29 Aralık 2011 Perşembe

"Abla"nın kağıt helva sağlamlığındaki doğrularını ufalayan küçücük bir hikaye

İskender Pala, Bir Yunus Romanı OD, sayfa 325'ten:
...Sonra bir nida duyuldu: "Elestü bi-Rabbiküm!.." yani ki "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Bu öyle bir nida idi ki cevabı herkesin hayranlığı içinde gizlenmişti; herkes bu sorunun cevabını kendiliğinden biliyordu; herkes aynı anda ve bir ağızdan "Kalu / dediler:" "Bela!.. Bela!.. Bela!.." Her dilde değil, tek dilde, ezel dilinde bu "bela"lar "Evet, elbette öyledir, Sen bizim Rabbimizsin!" demekti. Olumsuz sorulara verilen bir olumluluk cevabı. "Evet" anlamına gelen yığınla kelimeden biri... Buna rağmen hiçbir ruh, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna doğrudan doğruya "Evet!" demedi. Çünkü o vakit cevap, haşa ki "Evet, sen bizim Rabbimiz değilsin!" olacaktı...

Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları III, Kimya Hatun, sayfa 181'den:
Elest bezminde Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye seslenmesine karşılık kulların "Evet" diye cevap vermesi, Allah ile kul arasındaki ilk muhabbet ve bir tür "misak", yani antlaşmadır. Hatta buna bir aşk sözleşmesi de diyebiliriz.

Habertürk'de Bilinmeyen isimli programda Darwin'in Evrim Teorisi: Diyanet'ten bir bey, -ne yapıp edip ebeveyninin onayını almaya çalışan yeniyetme hüznü içinde- "insanın kusursuz bir varlık" olduğu iddia ederken, "abla" için bile, aklının erdiği kadarıyla biyolojik döngünün gerçekleşebilmesi için, ölüm gereklilik iken, ODTÜ'den biyoloji hocası hanım katı ebeveyn rolünde, "hastalık ve ölüm insan varlığının kusurlarıdır" demekte.

Mayaların, Güneş lekelerinin döngüsü periyodu ile açıklayıp kanıtladıkları Zamanların Sonu'na (24 Aralık 2012) az zaman kala, fizik ile metafizik arasındaki boşluk giderek daralır, çakışmaya yaklaşırken tanık olunan her kafadan ayrı ses, -felsefeci ortanca kız kardeşinin sonsuz huzurunu kaçırarak, arada ortaya Darwin lâfı atıp, ihtimal ego'su Sebastian'ı tatmin peşinde- "abla"ya kalırsa, kullarının kendisine öykünmesine kızan Tanrı'nın ceza olarak dilleri karıştırmasından* bu yana, insanoğlunun da yüzyıllardır üşenmeyip yargıları, kavramları, değerleri... karıştırmasıyla, "körlerin fil tarifi"ne dönmüş. Sonuç, her bir körün tuttuğu yerin, "tartışılmaz tek fil gerçeği" iddiasıyla ortaya çıkan, eşsiz bir mizah başyapıtı!

"Son çıkış"ı olmayan köprüye girdiği duygusuyla, yaklaşanın kıyamet değil kıyam, yani bilincin ayağa kalkışı, uyanışı olduğunu bilip, giderek netleşen "abla"nın tül torba dikme maratonu sırasında, aç kalmayasın diyerek kendisine öteki koydan yemek taşıyan Ukraynalı sevgili komşusu bir hikaye anlatır. "Abla"nın, kağıt helva sağlamlığındaki doğrularını ufalayan bir hikaye.

"Odesa'da bir komşumuz vardı, iki kızı oldu, büyük kız normaldi, küçük cüce çıktı. Sirkten istediler, o zamanlarda sirklerde cüceleri gösterirdiler, cüce kızı annesi vermedi. Sonra annesi babası öldüler, ablası da 50 yaşlarında genç öldü. Bu gidişimde Odesa'da cüce kıza uğradım, çok yalnız kalmış ağlıyor, keşke dedi beni sirke verselerdi..."


19 Aralık 2011 Pazartesi

399 tül torba sonra "abla", sonunda, kendine yazma izni verir.

Kasım sonu Merkür geri gidişi ilk günlerinde, gazinodaki koca hasır şemsiyelerden üçünü kırıp savuran poyraz fırtınasından gözü yılıp kendini on günlüğüne İstanbul'a atan "abla"nın ilk durağı, gelişine, laptopunu da getir talimatıyla pek sevinen ortancanın Ataşehir'deki evi olur.

Ortancaya, yeni üniversitesinin akreditasyon işlemleriyle ilgili -küçük kız kardeşin "abla"nın haklı hayranlığını kazanan akıl kıvraklığıyla döşediği- listeleri temize çekmede yardım eden "abla", İstanbul'a gelişinden iki gün sonra kızının evine varır.

Ertesi sabah ana kızın ilk işi, Tarsem Singh'in Ölümsüzler'ini izlemek olur. Yönetmenin geniş hayal gücüne karşın, Ege Adaları'nda kehanet merkezi kayalıklarla göğün Tanrılar katı arasına sıkışmış görünen, üç boyut gözlükleriyle beğenerek izledikleri filmin esas oğlanı "abla"ya göre Angel Heart'tan bu yana hayran olduğu Mickey Rourke.

İzleyen günlerde, Cadde'de, önce kardeşleriyle Onur Ünlü'nün yönettiği Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi'ni gören "abla", Celal Tan'ın (Selçuk Yöntem) ödül konuşması sırasında kürsüde geçirdiği değişim ile, Turan Altaylı'nın (Köksal Engür) son nefesinde yarım yamalak şehadet getirişine bayıldığı kara komediyi beğenirken, -tahminen- dinî içerikli esprilere nasıl tepki vereceğini kestiremeyip pek çok kahkaha yerine ufak tefek kıkırtıyla yetinen izleyiciyi beğenmez.

Kuzenlerinin de katılımıyla üçüncü kuşak Giritliler olarak izledikleri Çağan Irmak'tan bir güzel film Dedemin İnsanları, oy birliğiyle beğenilir. Anlatılan sanki, Gülcemal vapuruyla Hanya'dan 1924'te göçmüş anneannelerinin, kendilerinin öyküsüdür. Plaj işletmecisinin nasılsa gözden kaçmış, "...sizin gezi de yalan oldu yani!" sözü hariç, ebeveyn evlat ilişkisinin kendine özgü dilini yansıtan muhteşem diyaloglar, oğlanın, annesinin müşterisi kadını taklit ederken kullandığı -"abla" ve kardeşlerine kendi çocukluklarından tanıdık- mimik, çevre düzeni; tarihin, değerlerin, kalplerin kırılışının, yönetmenin kendine özgü duyarlılığıyla anlatılışı çok başarılı.

Filmekimi filmlerini toplama merakındaki kızının önüne sürdüğü iki filmden ilki, Mike Cahill yönetiminde Another Earth: Genç bir kız, trafik kazasıyla karısının ve oğlunun ölümüne neden olduğu bestecinin yaşamına, cezasını çekmesine karşın, suçluluk duygusuyla dahil olur. Yükünden kurtulması, güzel bir yazıyla kazandığı "diğer Dünya'yı ziyaret ödülü"nü besteciye aktarmasıyla mümkün olur. Dünya'nın aynı bir Dünya'da "abla"nın aynı bir "abla" fikri bir zaman aklını kurcalasa da, bundan bir bilgi (fayda?) elde edemeyeceği, bir yere ulaşamayacağının bilincinde "abla" takibi bırakır.

İkinci Filmekimi filmi, çoktandır aklında, "abla"nın her daim, günümüzün en iyi yönetmeni dediği Lars von Trier'den Melancholia: Mayaların güneş lekeleri periyoduna bağlayarak Zamanların Sonu diye adlandırdıkları "bir üst bilinç düzeyine geçiş" sınırı yaklaştıkça, gişede daha başarılı olduğu kesin felaket-kehanet filmlerine bir ekleme de Trier'den; elbette onun, olağanüstü sinemacı bakışı farkıyla. Kırsaldaki şatosunda kız kardeşinin düğününü organize eden Claire (Charlotte Gainsbourg) ve kocası John (Kiefer Sutherlend) için tek amaç, duygusallığı dengesizlik sınırında Justine'in (Kirsten Dunst) mutluluğudur. Düğündeki küçük dokunuşlarla anne, her zaman muhteşem (Charlotte Rampling) ile babanın (John Hurt) karakterleri hakkında yeterli fikir edinen izleyici için Justine'in durumu anlaşılır gibi olursa da, -"abla"ya göre yaklaşmakta olan iri gök cisminin tetiklediği- krizlerden biriyle yine darmadağın, ablasına sığınan genç kadın, filmin finalinde yeğeniyle yaptıkları melek mağarasında el ele tutuşmuş otururlarken, nihayet huzur bulmuş gibidir. Oğlanın yaptığı -göğse dayayıp bakılarak gök cisminin mesafesinin ölçüldüğü- tel gereç, babanın teleskop başındaki gözlemi sırasında sürecin tersine döndüğünü anladığı andaki kısacık ifadesi, gelişmeler karşısında karısıyla değiştikleri karakter ve yaklaşım biçimi... Üç beş kişiyle, neredeyse tek mekanda, alçak gönüllü biçimde anlatılmış muhteşem bilimkurgu gerilim "abla"yı, -bir önceki filmi Antichrist'tan da çok etkilendiği yönetmen hakkında- bir kez daha haklı çıkarır. Ev halkına duygularını aktarırken "abla", "ben kollarımı açarak karşılardım" der, "o kısa aralıkta ölüm acı vermez; bir olmanın, evrenin bir parçası olup toza dönüşmenin, bunun tanığı olmanın ihtişamını düşünsenize!"

Arkadaşlarını arama fırsatı bulamayacağından İstanbul'a gelişini saklayan "abla", takı tasarımcısı müşterisinden gizlenmez. Hemen her zaman sevinç üreten bir araya gelişlerinin sonuncusunda, Amerika'ya mücevher ihracına niyetlenmiş hanımla yardımcısını yürekleri ağızlarında bulan "abla"nın, o telaştan payına 600 adet tül torba dikmek düşer.

Döner dönmez Burhaniye ve Edremit'ten topladığı malzemeyle annesinden kalma dikiş makinesine çöken "abla", ancak 399. torbayı diktikten sonra kendine yazma izni verse de eyleme geçmesi için, Yunus olmanın ne olduğunu pek güzel anlatan kitabın, -Bir "Yunus" Romanı OD, İskender Pala, Kapı Yayınları 2011- 167. sayfasının en altında rastladığı "...Şiir kavramı o gün içimde başka bir değer bulmuştu. O güne kadar şiir söylemek gibi bir arzum hiç olmamıştı. Allah Kur'an'daki "Şuara" suresinde "Şairlere sapkınlar uyar!" buyuruyor ve "Yasin" suresinde de "Biz o peygambere şiir öğretmedik; zaten ona yaraşmazdı!" diyordu. Ama Mevlâna Hüdavendigâr şiir söylüyor ve benimle kafiye oyunu oynuyordu. Bunu hiç unutmayacaktım..." satırlarını okuması gerekir.

Bu satırlar "abla"ya, Peygamber Enok'un Kitabı'nı hatırlatır: Hermes Yayınları'ndan çıkmış kitapta, Dünya yaşamına uyum amacıyla titreşimlerini düşürdüklerinden "düşmüş melekler" diye anılan, kendilerini baştan çıkaran insan kızlarıyla yatıp onlardan edindikleri çocuklara savaşmayı, madenciliği, bitkileri... öğreten, gözcülükle görevli bir tür teknik ekipten söz edilir.

Muhammed Peygamber'in kitabı Kur'an'da ..o peygambere şiir öğretmedik...lerini söyleyen "Biz" ile Peygamber Enok'un Kitabı'ndaki "gözcüler" "abla"ya göre birbirinden çok farklı değil; "Biz, gözcüler ve daha niceleri" diye düşünür, "denize dönme çabasıyla damlacık olarak yol alırken rastladığımız iyi niyetli rehberler, öğretmenler..."

Senbilirsinabla kitabı macerası sırasında -ki, sonradan anlaşıldığı üzere Burhaniye'deki matbaanın teknik olanaksızlığı nedeniyle kitabın baskı aşamasında İzmir'e yapacağı ziyaretlerin maddi zahmetinin eklenmesiyle ortaya çıkan bütçe, evdeki hesabı kat be kat aşacaktır; o ara "abla"nın aklına yeniden düşen "klasikler hurdacı arabalarında dağlar oluştururken bir senbilirsinabla kitabı şart mı?" sorusuyla proje bir ihtimal bir daha gündeme gelmeyecek biçimde askıya alınır- birmilyonkalem'deki editörlerine "haftada-on günde bir yazı" sözü vermiş "abla", yazacağı bunca şey varken siparişin üçte ikisini tamamlaması yetmez, 399. tül torbaya ilaveten "Biz..." iteklemesine ihtiyaç duyar.

İstanbul dönüşü, kırağı düşmüş bir kaç ayaz sabah sonrası sakinleşerek, papatyaları şaşırtıp dışarı uğratan mırıl mırıl yağışlı ılık lodos göğü 10 Aralık akşamı açılır, muhteşem ay tutulması elle tutulurcasına temiz izlenir. Yağmurla birlikte, bugün 30 yaşına basacak kızının -su grubu mensubu kocasını yaradılışına aykırı biçimde, ateş grubu kendisi hızıyla davranmadığı için şikayet etmesiyle- açtığı "abla"nın gözyaşı muslukları akar da akar. Belli ki, anneliği kayıtsız şartsız sorumluluk sanan "abla", "ikiniz de 30 yaşındasınız artık, aranızda halledin sorunlarınızı..." bilincine ulaşırken, bir yandan da geniş kapsamlı arınma yaşamakta.

Kitaplar, filmler, dikiş, bilinç değişikliği, arınma derken, telefon işletmesi de "abla"ya eşsiz bir fırsat sunar: Kasım ortası, arayan numarayı gösteren sabit telefonu beklenmedik biçimde bu vasfını kaybeder! "Yeni hizmetlerinden birini..." daha dinlemeye sabrının elvermediği günlerden edindiği "Fatma Hanım yurt dışında... Pazardan dönmedi, akşam ararsanız..." türünden savunma stratejisine misilleme saydığı/sandığı bu kayıp "abla" için önemlidir; eve her dönüşte ilk olarak aranıp aranmadığına bakar, kızının, kardeşlerinin, kendisiyle ilgili "orada yalnız, bir başına..." kaygılarını böylece savuşturur. Burhaniye'de emekli bir PTT şebeke memuruna kontrol ettirdiği telefonu sağlamdır, internetten yaptığı şikayet başvurusuna gelen teknik adamlar orayı burayı kurcalarlar, ilk başta arıza giderilmiş görünse de izleyen günlerde telefon arayan numarayı göstermemekte direnir. "Abla" ciddi ciddi yeniden cep telefonu edinmeyi düşünmeye başlar.

Demeye kalmadan, gözyaşı selleri sırasında bir kaç tıkanıklık daha açılmış olmalı ki "abla" birden bunun "kontrol!" takıntısıyla bağlantılı olabileceğini keşfeder. "Öyle ya" der kendi kendine, "eskiden de arayanı bilmiyorduk, alacaklımıza da vereceklimize de aynı tonda alo diyerek..." Telefon işletmesinden intikam rengi de taşıyan cep telefonu alma fikrini rafa kaldıran "abla", işi kendisini Dünyanın tüm acılarından sorumlu olduğu zannına vardıran ego'su Sebastian'ı göz altına alır.

Görünüşe göre, beyzbol topu iriliğinde nanoteknoloji ürünü yeşil plastik topla, "sadece su" ile çamaşır yıkamaya başladığı günlerde "abla", sonradan bağımlısı olduğu deterjan, yumuşatıcı, ille de kireç giderici gibisinden dayatılmış / yapay alışkanlıklarından sıyrıldığı gibi, deniz olmaya yürürken ayağına dolanan, korku temelli "kontrolü elden kaçırırsam..." dayatmasından da yavaşça arınmakta.