Ekvador,
Kolombiya, Venezuela turundan dönen “abla”, gezi notlarından önce görüp
beğendiği üç filmi yazmaya niyetlenirse de, Kuzey Ege’deki evine dönerken, biri
kendisi üç kadın çevresinde gelişen olay sayesinde aldıkları boylarınca ders
üzerine, gündemini değiştirir.
Otobüs
arabalı vapura girer, 4 no.lu tek koltukta uyuklamakta Jet Lag* kurbanı “abla” iner.
Üst salona çıkar, büfeden küçük bir paket patates cipsi alır, rüzgârda uçmasın
diye sıkıca yapıştığı paketten aldığı cipsi yiyerek güneş altında bir tur atar.
Esintinin,
vapurun hareketiyle iyice sertleşmesi üzerine gezintiye kapalı orta katı geçer,
arabaların park ettiği alt kata iner; volta için gözüne kestirdiği -otobüse de yakın- alanda üç beş tur
atar. Paketin de sonuna geldiği son turunda, geminin burnunda, arabaların
karaya çıkarken kullandıkları hareketli platformun köşesine takılmış denize
uçma eğilimindeki boş bisküvi paketi gözüne takılırsa da, epeydir “sorumluluğunun
sınırları” üzerine kafa yormakta “abla”, sorumluluğundaki cips paketine daha
sıkı sarılır; birkaç parça sonra boşalan paketi katlar, merdiven altındaki çöp
kutusunun derinine atar, yağlı parmaklarını sildiği mendili de güzelce üzerine
yerleştirir. Rüzgârın alamayacağı derinlikteki çöpüyle ilgili yüreği rahat,
yürüyüşüne devam edecekken bir dubaya yerleşmiş sarışın şişman kadının “Hanımefendi, neden çöpünüzü denize
attınız?” sorusuyla duraklar.
Aklına
hemen geminin burnundaki boş bisküvi paketi gelen “abla”nın, yaptığı suçüstünün
neşesiyle kıvançlı kadına yönelttiği, “denize
ne tür bir paket attığımı gördünüz?” sorusu, kendisini görmediği belli
şişman kadın tarafından, arkasında sinirli bir tavırla sigara içmekte olan
esmer zayıf kadına yönlendirilir. Görünüşe göre esmer kadın “abla”nın denize
çöp attığını görmüş, şişman kadına söylemiş, ikisi bu konuda öyle öfkeli bir
mutabakat geliştirmişler ki, elindeki cips paketiyle yanlarından geçerken kendisini
ve elbette çöpe götürdüğü paketi görmeyip ardı sıra denize uçan bisküvi paketi
dolayısıyla “abla”yı bir güzel paylamaya karar vermişler!
Denize
uçan bisküvi paketi hikâyesini, sorumluluğunun sınırları çerçevesinde aktarmaya
çalışırken esmer zayıf, sinirleri kendinden daha zayıf kadın, öfkeyle saldığı
duman arasında “Ne yani ben hayal mi
gördüm?” diye tıslar. “Abla”nın ilk tepkisi, emekliye ayrıldığını sandığı
ego’su Sebastian**’dan gelir; “Beni” der
“eleştiriyorsunuz ama siz de yasak olduğu
halde sigara içiyorsunuz?!” Zayıf esmer kadının sinirlerinden daha zayıf
ego’su, Sebastian’dan daha tutarsızdır; “Herkes”
der, “içiyor”. Bu noktada
Sebastian’ın iteklemesiyle dilinin ucuna gelen “Herkes denize çöp atıyor ama ben atmadım” cümlesini yutan “abla”
derin bir nefes alır; üşenmez, kendinden emin, kanıtı, üç beş adım ötedeki
çöpten çıkardığı cips paketini, sarışın şişmanın kendisine attığı topu evirip
çevirmekte esmer öfkeli zayıf kadının burnuna dayar. Bir yandan da yine,
sorumluluğunun sınırları içinde olmadığı halde, yuvarlak bir gemi çıkıntısı
üzerinde dingildeyip durmakta, -yere
düşerse yaratacağı hasardan söz ederken artık görmezden gelemeyeceğini anladığı-
içi üçte bir çay dolu plastik bardağı alıp içeriğini boşaltır, çöpe atar.
Birkaç
dakika süren, şişmanın hemen saf değiştirdiği sahnede yalnız kalan asabî esmer
bu arada aralıksız özür dileme moduna geçmiştir; öyle ki “abla”nın “Önemli değil, gözünüz yanılmış belli ki…” demesi kâr
etmez, zayıf esmer ancak şişman sarışının “yeter
artık, özür dilemeyin!” çıkışıyla sessizleşir.
Bir yıl önce
olsa “Vaaaaay, bana nasıl?!” diye
kükreyen ego’su Sebastian’ın azmettirmesiyle, daha sert tartışma bir yana on
günden önce sindiremeyeceği sahneyi uysallıkla terk eden “abla” geminin daha
sakin bir köşesinde voltasına devam eder.
Bu eşsiz
sahnenin şişmana, gerçekte tanık olmadığı
olaya karışmama; zayıfa, öfkenin
bulandırdığı önyargıyla hareket etmeme; “abla”ya ise ego’sunun aslında emekli değil pusuda olduğunu gördüğü; üç kadına
üç esaslı ders sunduğunun farkındadır.
2012, Fransa, Kanada, Portekiz, İtalya
yapımı, Don DeLillo romanı
uyarlaması Kozmopolis: Yönetmen David Cronenberg, oyuncular Robert Pattinson, Samantha Morton, Paul
Giamatti…
“Abla”nın kızının vampir filmlerinden tanıdığı oyuncunun
canlandırdığı para tüccarı Eric Packer, ortasına yapılan eklentiyle uzadıkça
uzamış konforlu limuziniyle, korumasının itirazına karşın kentin öteki ucundaki
berberine gitmek isterken, arabanın dışında, bir rap’çinin cenaze töreni,
küreselleşme karşıtı bir grubun gösterisi, devlet başkanının geçişi için alınan
önlemlerin yarattığı harala gürele sürer. Arabanın içinde ise yolculuk ederken
tüyolar almayı sürdüren Eric Packer, sisteminin güvenliğini soruşturduğu
gençler, gündelik sağlık kontrolünden geçtiği doktor, danışmanı, eskilerden bir
fahişe… tarafından ziyaret edilir. Bir ara yeni evlendiği, en zenginlerden
karısını bir takside görür, limuzinden iner onunla kısa bir yolculuk yapar. Bir
başka duraklamada, korumasının –parolasını
öğrendiği- silahını bizzat adam üzerinde test eder. Gecenin köründe
ulaştığı, bir Afrika ülkesinde –aydın,
ilerici bir vatandaş olarak- yaşarken gördüğü işkencenin izini yüzünde
taşıyan şoförüyle vardığı aile dostu berberde saçını kestirir, söyleşir,
yeniden yola koyulur.
Kendisini avlamaya kararlı suikastçisine doğru yol alırken
iflasına neyin neden olduğunu bulmaya çalışan Packer ile süfli binada
karşılaştıklarında adam, gerilim ve şiddet dolu kısa oturumda, doktorunun iki testisinin eşit olmadığı
saptamasını hatırlatır; bunun para
hareketindeki ufacık dengesizliğin işareti olduğunu, gözden kaçırmakla sonunu
hazırladığını söyler. Cronenberg’e
bayılan “abla” için film (elbette önce roman),
ekonomik sistemlerin artık, neden çatırdayarak çökmekte olduğunun pek güzel
açıklamasıdır.
2011, İtalya,
Fransa, İrlanda yapımı Olmak
İstediğim Yer: Yönetmen Paolo Sorrentino, oyuncular Sean Penn, Frances
McDormand, Judd Hirsch…
Her daim sıra dışı rollerin oyuncusu Sean Penn bu defa eski bir
rock yıldızı Cheyenne rolünde; rujunu sürer, sürmesini çeker, siyah kabarık saçının
önüne düşen perçemini üfürür, isabetli saptamalar yaparak yavaş yavaş konuşur.
Alışveriş merkezinde buluştuğu kız kardeşine çöpçatanlık yapar, evi terk ettiği
günde mateme gömülmüş, kendisini tanımayan annesini ziyaret eder.
30 yıl önce kendisini sevmediğine karar verip evi terk
ettiğinden beri görmediği babası ölünce, uçağa binmediğinden Atlantik’i gemiyle
geçer. Kuzeninden, babasının Auschwitz toplama kampında kendisine işkence eden bir
Nazi peşinde ömrünü tükettiği öğrenir. Amerika’nın ortalarına dek, hoş biçimde
değerlendirdiği ipuçlarıyla adamın izini sürer. Bulduğu ölüme yakın ihtiyardan
olayın işkence değil, bir aşağılama olduğunu öğrenir, benzer biçimde intikam
alır, sadık olduğu eşine, evine döner. Son derece stilize muhteşem görüntülerle
anlatılan, mizah duygusu çok yüksek basit yol hikâyesi, önyargıları yerle bir
eden saflık ve sevgi timsali karakteriyle, “abla” ya kalırsa kolay unutulacak
gibi değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder