Sekizinci ayda nihayet, 2012’nin dördüncü ayında “abla”nın film festivali için İstanbul’a gitmesi beklenip balta vurulan iğde yüzünden onmayan* komşuluk ilişkilerinde, son raund:
Altıncı ayda, önce, evine iki kez uğrayıp kendisine bir hediye aldığını, uğrayıp vereceğini bildiren –“abla”nın, muhteşem ilişkileri, iş bitiriciliği yüzünden kesim operasyonunun elebaşısı olduğundan şüphelendiği- hanım, üç beş gün sonra bir sabah, denize birlikte gittiği komşularından birinin şahitliğinde uğrar, elindeki irice kutuyu bırakır. Yakalamışken, şirketle iyi ilişkilerinden dolayı, iğde hakkında bir şey bilip bilmediğini sorgulayan “abla”yı “benim önümü kapatmıyor, ben neden kestireyim” diye yanıtlar.
Kutudan, “abla”nın sevdiği renklerde modeli güzel, kalın bir hırka çıkar. Bir tür günah çıkarma, af dileme olarak algılamakla birlikte anlamazdan gelen, kan davasına dönüşmesini de istemediğinden, iyi niyetle hırkanın etiketlerini kesip kışın giymek üzere dolabına koyan “abla”nın içine sinmez; dolabı her açışında, kutuyu her görüşünde gözleri, iğdenin hatırasıyla yaş dolar.
Yedinci ayın ortalarında iyi niyetinin, hırkayı huzurla giymesine yetmeyeceğini fark eden “abla”, tüm sonuçlarına göğüs gererek bir karar alır; hediye hırkayı iade edecektir. Bunu nasıl yapacağını kafasında evirip çevirdiği üçüncü haftanın sonunda -iki dolunaylı sekizinci ayın ilk dolunayında- bir akşamüstü yan yan yüzerken, stiline takılan –biri elebaşılık şüphelisi- iki komşusu ile karşılaşır. Bedeninin az kullandığı yanlarındaki kaslarını çalıştırmak için böyle yüzdüğünü açıklarken birden, nereden geldiğini kestiremediği, şükran duyduğu büyük özgüvenle, “ben o hırkayı giyemeyeceğim” der şüpheliye, “geri versem de birine versen”. Kadınların ikisinin birden, bir ağızdan ayıpladıkları “abla” tınmaz, kırgın yüreğindeki gerçek nedeni örten tam bir iki yüzlülükle, “sen kestirmedin elbette ağacı biliyorum ama” der, “ben o günlerde iğdeye ağlıyordum, şimdi ne zaman görsem… Giyemeyeceğim, çok şık güzel hırka ziyan olmasın, sen birine ver”
Aynı günün akşamı, şüphelinin kapısında, her iki taraf için de tatminkâr görünen (!) açıklamalar eşliğinde iade edilerek, kendisini bunca bunalttıktan sonra mucizevî biçimde çözülen hırkanın hikâyesini, birkaç gün sonra, aylardır gelişmeleri izleyen bir başka komşusuna aktaran “abla” “şükürler olsun, iyi ki yalan var, iyi ki iki yüzlülük var” der, “ego’nun, ötesine geçmeye izin vermediği bilinç düzeylerinde yalanca’dan başka bir dille anlaşabilmek mümkün değil!”
Çok değil bir yıl önce yaşansa esaslı kamplaşmaya neden olabilecek, merkezinde iğde/hırkanın durduğu çember içindeki olayın şahitleri komşuların, -bir ihtimal- bilincine vardıkları, yabanîliği bir yana “abla” ile çocuksu saf kalpli şüpheli’nin, her ikisinin de –farklı bakış açılarından- iyi insanlar olduğu gerçeği.
Olup bitenden “abla”nın payına düşen ise, yükselişi son zamanlarda giderek hızlanan, -neredeyse her gün bir üst düzeye geçişini gözlemlediği- bilinciyle fark ettiği; (üç boyut gerçekliği Dünya’sında kötü diye sınıfladığı) iğdenin kesilişiyle başlayan olaylar dizisinin, çevresinde uyandırdığı –karşı saflarda görünseler de- “iki insanın ikisi de iyi” fikrinin, “her şey BİR’in değişik yüzlerinden ibaret” farkındalığına yol açarak muhteşem bir iyiliğe varması, dahası düalite**yi giderek ardında bıraktığı duygusuyla yüreğini ışığa boğan kötü diye bir şey yok bilincine uzanması.
Doğan Kitap’tan yayınlanmış Uykuların Doğusu, “abla”nın, Ümit Ünal’ın filme çektiği Gölgesizler’i çok beğenerek, koşup kitabını da alıp okuduğu Hasan Ali Toptaş’ın 2005 Eylül’ünde yayınlanan romanı.
Okuduğu ikinci kitabında “abla”, Gölgesizler’deki gibi ön planda yarı fantastik bir dizi olay yerine Uykuların Doğusu’nda, –efendime söyleyeyim… türünden- sohbet anlatımlı akış içinde belirip kaybolan olup biteni, kendine özgü o çok özel anlatımıyla dile döken biraz farklı bir Hasan Ali Toptaş bulur.
(s.113)
“…Sonra kalın bir karanlık çöküyormuş yeryüzüne.
Karmaşık ve korkutucu oyunlar oynamayı seven bir el simsiyah bir örtüyü çok uzaklardan sürükleyip getiriyormuş da, gizli bir keyifle şehrin üzerine atıveriyormuş sanki. O böyle yapınca, ister istemez insanların bakışlarını ayakta tutan görüntüler de birdenbire ortalıktan kayboluyormuş. Sonra, tıpatıp bu görüntülere benzeyen, köşeli köşeli, cıvık cıvık, titrek titrek birtakım sesler geliyormuş karanlığın içinden. Hatta, bu seslerin yanı sıra halka halka genişleyip boğum boğum daralan çeşitli sessizlikler geliyormuş. Zaman dediğimiz şey de, tıpkı oradan oraya savrulan bir duman kütlesi gibi, işte bu seslerle sessizliklerin arasına sıkışıp kalıyormuş o sırada. Sıkışıp kaldığı için de bir türlü geçmek bilmiyormuş tabiî ve geçmek bilmediği için de ağırlığı arttıkça artıyormuş…”
Neden? Kitap yayını ise ikiye bölünmüş: Bir yanı -kitaptan çok kitap hakkındaki izlenimin hayranlıkla aktarıldığı- Mısır’ın Ölüler Kitabı, diğer yanı, “abla”nın hayranlıkla iki kez okuduğu Tibet’in Ölüler Kitabı.
(s.81)
GEÇİŞ AŞAMASINDA VARLIĞIN ÖZELLİKLERİ
“Ey Soylu oğul, bu çeşit beden sahibi bir varlık, yeryüzündeyken alışıp sevdiği yerleri, yakınlarını, rüyada görüldüğü gibi görecek.
“Akrabanı, dostlarını görüyor, onlarla konuşuyor ama onlardan cevap alamıyorsun. Onları ve aileni ağlar görüp, “öldüm, ne yapacağım?” diyor, sudan çıkıp ateşe atılmış bir balık gibi acı duyuyorsun. Şimdi bu acıyı hissedeceksin. Fakat ızdırap çekmenin sana hiçbir yararı olmayacak. Eğer tanrısal bir üstadın varsa ona yalvar. Koruyucu tanrına yalvar. Merhametli olana yalvar. Fakat kendini yakınlarına ve dostlarına bağlı hissedersen, bunun sana hiçbir yararı olmayacak. Öyleyse bağlanma. Merhametli olana yalvar; o zaman ne kederin, ne korkun kalacak.
“Ey soylu oğul, daima harekette olan karma rüzgârıyla oraya buraya sürüklenirsen, düşüncen uçan bir tüy gibi konacak yer bulamayacak; durmadan, gayri ihtiyari, başıboş dolaşacaksın. Ağlayanlara “Buradayım, ağlamayın” diyeceksin. Fakat seni duyamadıkları için “ölüyüm” diye düşüneceksin ve o zaman kendini bu yüzden daha da bedbaht hissedeceksin. Bunun için üzülme.
“Gece, gündüz, her zaman kurşunî bir yarı aydınlık olacak. Bu geçiş durumunda bir iki, üç, dört, beş, altı, yedi hafta, en fazla kırk dokuz güne kadar kalacaksın. Genellikle Sidpa Pardo ıstırabının yirmi iki gün sürdüğü söylenir. Fakat Karma’nın belirleyici etkisi yüzünden, belli bir süre de söylenemez.
“Ey soylu oğul, o zaman, Karma’nın dayanması zor, güçlü rüzgârı seni arkandan, sağanaklar, halinde itecek. Korkma. Bu senin kendi endişendir. Yoğun ve korkunç karanlık hep önünde olacak. Bu alandan “Vur, öldür” gibi korkunç bağırtılar ve başka tehditler gelecek. Korkma...”
* Yaş ağaca balta vuran el, onmaz (iflah olmaz).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder