bir önceki gece Sapanca’da konakladığından aynı noktada mola vermiş. Mucize türünden, “hani sözleşilse olmaz!” karşılaşması değerlendirilir; uzun sohbet, “abla” “yolcu yolunda gerek” demese hiç bitmeyecek.
 
Aksaray’dan sonra, müziğin susmasından da anlaşıldığı kadarıyla 20 dakika kadar internet bağlantısının kesildiği, giderek kıraçlaşan coğrafyayı yorgan şefkatiyle örten yağmur bulutları altında, “abla”nın aklının hiç ermediği, yer isimlerinin zor anlaşıldığı İngilizce yönlendirmeyle sorunsuz alınan yol, yaklaşık 850 km sonunda 15:30 civarı, Ürgüp’e 5 km uzaklıktaki, eski adıyla Sinasos, Mustafapaşa’ya varır, küçük bir meydana bakan Gül Konakları’nda sona erer.
 
Yağmurla girdikleri avluya bakan odalardan birinde giriş yapılır, yöre haritası üzerinde izlenesi güzergâhlar belirlenir; üçlü, eşyalarını, arkadaki diğer konakta yer alan, taş avlu ortasındaki küçük gül kameriyesine bakan odalarına yerleştirene dek yağmur diner, hava aydınlanır, ısınır. Kahvaltıdan sonra, Ankara Aksaray arasına yol boyu dizili satıcılardan alışveriş yapıp elle kırılabilen lezzetli Kaman cevizi, sütle kavrulduğundan sütlü badem gibi yöreye özgü kuruyemişle ertelenen öğle öğünü için yine internete başvurup lokanta seçen kızıyla damadına takılan “abla”, gezinin tümü boyunca ikilinin gezme tarzını hayranlıkla izler.
 
Ürgüp’te bir tur atıp Göreme’ye devam eden üçlü Seten Restaurant için birkaç sokak tırmanır ve saat 17:30 olduğu için boş, geniş bir panoramaya bakan güzel bir odada; ıspanaklı paçanga, limon domates maydanoz ve soğanla folyoda pişmiş pastırma, yöreye özgü sulu minik bulgur köftesi, -“abla”nın Konya’da Mevlâna gezisi sırasında dergâhta tattığı- minik bamya kurusu yemeği, -servis yapan beyle “abla”nın tutturduğu, kabak çiçeği dolmasının pirinçli, dereotlu, zeytinyağlı Ege versiyonu sohbeti eşliğinde-, yörede halkın çekirdeği için yetiştirdiği kabağın çiçeğinden, kıymalı, bulgurlu, pul biberli yapılıp sarımsaklı yoğurtla servis edilen sıcak kabak çiçeği dolması, özgün biçimi korunmuş güzel mekânda keyifle yenir.
 
Çevreyle uyumlu, görgülü yapılaşmanın göz okşadığı çanağa yerleşmiş Göreme’ye hâkim tepede günbatımı, bulutların cilvesi yüzünden izlenemez. Üçlü, bir arkadaşlarının önerisi üzerine Zultanit isimli, Türkiye’de Muğla Milas’tan çıkan değerli taşın izini sürmeye girişirler. Göreme meydanına bakan bir dükkânda kesilmiş olarak satılan, zihin açıklığı, güven sağlayıp negatif enerjiyi emme türünden özellikleri olan taşın benzeri, -“abla”nın, babasının böyle bir yüzüğü olduğunu hatırladığı- Aleksandrite, Rusya’da çıkarılmakta. Tanıtım sırasında beyaz ve sarı ışık altında tamamen farklı berrak, birçok renge bürünen, “ülkede çıkarılan en değerli taş Zultanit” gerçekten büyüleyici.
 
Grup, günün yorgunluğuyla Gül Konakları’na dönüp birer kahve içerken yağmur kokusu yüklü tatlı ılık esintili avluda had safhada gebe kedi Kızım’ı sever, odalarına çekilirler. Yarı yarıya ahşabın yumuşattığı odanın girişinde kapının iki yanında ve bir de tepede küçük yuvarlak vitraylı pencereli taş duvarlar, tonoz tavan, duvarlar boyu yüksek raf, iki yatak, çift kapılı dolap, masa sandalye, ahşap girintide dolaba saklı buzdolabı ile küçük TV, geniş ferah, özgünlüğü armatürlere dek olabildiğince korunmuş banyo; rahat, ferah, sıcacık odasında, yol boyu uyumamış ve ne kadar yorgun olsa da “abla” TV’de Yalan Dünya’yı izlemeden uyumayacaktır.
 
Burcunun temel özelliği “habercilik” gereği, kendisini her zaman doğru bilmek ve bildirmekle sorumlu sayan “abla” sabah ezanıyla uyanır; yeni güne başlarken soruyu bıraktığı yerde bulur: “O neydi?.. Lütfen Tanrım,” diye seslenir bir kez daha, “anlamamı sağla”…
 
Ürgüp Görselleri:
 
Göreme Görselleri:
https://www.google.com.tr/search?q=G%C3%B6reme&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=XHljU-bYGYrYoASf5IHYDA&ved=0CCcQsAQ&biw=1093&bih=538
 
Mustafapaşa Gül Konakları:
 
Zultanit:

1 Mayıs 2014 Perşembe

"Abla"nın Nisan yolculukları: İlki İzmir, ikincisi Kapadokya, diğeri de… 1

 
50 yıldır sizinleyiz sloganıyla, 50 yılda ülkenin her yöresinden zahter, şıra, kızılcık, gelincik, gül şerbeti, turşu, koruk, şalgam suyu gibi çiçek meyve sebze tahıldan mamûl, kendine özgü bin bir içeceğini silip süpürmüş gazlı içecek markasının, becerikli reklamcı elinde şekillenmiş dokunaklı TV filmine gözü takıldıkça “milliyetçilik” konusundaki ısrara gülesi gelen “abla”, İstanbul’daki yükseköğrenimi sırasında, en masumu kurt başlı muştalarıyla yarattıkları dehşete yakından tanık olduğu sarkık bıyıklı gençlerin bir alt kuşağına, yine de, kötünün iyisi diyerek sözbirliği ettiği komşuları gibi, son iki seçimde oy verir.
 
“Abla”nın fedakârlığı sonuç vermez; partisinden ziyade borç içindeki belediye bütçesini selamete kavuşturmasıyla öne çıkmış beyefendi aday, belediye başkanlığını az farkla iktidar partisi adayına kaptırarak beldede hayâl kırıklığı yaratır. Ertesi sabah pazara inenlerin, arabada yarattıkları, gençlerin hırçın itirazlarıyla karışık yaşlıların mütevekkil “hayırlısı…” curcunasına, köyden, ufak tefek 60’lı yaşlarda Küçük Zeliha son verir; “biz halkız” der, “bizim herkesle, her yerde işimiz olur”.
 
Manzara belli olup, sonuç vermeyen itirazlar yapılırken havaya sinen gerilime dayanamayan “abla” dikkatini dağıtmak, daha da çok İzmir’in Tahtakalesi Kemeraltı’nı keşfetmek üzere, 2014 yılı Nisan’ının ilk günü, beyazlar giymiş iki kadının, sağ arka tekerlekleri altında kaldıkları iki otobüs tarafından ezilişi ama hiç zarar görmeyişi, beyaz giysilerinin bile tertemiz kalışı rüyasından dehşet içinde uyanıp hazırlanır, 8:00 servisiyle Karaağaç'a, oradan da 8:40'ta İzmir'e yollanır.
 
Yörenin otobüs firması Sebat’ın 11:30'da, metro durağı Egekent'te indirdiği “abla” hemen, aynı otobüsten inen bir öğrenciye yapışır. Büyük şans, o da Konak'a gitmektedir; “abla”ya İzban kartı aldırır, yükletir, birlikte Halkapınar'dan aktarmayla 12:30 gibi Konak Meydanı'na ulaşırlar. Uzun yol boyu yaptıkları kısmen ezoterik derin sohbet sonucu neredeyse akraba olmuş ikili vedalaşır, ayrı yönlere uzaklaşırlar. Bu genç öğrenci, araçların duruş kalkışları sırasında zarifçe uyarıp şefkatle kolladığı “abla”ya kalırsa, Yeni Dünya’yı şekillendirecek, güzel “yeni insan”lardan biri.
 
İzmir'in Tahtakalesi Kemeraltı, Tahtakale'nin üçte biri kadar olmakla beraber 250-300 TL'lik alışverişle –hediyelere iliştirilmek üzere iyi dileklerin yazılabildiği, kendi tasarımı minikartları üretirken kullandığı, boncuk, metal, ip türünden- acil ihtiyacını görse de, “abla”ya kalırsa, hem çeşit sınırlı hem de pahalı. Şenlikli sokakların açıldığı meydancıkların birinde mola verip bol aksesuarlı nefis döner de yedikten sonra işi 14:30 gibi biten “abla” yine metro ile Halkapınar'dan aktarma yapıp bu kez, yolun daha ucuz ve kısa olduğunu öğrendiği Aliağa'ya döner.
 
İzmir otogarından 16:00'da çıkan aracına Aliağa'dan 17:00'de binmeden önce Sebat yazıhanesinde beklerken, burunlu Austin otobüslerin süslediği 1930'lu yıllara ait eski fotoğraflarla dolu büyük çerçeveyi incelediğini gördüğü “abla”ya, firmanın kurucusunun oğlu 86 yaşındaki filinta gibi bey, "bu ben, bu babam" diyerek tek tek anlatır; sözlerini bağlarken de, "Kamil Koç'un elinde belge yok, kızları öyle diyor ama” der, “babamın ehliyeti 1925 tarihli, biz daha eskiyiz".
 
Karaağaç’ta inip taksi ile 19:00'da eve vardığında, Sarman’ın sevecenliği ve giderken ağız kısmına lastikle 10TL tutturduğu boş damacananın dolusuyla karşılanan “abla”nın günübirlik İzmir macerası başarıyla sonuçlanmıştır.
 
İlkokul ikinci ve üçüncü sınıf öğrencisi olduğu 60’ların sonlarında, babasının Niğde Aksaray’daki kaymakamlığı sırasında kim bilir kaç kez gidilmiş Ihlara Vadisi’nin en bâkir zamanına ait anılardan aklında hiç bir şey kalmamış “abla” epeydir Kapadokya, Kapadokya… diye sayıklamaktayken kızı ile damadı Nisan sonu birkaç günlük boşluk ayarlayıp Kapadokya’yı görmeye niyetlenirler.
 
“Tahtakale’ye uğrarım, bir de damadın ofisine kapılanan bebek kediyi severim” türünden planlarla Kapadokya grubuna katılmak üzere İstanbul’a varan “abla”, burada, allak bullak edici bir deneyim, adını koyamadığı bir şey yaşar.
 
2014 yılı Nisan’ının 23. Günü, çarşılar kapalıdır deyip bebek kedi sevme planını öne alan “abla” kızına takılır damadın Cihangir’deki ofisine varırlar. Çalışanlardan biri, bebek kedinin gömleğinin koluna girip uyumaya bayıldığı, kabarık saçlı genç bir adam, “abla”yı karşılaştıkları ilk andan başlayarak, tuhaf ve çok güçlü biçimde etkiler. Yüzüne, gözlerine bakamadığı, sırtı –bereket!- kendisine dönük çalışmakta olan gencin çevresinde belirip kaybolan, gözüyle görmediği ama rahatça resmedebileceği, tırtıklı kenarları birbirine geçmiş, biri turuncumsu diğeri yeşil iki parlak renkli alana “abla” parmak uçlarıyla dokunabilse, sanki gizem çözülecek! Sonraları bu muhteşem enerjinin, bir ihtimal “yeni insan”ların taşıdığı türden yüksek frekans düzeyiyle bağlantılı olabileceği fikrine varsa da “abla”, ofisten ayrılıp kardeşi ve arkadaşıyla buluşmaya gittiği Hayat Meyhanesi’nde ayrılık acısı ile aynı frekansta olsa gerek çok yoğun bir acıyı,-rakının sağaltıcı desteğine karşın- kalp çakrası*nda ağır biçimde yaşar. Dönüşlerinde kızıyla damadına bu karşılaşmayı, varlığı fark edilmeyen cam kapıdan hızla geçmeye çalışmak gibi diye açıklar.
 
Ertesi gün yağmurda Tahtakale’de alışveriş ederken, bir sonraki gün yola çıktıkları Kapadokya gezisi boyunca “abla”ya eşlik eden, aşkı aşan muhteşem duygu, kalp çakrasındaki ayrılık benzeri acı yanı sıra, aklında da çınlayıp duran “bu neydi?” sorusu.
 
 
Kemeraltı Çarşısı:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kemeralt%C4%B1_%C3%87ar%C5%9F%C4%B1s%C4%B1
 
Kemeraltı görselleri:
 
*kalp çakrası