18 Eylül 2012 Salı

Gezinin sekizinci gününde, katılımcılarla “abla” grubu, Zipaquira’daki Tuz Katedrali’ni gezerler.


24 Ağustos 2012 sabahı, kahvaltısını, uzun saçlı gencin çaldığı gitar parçaları eşliğinde yapan grup, kentin 50 km dışında, kuzeye düşen Tuz Katedrali’ne gitmek üzere yola koyulur.

Şehrin ortasındaki spor yapılabilen orman için “güvenli mi?” sorusunu Constanza, “ihtiyaç hissediliyor ama üzerine düşülüyor” şeklinde yanıtlar. Yolun solunda orta sınıf evleri, sağda gecekondular; “Kolombiya’nın tutkularından…” futbol stadı; zengin çocuklarının gittiği -güvenlik amacıyla arabalarda bekletildiği- Amerikan okulları; başkanın evinin sokak girişinde askerler…

Tuğla renkli yüksek binalarda daireler, “150.000-500.000 USD, kiralar 1.000-5.000 USD… Asgari ücret alan -270 USD- 50 Dolarlık yerlerde oturuyor. Üst düzey –aylıkçı- yönetici, çok iyi doktor 1000 USD kazanıyor. İşsizlik %20 gösteriliyor ise de aslında %40’larda.”

Kaldırımda büyük şemsiye altında oturan fosforlu sarı şapkalı, önlüklü adamın işi, okuyanın, önündeki aynı renkli büyük torbaya bıraktığı günlük gazetelerin yeniden okunmak üzere dağıtımını sağlamak. “Gazete ve dergileri özetleyen bir iki de ücretsiz bülten var.”

Şehre giriş ve çıkış yönünde yoğun trafikte ilerlerken Constanza devam eder, “…Katoliklerin Ruhban Okulu sağda, Sinagog, park solda… Askeri üniversitede okuyan paralı öğrenciler askerlikten muaf. Kolombiya bayrağındaki renklerden sarı altını, mavi okyanusu, kırmızı kanı simgeliyor.”

Yolculuk şehir dışında, zengin evlerinin bulunduğu koruluklar arasında sürerken “Yollar genellikle paralı, %20 kadar asfalt yol var, 900.000 kilometrekare üzeri arazide yol toprak; yükseklerde eskisi yaşayan, İspanyolların sinek anlamına mosca dediği yerliler geleneklerini koruyorlar, yerli kıyımı Peru ile Bolivya’dan fazla değil… ”

“Soldaki tepeden alınan kil çok kaliteli, (“abla”, kentte az sayıda çatıda gördüğü, ışıldayan sırlı seramik kiremitleri hatırlar) eskiden herkes kiremitlerini kendisi yapardı.” Sağlı sollu seralar geçilirken “Çiçekçilikte Ekvador’dan iyiyiz, lale üretiminde de Hollanda’dan ileriyiz… Amazon  %20 kadar, Venezuela sınırına yakın... Soldaki dağ, tuz madeni.”

“Geçim kaynağı tuz dışında et ve basit ürünler olan tarihi Zipaquira’ya otobüs girmiyor, ulaşım mini bir trenle sağlanıyor.”

Tuz Katedrali’ne girmeye hazırlanırken rastlanılan, başlarında rahibeler, cıvıldaşan Nazareth Koleji kız öğrencileri, daha sonra içeride her rastlayışlarında gruba büyük ilgi gösterir.

Bir yanı aktif tuz madeni, dağa oyulmuş, kil ve kömürle karışarak kirlenmiş beyaz tuzun alacasında, yüksek tavanlı dehlizde yürüyüşe geçenleri, önce, tavana döşeli minik ampullerle yaratılan –aralarında Türkiye’nin olmadığı- ülke bayrakları karşılar.

“Madencilerin Koruyucusu Meryem’e adanmış, 8.000 kişi alan Katedral 1992-95 yıllarında yapılmış. Üç ana bölümden ilki, İsa’nın çarmıha gerilirken aldığı yolu 14 aşamayla sembolize eden 14 minik şapel, ikincisi koro kısmı, üçüncü bölüm ise Katedralin ana kısmı…”

“İspanyolların sineklere benzettikleri yerliler 1000 yıl öncesinde madeni biliyor, kullanıyorlar. 1832’den itibaren İspanyollar, dinamitle açtıkları galerileri suyla genişleterek işletiyor, çalışma karşılığı yerlilere tuz veriyorlar.”

Duvara kazılı büyük, Latince, INRI sözcüğünü açıklayan Constanza, bunun “Yahudilerin Kralı Nasıralı İsa!” diyerek İsa’ya seslenişleri olduğunu söyler. Koridorun solunda iri Romen rakamları altında aşamalar açıklanırken sağda karşılık gelen girintilerde değişen renkli ışıklarla aydınlatılan şapellerde, önünde dua rahleleri, duvardaki haçlar, her yerin her objenin tuzdan oyulduğu son derece stilize düzenlemelerle yapılmış.

“İsa mahkûm oldu” anlamına 1. şapeli, “İsa hacı taşıyor” anlamında, tuz kayalarının desteklediği 2. şapel izler;  ilk kez düşüşü sembolize eden 3. şapelde duvara oyulu haç öncekilere göre aşağıda. 4. şapel geçilirken “Manyetik alandayız,” diyerek dikkat çeker Constanza, “fotoğraf makinelerinin pilleri çok daha hızlı tükenir” Hacın tavana değdiği Meryem’in yukarıdan tuttuğu söylenen 5. şapeli, İsa’nın yüzünü temizleyişinin yarı gömülü haçla anlatıldığı 6. şapel, 2. düşüşü, biraz daha gömülen haçla anlatan 7. şapel ve Jerusalem’in kadınları kompozisyonu ile 8. şapel izler. En derine gömülü haç, 3. düşüş, 9. şapelde yer alır; çarmıha gerilmek üzere soyuluşu çevrenin tümüyle cilâlı olduğu 10. şapelin konusudur; 11. şapel çarmıha gerilişi, 12.si ölümü, 13.sü duvarda derin boşlukla simgelenmiş haçla, indirilip mezara konuşu anlatır.

“Dağın derinliği 180 m. biz 35 m. indik. Galeri doğal hava dolaşımıyla havalanır, çok kalabalıkta otomatik havalandırma devreye girer.” Yerdeki geniş ızgara kapaklarını gösteren Constanza, buradan alt kata dökülen tuzun vagonlarla dışarı yolladığını söyler. Birkaç basamakla inilen, muhteşem derinlikteki ana kısma bakan balkon, Koro Bölümü. Koca bir tuz kayasına tünemiş melek heykelciği altında “Biz Dünyanın Tuzuyuz” ibaresi yazılı. Katedrale inen merdivenler ise “ruhun saflaşması”nı sembolize etmekte.

Tuz duvara oyulu nişlerde Madencilerin Meryem’i, Mağaraların Meryem’i taze çiçeklerle süslü; dipteki günah çıkarma kabinine yerleşen katılımcılardan bir hanım, öte yandan itiraflarda bulunan hanıma Ave Maria’yı 10 defa okumasını önerir.

Ölen madencilerin kasklarının saçıldığı, mosca sembollü anıt ardından karşılarına çıkan, yerde, yarı yükseltilmiş geniş madalyonda Sistine Şapeli’ndeki Michelangelo resmindeki, hayatı veren Tanrı ile Adem’in parmaklarının dokunuşu konulu kabartma, -“abla”ya artık abartılı gelen- rengârenk ışıklar içinde.

Görkemli Katedral’den dar bir koridor ile geçilen geniş galerinin bir bölümünde İsa’nın doğumu ile -saf tuz ışık geçirdiğinden- kristalize ışıl ışıl kurnada vaftizi sahneleri canlandırılmışken, ucunda doğal akışla köpüklenen eriyik tuzun yarattığı, yükseklerden dökülen Ürdün Nehri.

Pederin yardımıyla zangocun giyindiği bölümü, yer hareketleriyle yükselmiş, her bir tabakası milyonlarca yıl yaşta, terleyen, tuz, kil, kömür katmanlarından kesitlerin sergilendiği bölüm izler.

İki deprem sırasında burada bulunan Constanza’ya göre, “Galerileri ayıran sütunlar, depremde hareketi her yönde emecek esneklikte, çok sağlam ve geniş.” Tablet görünüşlü İsa’nın eti nişini, yine tümüyle tuzdan mamul, 3 boyutlu gösterilerin yapıldığı sinema salonu izler.

Galerinin, maden kısmındaki çalışmanın gözlenebildiği bir köşesinde, yaprak yaprak işlenmiş kavuşan iki ağacın altında yerlilerin yaşamını betimleyen kompozisyon, güzel bir kabartma.

Bogota’ya dönerken “abla” tanık olduğu, Madencilerin Meryemi’ne çiçek sunan madenci heykelini, köpeklerin çimlere yayıldığı köpek çiftliğini, bastıran yağmurda 222. Cadde başındaki durağa sığınmış bir grup motosikletlinin giysilerini ayarlamalarını, İngilizlerle 1. Dünya Savaşı’ndan kaçan Avrupalıların evlerini, defterine not eder.

Öğleden sonra ziyaret edecekleri Altın Müzesi yakınlarına yemek için dağılan katılımcılardan, Naranja’dan başka bir şey demeyi bilmeyen “abla” grubu, yakınlardaki büfede, parmakla göstererek sipariş verir. Karınlarını doyururken büfe çalışanlarından yaşlıca hanım yanlarına gelir, iki kez gözünü işaret eder; grubun bundan bir anlam çıkarmakta zorlanması üzerine yine gözünü göstererek teyzenin kenarda kalmış çantasını gruba doğru itekler.

Buluşma saatine dek dolaşırken müze önünde rastladıkları Batı yerlilerinden yaşlı çift ile delikanlının kum boncuklarıyla yaptıkları çok zevkli takılardan, şans bilekliği (10 Peso) alışverişi yapılır.

Altın Müzesi’nde -Museo del Oro- Constanza’nın anlattıkları; “1939’da Merkez Bankası’nda toplanmaya başlayan altın objeler, 1968’de müzeye aktarılmış. Müzede halen orijinal 35.000 parça var. Yerliler için spritüel anlamı olan altın, İspanyollar zamanında ticari bir mala dönüştü… Kişisel eşyanın yanı sıra müzik aletlerini de konduğu kütük defin amaçlı, çürümeden sonra kemikler alınıp seramik bir kaba konuyor.”

Camekânlarda ölü yüzlerine konan, bazıları Jaguar formlu masklar; insan hayvan karışımı, ortası boş, çok ince işli çubuklarla alınan koka yaprağı kapları; insan siluetleri üzerinde göğüslük, kulak deliğini giderek genişleten, bedenin diğer kısımlarını süsleyen takılar. “Yarasa gece, Jaguar güç, kuş özgürlük, kurbağa bereket demek, yerliler, ilgili altın objeleri takarak sembolize ettiği özelliğe bürünürler, hayatın ve ölümün sırlarına vakıf olurlardı” Ölen bebekleri oturttukları yaşam/ölüm simgesi seramik tahtlar. “Adaklarını göllere attıklarını kroniklerden öğreniyoruz ama taramalarda bir şey bulunamamış… Kadınları içlerine bir şey konan varlıklar olarak düşünüyorlar…”

Ziller, telkâri gerdanlıklar; “hala aynı formlarda, gümüş olarak üretilen” hızmalar; dokumaya sarılı “dişleri bizden sağlam” bir kafa. Yarım metre kalınlığında kasa kapısıyla geçilen Astrolojik Şamanik bölüm camekânları, grubun ne olduğunu kestiremediği, sıkça kullanılan helezonlarla süslü altın ritüel nesneleriyle, muisca’(muska)larla dolu. En önemli/ünlü 15x7cm’lik sal üzerinde, çevresi rahiplerle çevrili şef öldüğünde, yerine kız kardeşinin oğlunun geçişi töreninin gösterildiği muhteşem incelikli işçiliği olan altın parça, çiftçiler tarafından bulunup müzeye getirilmiş.

İyice küçülerek -“abla” grubu ve rehberler dâhil- 7 kişiye inen katılımcıları Constanza’nın soktuğu odanın yarım daire kapısı kapanır, içerisi kararır. Yumuşacık yanıp sönen ışıkların parça parça aydınlattığı yuvarlak duvarlardaki altın, ortada giderek derinleşen birkaç katlı cam kuyudaki zümrütle süslü altın objeler, etkileyici şamanik melodi eşliğinde izlenir. Tuz Katedrali’ndeki –bir ihtimal manyetiklerin neden olduğu- derin etkinin bir benzerini yaşayan “abla” için bu 3 dakikalık gösteri, ufak çaplı bir tür inisiyasyon törenidir. Çıkışa yürünürken, bazıları hayatta ünlü Şamanların büyük boy portreleri arasından geçilir.

Serbest akşam yemeğinde “abla” grubu, kente özgü bir şeyler yemek üzere girdikleri lokantada Küçükkuyulu komşularıyla karşılaşırlar. Onların da deneyimlerini, önerilerini ekledikleri karşılıklı görüşmeler sonu verdikleri siparişin iki- üç kalemi, sabah kahvaltısıdır.


Tuz Katedrali ve Zipaquira görselleri:

Altın Müzesi  -Museo del Oro- görselleri:

Hiç yorum yok: