20 Mart 2009 Cuma

Senbilirsinabla kimdir? Konsomasyon Taburesi, …demek isterdim!, Öte yandan… neyin nesidir?

Her konuda erken olgunlaştığından, karşı cinse yönelik çıkışları sayılmazsa, kendisinden beklendiği gibi, akıllı, uslu, liseyi dereceyle bitirip, ileri görüşlü annesinin yönlendirmesiyle Grafiker olmaya niyetlenen “abla”, ‘70’li yılların ortasında taşradan ayrılır, İstanbul’a gider. Yurt yaşamından o derece acı duyar ki, 21:30’da, son dakikada içeri girip, dolabından aldığı boyalarını, fırçalarını çalışma masasına koymasıyla, suntaya gerdiği kâğıda kapanıp –kendine koyduğu teşhise göre bu, savunma mekanizmasının marifetidir- uykuya dalması bir olur.

Grafik öğrenimini, -‘70’li yılların ikinci yarısı- duraklarda, kahvelerde ortalama günde 20 kişinin vurulduğu günlerde, Beşiktaş’ta Akademi’ye bağlı, kum deposundan bozma binada, kurt başlı yüzüklü-kemer tokalı, sarkık bıyıklı gençlerin okul basma tehdidi altında, hocaların bazıları “10 kişi olunca beni çağırın” diye savsakladığından “abla”nın öğrenme şansı olmadığı perspektif dersindeki gibi yarı dolu yarı boykot sürerken, değerli grafikçilerden öğrendikleriyle, 30 kişilik sınıftan 3 arkadaşıyla dönem yitirmeden tamamlar. Okulun 3. sınıfında staj için başvurduğu, -zamanın en büyüklerinden- reklam ajansında, devam zorunluluğu olmadığından, son sınıfta çalışmaya başlar.

Evlenen, bir kız doğuran, boşanan, yine evlenen, bir kez daha boşanan “abla”nın, kriz bahanesiyle ücretlerin ödenmediği, iflâsların, bir gecede işsiz kalmaların… yaşandığı 10’dan fazla işyerinde, çalıştığı 22 yıl boyunca yanındaki duvarın dibi, tabure, kalorifer peteği, çekmeceli etajerin üzeri hep doludur. “Abla” çalışırken, onun Konsomasyon Taburesi adını verdiği tüneği boş bulan, kız/erkek arkadaşlarından, ailelerinden, para(sızlık)dan dertli, kimi entelektüel olmanın kriterlerini merak eden, hatta gerdek gecesi doğum kontrol yöntemi soran arkadaşları gelip otururlar; “kelin merhemi olsa kendi kafasına sürer” demeyip, babasız bir kız çocuk büyütmeye çalışırken kendi yaşamını dengelemeye çalışan “abla”ya akıl danışıp öğütlerine kulak verir, sen bilirsin abla derler, “sen bilirsin…” Kuzeninin dükkânında, el yapımı tebrik kartları, kutular sattıkları dönemde de “abla”nın Konsomasyon Taburesi hiç boş kalmaz.

Kendisini, “zorunlulukları yerine getirmekten mutlu olduğuna” inandıran ego’su Sebastian’ın kamçısı altında, beklentileri karşılayıp, olmazsa olmaz sevgiyi/sevilmeyi garantilemeye çalışırken, 30’lu yaşlarında, bir şeylerin içine sinmediğini fark eden “abla”; zaman zaman yanlış bir planete doğduğu duygusu yaşamasına neden olan, tanık olup acı duyduğu –düzeltmeye, mümkün değil birkaç ömür yetmez- yanlışlıklara, savaşlara, kıyımlara, işkenceye, tecavüzlere, istismara, kadın, çocuk, hayvanlara yönelik şiddete, uyuşturucuya, sigaraya… kötü olduğu bilinerek sürdürülen kötülüklere katlanabilmek ve iki boşanmanın yıkımı altından kalkabilmek için katıldığı, bir yıl süren grup terapisinde, “içindeki çocuk”, “kendini sevmek” gibi kavramlarla karşılaşır. Bir yandan, varlığından –henüz- habersiz olduğu sağduyusu Basiret Hanım, kulağına “…her şey göründüğü gibi olmak zorunda değil, her şey bundan ibaret değil…” diye fısıldamaktaysa da “abla”nın onu duyabilmesi, dahası dinlemesi için epey zamana ihtiyaç vardır.

2004’ün ikinci ayında, sabahları, karnında çöreklenmiş, gününü zehir etmeye hazır, nedensiz panik, dehşet, telâş ve sınırsız öfkeyle uyanıp yaşamını sürdürmeye çalışır; mükemmeliyetçiliği, kendisine verdiği alçakgönüllülük eğitiminin dozaşımıyla yol açtığı değersizlik duygusu yüzünden yıllar önce ölmüş annesine söylenirken, sevgili bir arkadaşı, bir kendini geliştirme seminerinden söz eder. “Abla”, haftada birkaç saat, birkaç ay süren bu çalışmalar sonunda, yıllardır peşinde olduğu sorunun yanıtını bulur: “Yanlış bulduğun her şeyi değiştirmene imkân yok, kendini, bakış açını değiştirmelisin!”

Böylece yeni bir yol çizer yaşamına: İlk iş, birbirlerine âşık âşık bakıp, kızın çevresinde dolanan boylu boslu, yakışıklı, yüreği sıfatını gölgede bırakacak güzellikteki delikanlıyı incelemeye alır. “Abla”nın şansına, kızının liseden arkadaşı oğlan, tam o ara iş bulur ama işi onu İstanbul’da yaşatacak geliri sağlamaz. İkisinin bunalımda oldukları günlerden bir gün, üçü sofradayken “abla”, “eee” der, “siz evlenin bari…” Basiret Hanım’ın desteği yadsınmaz bu karar, çok doğru bir adımdır; damadın iyi niyetli, sevecen ailesinin de oluruyla, kızın odasındaki tek kişilik karyola yerine, iki kişilik olanı konur, evlenirler. Karı koca evin ekonomi çarkını döndürünceye dek başlarını bekleyen “abla”, bir yıl sonra, annesinden kalma yazlık evi tadilâtla kışlığa çevirip, boncuk, düğme, kâğıt, kumaş, kitap doldurduğu kolileriyle, kentin örselediği ruhunu onarma kararıyla, Kuzey Ege’ye göçer.

Artık bol bol zamanı vardır; kimdir, nereden gelip nereye gitmektedir, içine sığmayan öfke nedendir, ruhun sonsuzluğu nedir, kesintisiz sevinç mutluluk, huzur mümkün müdür?

“Tıp!… tıp!… tıp!…” sesi üzerine, başını, okuduğu Kryon 3. Kitap’tan kaldıran “abla”, sobanın dirseğinden yere sulu zift damladığını görüp alarma geçer. Kendisi drama dahil olsa da olmasa da, hayatın sürdüğünü keşfedip dramın dışında kalmayı seçtiğinden, birkaç yıldır haber dinlemeyip, gazete de okumadığından, ortanca kız kardeşinin, soba tutuştursun diye, üşenmeyip Bursa’dan taşıdığı gazeteleri güzeeeelce ortalığa yayar. O ara, en üste serdiği Cumhuriyet’in Ekonomi Sayfası’nda, onpunto’yu anlatan, blog, blog yazarlığı üzerine bilgi veren bir yazı-haber dikkatini çeker. Sebastian’ın, söyleyecek çok sözü olduğunu söylemesi, Basiret Hanım’ın da yüreklendirmesiyle abla”, küçük kız kardeşinin hediyesi laptop başına geçer, Google’da onpunto’yu arar, bulur ve 21 Mart 2007 tarihli ilk yazısını yazar.

Blog’unun adı “Konsomasyon Taburesi”, kendisi “senbilirsinabla”dır. Başlangıçta rümuzlu cinsinden bir Güzin Abla çeşitlemesi düşündüyse de, ölçemediği okunma ve gerçekleşmeyen katılım yüzünden taburesine, ev yapımı terapi amacıyla kendi tüner; “abla”nın eteğinde dökmesi gereken bir yığın taş vardır. Onpunto kapanana -9 Temmuz 2008- dek, 164 tane Konsomasyon Taburesi yazar. Daha çok günlük havasındaki yazıların, eteğindeki taşları çok da hafifletmediğini görmekte gecikmeyen “abla”, daha cesur, daha içten davranması gerektiğini düşünür.

Sevgiyi yitirmeme adına, yıllarca söylemediği, söyleyemediklerini yazdığı yeni bir blog açar “abla”: “…demek isterdim!”. 50-60 yazıyla, daha çok ego’su Sebastian’a hizmet eder görünen “…demek isterdim!” i, 30 kadar yazıyla, madalyonun üçüncü yüzünü irdelediği, sağduyusu Basiret Hanım’ın desteklediği “Öte yandan…” izler.

Onpunto’nun beklenmedik vefatından sonra, gezi yazılarını senbilirsinablaseyyah, sinema yazılarını senbilirsinablasinefil isimleriyle, –kendi kendine konuştuğu, bağırsa da kimsenin duymadığı, kapısı ve penceresi olmayan odaya benzettiği- bloglarında yayınlarken, araya sora, -kapıları, pencereleri, salonu, mutfağı olan, insanların bir araya geldiği- blogcu, azbuz, binbirfikir, sinemablog’u keşfeder, derken onpunto’dan arkadaşları birmilyonkalem’de toplanırlar.

Senbilirsinabla adıyla yola çıkan, binbirfikir’de Fatma Kutlusoy adıyla tanınan “abla”, okunulurluk sıralamasında nerede olduğunu bilmez. Şöyle düşünür; her zaman izlediği rotada, aklı-gönlü ne sormuş, yaşamı boyunca ne bilmek istemişse, zaman içinde er geç, mutlaka yanıtı bulmuştur; bu açıdan baktığında içi rahattır, ihtiyacı olan der, “ya Konsomasyon Taburesi’nde, olmadı, …demek isterdim!de, ya da Öte yandan…da, belki de diğer yazılardan birinde, kendisine gerekeni mutlaka bulacaktır…”

1 yorum:

ümit kentsoylu dedi ki...

Bu kadar kapsamlı bir yazıya hiç yorum yapılmadıysa, demek ki hayat sizi pek takmamış.