20 Mart 2013 Çarşamba

Yazmaya başlamasının bir yıl dönümünde daha "abla", nereden nereye geldiğine bakar.


21.3.2007 tarihinde yazıp, saat 23:00'te onpunto'da yayına soktuğu ilk yazısından bu yana "yapıp etmek"ten, "olma"ya yol alan "abla", "olma” yolu başındaki "batsın bu Dünya!" duygusundan, "her şey ne güzel, ne muhteşem bu Dünya!" ruh haline, nasıl olup da vardığının izini sürer.


Kendini bildi bileli okuyan, çevresini, ilişkileri gözleyen, deneyen, öğrenen 30'lu yaşlarındaki "abla", tam "evet, hepsi bu, bundan ibaret!" noktasına varmışken, yavaşça sesini yükseltmeye başlayan -sağduyusu, iç sesi, yüksek benliği, Ben'im Varlığı- Basiret Hanım fısıldar: "Her şey bundan ibaret değil!"
Ramazanlarda oruç tutup Teravih namazı kılan annesini gözleyip, babasının Ruh ve Madde yayını dergileri yutan, çocukken bildiği sonradan unuttuğu başka bir gerçeğin/bilginin varlığından öteden beri şüphelenen "abla", eski iki koca, büyümekte olan küçük bir kız, -kendi ayaklarım üzerinde durayım derken tepesine binen- ay sonunu nasıl getiririm? kaygısı, -cinsel- dürtüleri ile -sevmeden sevişmemek türünden- ahlâki değerleri arasındaki sıkışmışlığı... arasında debelenirken, 80'lerin sonlarında bir gün, neresi olduğunu hatırlamadığı bir pencereden dışarı bakarken, kendisini, Dünya'nın sonuyla ilgili bir soruyu yanıtlarken bulur.

İçi acı, öfke ve nefretle, aklı Dünyanın sona erişiyle ilgili kıyamet senaryolarıyla doluyken o, gözleri yaşararak -kendisini bugün bile şaşırtan- bambaşka bir yanıt verir: "Dünya" diye düşünür,"yok edilemeyecek kadar güzel!" Gidişattaki olumsuzluğun, ancak Dünya'nın sona er(diril)ip yaşamın yeniden başla(tıl)masıyla düzelebileceğinden emin olduğu zaman aralığında, neredeyse kendi -kontrolü- dışında, içinden verdiği bu yanıtın ne anlama geldiğini anlaması uzun yıllar alacaktır.

Ego'su Sebastian'ın, her çeşit olasılığı gözü önüne sererek, hesaba kat(tır)arak -böylece kendisini, kanını donduracak kadar korkuyla, elini ayağını bağlayacak kadar kaygıyla doldurup- sözüm ona "tedbir"le donatarak yaşa(yama)maya zorladığı yıllar boyunca giderek artan korku, bağlı olarak öfke yüzünden kendi içine kapandıkça kapanırken, bir yandan, yaklaşmakta olan, kaçıracağını sandığı bir şey yüzünden giderek yükselen, gırtlağına sarılan telâş duygusunun iteklediği "abla", bir çözüm bulabilirim belki diyerek, 2004 yılı kış sonu-bahar başı, iş saatleri dışında Kadıköy'de bir dershanede, bir kaç ay boyunca, bir seminere katılır.

Güler yüzlü, sonsuz hoşgörülü genç bir adamın tahtaya çizerek anlattıkları, içinde yıllardır anlamlandırılmayı bekleyen işaretleri sözcüklere dönüştürürse de, Basiret Hanım'ın fısıltısı, sahte peygamberlerden, tarikatlardan, kandırılan insanlardan dem vuran Sebastian'ın "aman haaaa!"larını bastıracak güçte değildir henüz...

Her biri bir yarasını sağaltmaya gelen -çoğunluğu kadın- grupta "abla", yeni duyduklarını sindirmeye çalışırken ufak tefek uygulamalar da yapar: Sinemaya koşarken saatine bakmaksızın "tam zamanında yerimde oturuyor olacağım" diyerek zamanı esnetir, bankaya giderken "hiç sıra beklemeyeceğim" der, tuhaftır, gerçekten beklemez. Hayatı, olayları olduğu gibi kabullenmeye başlar, dirençten kaynaklanan zahmetten kurtulur, güvende olduğunu düşündükçe korkularından sıyrılır, kötü-iyi gibi zıtlıkları barındıran kavramların anlamaya, öğrenmeye yardımcı olduğunu keşfeder, "kötü yoksa..." der, suçluluk duygusunu -elbette tümden değil- geride bırakmaya sıvanır. Bir zamanlar çok tekrarlandığı için dayatma etkisi yaratıp sinirine dokunan "olumlu düşünme", ibreyi yeşilde tutma hedefini, öfkenin korkunun iyice daralttığı çok değerli "karar anları"nda ıskalamamaya çalışır. Bir şeye öfkelendiğinde, -eskiden yaptığı gibi- onu öfkelendirene değil, kendine yönelir ve sorar "beni asıl kızdıran ne?", herkese olduğu kadar kendine de hoşgörülü yaklaşmaya, affedici olmaya çalışır, becerebilir mi, tam değil...

Bayıla bayıla, önüne gelene anlattığı kara maymunlar hikâyesinin, (adamın biri ille de altın yapmak ister, arar sorar Hintli bir bilgeye ulaşır; adam, şunu, şunu bir de bunu uzun uzun kaynatacaksın der, beriki çok kolaymış, neden herkes yapamıyor? diye sorunca bilge, bir püf noktası var, diye yanıtlar, karıştırırken kara maymunları hiç aklına getirmeyeceksin!) "olumsuz(luğ)a hiç yatırım yapmama" prensibine dayalı, her fırsatta uygulanması gereken zarif ana fikri, "abla"ya kalırsa bir başka bilinç düzeyinin habercisidir. 

Kendisi henüz bu işte çok başarılı olmasa da, "ego(Sebastian)larımızın bizi, kara maymunları düşünmeye yönlendirdiği anlarda, zümrüt yeşili ormanda ağaçlar arasında, mercan renkli dallarda oradan buraya atlayıp sıçrayan pembe, eflatun, yavruağzı, sarı, camgöbeği, su yeşili maymunlar hayal edin, -işin olmaması olasılığı çevresinde dolanmayıp, bitmiş halini imgeleyin- tadını çıkarın" diyerek akıl verir.

İşler planladığı gibi gitmediğinde paniğe kapılmaz, planlamaktan ise becerebildiğince uzak durur. Yapıp ettiklerini yazıyor görünse de "abla" gözden kaçırmaz; "olma" ölçüsü sayabileceği, -mesela- kendisini değersiz, yetersiz, kayıp hissettiren duyguların yıkıcılığı, artık eskisi kadar acıtmaz; kapanmış eski bir yara yerine baktığında olduğu gibi hafif bir sızı hatırası gelir geçer, hepsi o!
Böylece, bir zamanlar önyargıları, korkuları yüzünden duymaya dayanamadığı konularla ilgili olarak kendisine bir şans tanımanın onu taşıdığı noktada, çok daha sakin, neredeyse korkusuz, yargısız, daha huzurlu yaşamakta olmanın tadını çıkarır; "ben yapabiliyorsam"diye düşünür, "-bilinç düzeyi, bu yazıyı tepki duymaksızın okumasına izin veren- herkes yapabilir..."