19 Mayıs 2009 Salı

Dört uçan balona dönüşüp, “abla”yı özgürleştiren dört gülle.

Film festivalini izlerken, akşamlarına serpiştirdiği arkadaş buluşmalarında "abla", aklına takılmış, yıllara yayılmış dört büyük meselenin çözümlendiği bir kaç oturum gerçekleştirir; öyle ki her biri ayak bileğine bağlı birer adet güllenin çözülmesini, ruhunun gözle görülür biçimde hafiflemesini sağlar.

Severek ürettiği el yapımı kartlarını, ego'su Sebastian'ın azmettirmesiyle, herkes görsün, duyduğu sevinci paylaşsın, bir adım daha ileri giderek -mümkünse- hayran olsun talimatları uyarınca, ne yapıp edip sergilemesi gerektiği fikrine kapılan "abla"nın yardımına, özel bir kadın olan moda tasarımcısı arkadaşı koşar ve yaklaşmakta olan deri fuarında -bedelsiz- bir stand ayarlar. Dayısı ile birlikte, oluklu kartonla kaplayıp –kartları astıkları- misinalara bağlı kancalarla döşedikleri standda, Rusya'daki bir mağazanın açılış kokteyli için el yapımı davetiyeler üretmiş "abla"nın, artakalan kürk ve deri parçalarıyla ürettiği yüzü aşkın tebrik kartı sergilenir. 75 adedini daha sonra, Aziz Nesin’in, doğum günü kutlaması için gittiği, Çatalça’daki muhteşem mirası Nesin Vakfı'na bağışladığı deri-kürk el yapımı kartlar, "abla"nın bir başka sevgili arkadaşının Antalya'da açılışına aracılık ettiği düğmeli kart sergisinden sonraki ikinci geniş çaplı projesidir.

Çok mutlu "abla"nın, gönül borcunu ödeyemeyeceğinden emin olduğu moda tasarımcısı arkadaşının işi/yolu bir gün, kuzeniyle çalıştıkları kutu dükkânına düşer. O sırada bir başka müşteriyle ilgilendiğinden kuzeninin devraldığı, -aksilik- çözümlenemeyen iş, "abla"nın borcunun hiç değilse bir kısmını ödemesine olanak vermez. Bir kaç yıldır yüreğinde/ayak bileğinde taşıdığı/sürüdüğü gönül borcu dolayısıyla boynu eğik "abla", aralarında, ihtişamı, bir çocuk masumiyetiyle yalnızca sevgiye programlanmış yüreğinden gelen modacı arkadaşının da olduğu küçük arkadaş grubuyla, Nevizade’de buluşur.

Tek bir bakış!
Yıllar sonra, ödenmeyeceği âşikâr borca dair en ufak bir imâ taşımayan, onun yerine, Çinlilerin en erkeksi sayı dedikleri 23 tarihli bir günde doğmuş “abla”daki erkeğe çocuksu merakla bakan, ölçülemeyecek kadar kısa zaman aralığında o erkeği gören, bunu gördüğünü gizleyemeyen çok saf, çok kadın, çok güzel, “abla”nın ayak bileğindeki güllelerden birini kırmızı renkli uçan balona dönüştüren muhteşem bakış!

İkinci görüşme, “abla”nın bekâretle ilgili bir yargısını, daha çok ortaya koyuş biçimine alındığını, kırgınlığını yıllara yaydığını sandığı çok sevgili eski arkadaşıyla buluşması…. Affedilmeyi beklerken kendi kendini affeden “abla” bir bakar ki, kendisi, kendi kendine yarattığı minik hüzün gölünde debelenir, güllesinin ağırlığıyla dibe batmaya direnirken öteki, annesinin, yetmezmiş gibi anne olma hayâlinin kaybıyla, bu arada işsizlik ve onun maddî sonuçlarıyla başa çıkmaya, başını suyun üzerinde tutmaya çalıştığı bir beş yılı geride bırakmış! İki kadın, yine Nevizade’de, bir başka akşam, neşeli Cuma akşamı uğultusu elverdiğince, dip dibe iki masada çalıştıkları eski güzel günlerdeki derin sevgiyle, uzun uzun konuşurlar; “abla”nın bileğinden bir gülle daha çözülür, yükselir, parlak mavi bir balon olur.

“Abla”nın üçüncü görüşmesi, doğum haritasını çıkaran arkadaşıyla, bir Zencefil akşamı, güzelim sebze yemekleri yanında güzel şarap eşliğinde gerçekleşir. Kendisine, Güney Ay düğümünde görünen Boğa karakterinin tutuculuğunu terk edip, Kuzey Ay düğümünde beliren partnerliğe açık Akrep yanına yönelmesini öneren arkadaşıyla konuşurlarken lâf, doğum haritası detayları arasında zaman kalmayan cinsellik konusuna gelir. Arkadaşı, -bir ihtimâl- “…Akrep, partnerlik…” derken, “abla”nın, katı “sevmediğim adamla sevişemem” ilkesi yüzünden varlığını reddettiği cinselliği konusunu didikler; ola ki esneklik ilhâm etmesi ümidiyle, “Peynir” der, “tek çeşit peynirle de yetinilebilir, ama değişik peynirlerin bir arada olduğu bir tabak peynir?..” Daha çok, çok eşliliğe uyar görünen peynir tabağı örneği üzerine, düşünerek, tane tane, uzun zamandır, peynirin bilinmediği bir gezegende yaşadığını belirten “abla”nın sözlerine karşılık arkadaşı da tane tane, “yani, Sûfîler gibi olmuşsun sen” der, “cinselliğinden sıyrılmışsın…”

Katı, sevmediğim adamla… ilkesiyle, ayak bileğine elleriyle taktığı, bekâret kemerinden zahmetli güllesi yüzünden “abla”, bir zaman kendisiyle “Satılık, az kullanılmış, çalışır durumda, doğurganlığı garantili, takım cinsel organ” ilânı versem mi? diyerek çooook dalga geçmiştir. Fıstık yeşili bir balon olup yükselirken geride gideren eriyen iri baklalı gümüş zincir bırakan parlak kara cinsellik güllesi, arkadaşı “…Sûfîler gibi olmuşsun sen” demese, kim bilir daha ne kadar, nerelere kadar “abla” ile sürüklenecek…

Dördüncü ve şimdilik sonuncu gülle, değersizlik, kendini sevme meseleleriyle bağlantılı, borçların –ille de- ödenmesi gereği, affetme/edilme, en zor sorulardan biri cinsel dürtülerden sıyrılma, belki bir takım beklentilere son verme... konularını taşıdığından, gri gümüşîden çingene pembesi balona dönüşmüşse de, havalanması zaman alacağa benzer.

“Abla”nın gecikmiş anneler günü yazısı: Ağca, Papa’yı vurmuş!

Rahme düşüşünün Mart ayına rastlamasına epey güldükleri, takvim metodu denen doğum kontrol yönteminin defosu ilk bebeğini “abla”, bunun ne olduğunu anlamadan düşürür. O kadar genç ve deneyimsizdirler ki, Cerrahpaşa’da düşük tehdidi teşhisi konup dinlenme önerildikten sonraki akşamüzeri, yakında oturan arkadaşının annesinin yaptığı iğne olmasa “abla”, sabaha kadar gürül gürül kanayacak, belki bu yazıyı yazamayacak!

Üst katta oturan, durumun –ciddiyetinin- farkında ev sahibiyle Almanya’da hemşirelik yapmış eşi, cehalet ile vefat sınırına dayanmış “abla”yı Okmeydanı Acil’e götürürler. Muayene sonucu kürtaja alınan “abla”, uzandığı yerden yanındaki metal masa üzerine yayılı ürkütücü alet edevatı incelerken gelen doktor, eldivenlerini takarken yanındaki teknik ekibe dert yanar, “bir Pazar olsun” der, “hanımla üst üste iki lâf koyamıyoruz, şöööyle güzel uzun bir kahvaltı yapamıyoruz.”

Operasyon sonrası, annesinin kampa aldığı “abla”nın, müşfik yoğun bakımla onarılan bedeni, komşusunun “düşüğün bacağı içinde kalır” diyerek belirttiği gibi, en kısa zamanda yine hamile kalır. İlk maceradan edinilen deneyimle, hafif bir sancı ardından, o yıllarda Nişantaşı’ndaki SSK’ya ait dispansere gidip muayene olan “abla”ya doktor, “kocanı ara,” der kesin bir tonla, “sana geceliğini, diş fırçanı getirsin, sen çık yukarı, yat!”

Bu beklenmedik alıkonmadan hiç hoşlanmasa da “abla”, bir bebek daha yitirmeyi göze alamaz. Öğle ve akşamüstleri, yenmeye çalıştığı bulantıları kışkırtan çok yağlı yemeklerle, gündoğumunda verilen mahmur kahvaltılarla hatırladığı iki hafta geçirdiği dispanserde, yan yataklarda anlatılan nice anne olma/olamama hikâyesine kulak misafiri olur.

“Abla”nın, 1981 Mayıs ortalarında, sıcak bir gün, iyi –sağlık- hâlinden salıverildiği hastaneden çıkıp Osmanbey’e yürürken, gözünün iliştiği gazetelerin tümünde beyaz giysili bir adamla, esmer bir delikanlının fotoğrafı yanı sıra iri puntolarla tek bir haber: Ağca, Papa’yı vurmuş! 20’li yaşlarının ortasında “abla”nın, anneliğinin başında, her an kırılabilir bir şey taşıyor olma sakınımından kaynaklanan hassas ruh haliyle, güneşin altında alıp bebeğiyle paylaştığı ilk haber, yüreğini –bir ihtimâl- bebeğini, daraltan kaygıya dönüşür.

Bebeğin geleceği dünyanın geleceği kaygısının kapladığı yere bakılarak, “abla” için anneliğinin başlangıcını, Aralık sonundaki doğumdan aylarca önceye, Mayıs ayının 13. gününe taşımak çok daha uygun…