23 Eylül 2012 Pazar

“Abla” grubuyla katılımcılar on dördüncü gün Caracas’a, ertesi gün de memlekete dönerler.


30 Ağustos 2012 sabahı, kahvaltıda, tanıdık bir sima; lokma. Sırt çantasını resepsiyona bırakanlarla “abla” grubu, üç tanesinin suyun ortasında durduğu palmiyeli, pembemsi kumu özel, -kumsaldaki cafenin çatı ön-arka üçgeni uçak burnuyla süslü- lagüne, bol fotoğraf çekilen kısa bir yürüyüş yapar. Rastladıkları, minik burunlu ince hatlı yüzleriyle ufak tefek yöre insanı, ona göre o kadar Asyalıdır ki, “abla” Canaima’daki günler boyunca, kendisini Güneydoğu Asya’da hisseder.

10:30’da, yürüyerek de ulaşılabilen küçük havaalanından bindikleri pervaneli uçaklarla, şelalelerin uğurladığı grup, toprağın hiç görünmediği, su baskınına uğramış orman manzarasını aşar, öğle saatinde Puerto Ordaz Havaalanı’na konar. Kendilerini Caracas’a götürecek uçak gecikir; bu, gruba lezzetli kurabiye, guava lokumu gibi özel lezzetleri keşfetme olanağı sağlar.

Caracas’ta Ludwig’in karşıladığı grup, yükselerek kente giderken 600.000 kişinin yaşadığı, suç oranının %90’lara vardığı -altyapısız gecekondu mahalleleri- Barrio’dan geçer. “Kent, yaklaşık 1000 m ile 700 m arası yükseklikte dağlarla çevrili bir vadide kurulu” der Ludwig, “batıdan girdik, doğuya modern kentin başlangıcına doğru gidiyoruz… Negro Assado tatlı soslu biftek, Arepa denen hamburger, muz kızartması, pirinç, fasulye tipik yemekler…”

Ludwig grubun ertesi sabah şehir turu için otelden çıkarken, plaj turisti gibi giyinmemesini, değerli şeylerini üzerinde taşımamasını rica eder. Dışarının zor seçildiği, koruma amaçlı “tented” füme camlı arabada, bu kez Ludwig katılımcılar için bir miktar para bozar.

Otelin girişindeki solda sigara içilmez, sağda silahla girilmez tabelaları, gözden kaçacak gibi değil.

Akşam yemeğine, birlikte -üstüne elektrikli teller eklenmiş, yukarılara dek çıkan parmaklıklarla sarılı binalar önünden- yürünerek gidilir. İyi niyetli garsonlarla grubun, azıcık İspanyolcaya İngilizce karıştırarak elbirliğiyle, mönüdeki en tanıdık isimlerle düzenlediği, sürahiler dolusu –“abla” grubunun Endülüs gezisi sırasında Sevilla’de tanıyıp bayıldığı- sangria’lı yemeğe, TV’den naklen yayınlanan, haklı iddiasını her zaman sürdüren Venezuela Güzellik Yarışması eşlik eder.

Dönüşlerinde camlı kapısını sıkı sıkı kapalı buldukları otelin neşeli kapıcısı gelenleri, hoşgörülü kız yurdu nöbetçisi edasıyla incelemeden bırakmaz.

31 Ağustos 2012 sabahı, füme camları ile şoför kısmı, dantelli kırmalı perdeli karanlık, soğuk otobüsle başlanan şehir turu için yola koyulan gruba Ludwig “Şehrin yeni bölümündeyiz” der, La Merced’e gidiyoruz, oradan yükseleceğiz. Nüfusun %71 yerli, %18 beyaz, %9 -kıyılarda- Afrikalı, %1 Hintli… ”

Dağın kaymasını engelleyen yüksek duvarlar ardında parmaklıklı, elektrikli telli, özel güvenlikle korunan zengin evleri, golf kulübü… “Tepedeki evler, 300-400 metrekare 1 milyon USD”

Taraçadan kentin zengin bölümünü fotoğraflayan grup yola koyulur: “Batıdaki ilk yerleşim 1567, yıkılıp yerine yeni kent yerleştiği için kolonyal bölüm çok az” diye devam eder Ludwig “ayrıca koloni döneminde de burası önemli değilmiş… yeşil alan Botanik Bahçesi…” Cadde üzerinde sıkça, salsa kursu tabelaları; deprem kuşağında olmalarına karşın, vadiye saplanmış çok katlı binalar… “Yoksulluğu rakamla ifade etmek çok zor, Chavez %50’ye indiğini söylüyor ama rakamlarla oynanıyor. Vergi kaçırmak için Barrio’da yaşayan zenginler var… Sermaye medyayı, haber kanallarını kontrol ettiğinden, Chavez çoğunluk dağlarda yaşayan halka, makarna, pirinç paketleri arkasına koydukları mesajlarla ulaşmıştı… Adı, Güzel Dağ anlamına gelen semti geçiyoruz… Metro 47 duraklı… Şehri boydan boya geçen kirli bir nehir var.”

Direklerde, 7 Ekim’de yapılacak seçimde Chavez’e rakip olacak 40 yaşlarındaki aday Capriles Radonski posterleri; “Ailesi Polonyalı, Nazilerden kaçmışlar, 90’larda valilik yapmış.” Ludwig’e göre “Şansı yok”. Chavez sonrası olumlu gelişmeler? sorusu, “Eğitime çok yatırım yapıldı, petrolle ilgili imtiyazların geri alınmasının ise olumsuz etkisi oldu, birden zenginleşme tarımda tembelliğe neden oldu, şimdi tahıl ithal ediyorlar, turizme de ilgi yok” yanıtı alır.

Grup, çok geniş bir alanı kaplayan dikdörtgen formlu Özgürlük Anıtı’nda durur. 1814-1820 arası tüm savaşların, karşılıklı iki devasa, önlü arkalı kolon üzerinde kabartmalarla anlatıldığı anıt, sağlı sollu dizilmiş, 11 –Miranda, Ribas, Brion, Arismendi, Piar, Bermudez, Marino, Urdaneta, Bolivar, Sucre, Paez- kahramanın heykelleriyle çok etkileyici.

Bakımlı çevresi çiçekli, sıra sıra palmiyeli, tertemiz çivit mavisi mozaik zeminli, beyaz bulutlu göğün aynası uzun havuzların aralarında, dört çıplak kadının başı üzerinde yükselmiş fıskiyeli dört küçük havuzla devam eden uzun anıt/park, –karşı kaldırımda yenilenmekte, yerlilerin yaşamı, beyaz adamın gelişi, özgürlüğün kazanılması konulu üç mozaik pano- aslanlarla çevrili yüksek alanda, ardında dikilitaşla, at üzerinde yerli heykeliyle sona erer. Yerli heykelinin durduğu platform, 200 km ötede yapılan son savaş ile barış antlaşmasının imzalanışı konulu kabartmalarla süslü. Ludwig’in palmiyeler üzerinde uçuşan bir çift siyah kuşun ülkenin sembollerinden papağan olduğu açıklaması, “abla” grubunun papağan imajına uymadığından pek itibar görmez.

6 milyonluk kentin sıkışık trafiğinde ağır ağır yol alınırken, ülkeden ayrılalı hiç tükenmeyen ikramlara eklenen hurma ile süren turda “abla”nın gördükleri: Canaima konulu güzel duvar resimleri; iki adımda bir, en çok, köşesi beyaz yıldızlı, sarı, lacivert, kırmızı kalplerle, Corazon de mi Partria yazılı, -çok sevdikleri, “abla” ya kalırsa bilincin dönüşümünün en güçlü kanıtlarından safkan yerli başkan- Chavez konulu seçim sloganları; futbol ve beyzbol stadları; turuncu yelekli toto, loto satıcıları… “Reklâm konusunda sınırlama var, eskiden kalma çok büyük panolar kaldırılmış”… Sinagog, ardından görünen Latin Amerika’nın en büyük camilerinden birinin minaresi… Mahogany (abanoz) ağaçları parkı; kentin en yüksek binası; ulusal sanat müzesi; çocuk müzesi; mimarlık müzesi; eski boğa güreşleri arenası, şimdi müze; halk pazarı… Büyük cipler arasından süzülen çok sayıda motosiklet; festivallerde bir kasabanın canlandırdığı şeytanlı, Hıristiyanlık sembollü, maskeli danslı gösteriyi konu eden detaylı duvar resmi; seyyar yiyecek içecek satıcıları… Eğitim Bakanlığı önünde ara sıra yolu kesen lobutlu akrobatlar Chavez için seçim propagandası yapmakta.

Kolonyal caddede yürüyerek, tabelasında 24 Julio 1783 yazılı, Bolivar’ın, doğup çocukluğunu geçirdiği büyük kolonyal eve varan grup yüksek tavanlı petek karolu, 1920’de restorasyon görmüş odalarda, duvarlar dolusu, zenci dadısının ellerinde, 13 yaş töreninde, şair öğretmeniyle, iki kez gittiği Madrid’te tanışıp severek evlendiği, 8 ay sonra sarıhummadan ölen karısının yatağı başucunda bekleyişi, 1811’deki büyük depremde “Bu size Tanrı’nın cezası” diyen papaza, “Doğa bile karşı çıksa yolumuzdan dönmeyeceğiz” deyişi, İspanyollarla savaşları… konulu tablolar görülür.

Öğretmenleriyle bir anaokulu öğrencilerinin şenlendirdiği evin diğer bölümleri; atların tımar edildiği eğimli orijinal zemin, yalak; bahçede gövdeye yapışık gibi duran pembe orkide, Mayıs Çiçeği; tepeden ulusal banka binasının baktığı, sütunlu kemer ardında -sağlık sembolü- nar bahçesi; köleler bölümü; mutfakta, dolaplarda kap kacak, tahıl ezmeye yaran taş kurna, masa, sandalyeler; yemek odasında Meksika’da üretilen Çin porselenlerinin olduğu camlı dolaplar…

“Bolivar tüm servetini bağımsızlık savaşı sırasında harcamış…” Chimborazo savaşının çok kötü gittiği sırada depresyona kapıldığı bir anda, bir melekten ilham alışını anlattığı şiiri resmeden çok etkileyici tablo; şapel; ayrı bölümlerde kadınlar ve erkeklerin odaları; akrabalarının portreleri; evlilik töreni,  “anne babasını da bebekken kaybetmiş Bolivar, eşini kaybedince bir daha evlenmemeye yemin etmiş”; 1498’de Kolomb’un ilk gelişi,  1811’de ilk başkaldırı konulu tablolar. “Caracas o zamanlar, kırmızı kiremitlerin şehri diye anılıyormuş.

Bitişikteki bir başka Bolivar Müzesi’nde girişte, boydan boya, ilk meclisin toplanıp bağımsızlık antlaşmasını imzalaması konulu tablo; avluda, ortada havuz, güneş saati, armalı taşlar, balkonlar; içeride 1.62 boyundaki Bolivar’ın giysileri, dört kişinin taşıdığı bir kişilik tahtırevan, top ile savaş alanından siper canlandırması; köleler için kaçışlarını önleme ve işkence aletleri…

Kolonyal cadde yürünürken rastlanılan küçük meydanda Rus roketi esinli kırmızı siyah anıt; adım başı Chavez taraftarlarının broşür dağıttığı çadırlar; Plaza Bolivar’a bakan, Bolivar ile karısının birkaç ay yaşadıkları ev… Park girişinde serbest zaman sonrası buluşmak için sözleşen grup, çevreye dağılır. “Abla” grubu, meydan çevresindeki dışişleri, kulesi depremde yıkılan katedral, valilik binalarına göz atar; mimarisi Arjantin ve tango esinli Teatro Principal cephesindeki –baş iskeleti etlendirilerek bilgisayar yardımıyla yapılan gerçeğe en yakın, iki farklı açıdan - Bolivar portreli koca afişleri fotoğraflar.

Bol ağaçlı küçük meydanın ortasındaki 1874 tarihli, iki ayak, kuyruk üzerinde duran –Lima’dakinin kopyası- atlı Bolivar heykeline bakarken yanlarına yanaşan, kırmızı bere, yeşil pantolon, postallı görevlinin -Guardia Patrimonial- armalı krem gömleğine işli adı, W. Pacheco. “Abla” grubuna önce granit anıt üzerindeki heykeli, sonra çevredeki önemli binaları tanıtır. Bedava okumasını, İngilizce öğrenmesini sağladığı için minnettar göründüğü Chavez’den coşkuyla söz ederken, meydanda gördüğü akrabalarını -yaşlıca bir hanımla genç oğlu- yakalayıp getirir; nereden olduklarını öğrenince sevgiyle “hoş geldiniz!” dediği “abla “grubuyla tanıştırır. O kısacık zamanda öyle kaynaşırlar ki, küçük kız kardeş grubu fotoğraflarken, iri kıyım genç, çektiği fotoğrafı uzaktaki kız arkadaşına gönderir.

İyi dileklerle vedalaşılır, “abla” grubu, görevlinin sözünü ettiği kadınlar manastırını keşfetmek için ara sokağa dalar. Birden duraklarlar; Estambul Kebap tabelası altında, elinde döner bıçağı, başında kepi, gömleğinin sırtında laleli Turkey logosu işli bir adam! Kardeşlerin, “Hayırlı işler, kolay gelsin” diye başlattıkları; Çorumlu Adil (Aydın) Bey’in 3 yıldır burada olduğunu, çağırdıkları yerlere gidip dönerciliği öğrettiğini, evine 8 ayda bir gittiğini, evet, zor olduğunu…, Venezuela’da 100, Caracas’ta 20 Türk bulunduğunu aktardığı sohbet, “…alışveriş ederken dolar falan çıkarmayın, yasak burada” uyarısıyla sona erer. Gurbet elde köylüsüne rastlamışlık sevecenliğiyle ayrılırlarken, Adil Bey arkalarından seslenir “bir şey ikram etseydim?

Bir eczaneden su ile merak ederek aldıkları kızarmış muzu çok tuzlu bulan “abla” grubu, meydanda diğerlerine eklenir. Beraberce, Chavez’in çalıştığı, önü kırmızı berelilerce tutulmuş Miraflores Palace önünden geçer, otobüse binerler.

Sağlı sollu tepelere serili, alt yapıdan yoksun olduğu için veremin yaygın olduğu Barrio’lar arasında, trafiği sıkışık oto yolda santim santim yol alarak havaalanına ulaşılır. Ludwig ile geziyi birkaç gün daha uzatacak olan, gruptan bir hanım ve rehberiyle vedalaşılır.

Görevlilerin, işaretle ayakkabı çıkartarak x-ray’e soktuğu grup, söylenerek, -uzun gece yolculuğuyla İstanbul’a aktarma yapacakları- Madrid’e gidecek uçağa binmeye hazırlanır.

1 Eylül 2012 akşamüzeri Yeşilköy Atatürk Havalimanı’a indiklerinde “abla”nın kol saati, -kim bilir hangi coğrafyaya ait- 8:40’ı göstermektedir.


Venezuela güzellik yarışması haberi

Caracas Özgürlük Anıtı

Caracas görselleri

Plaza Bolivar görselleri

Chavez;  Corazon de mi Partria

22 Eylül 2012 Cumartesi

On üçüncü günde “abla” grubu ile katılımcılar, kamptan Canaima’ya dönerler.


29 Ağustos 2012 sabahı havanın ağarışını izleyerek gün doğarken uyanan “abla” –lezzeti, kokusu bir yana bırakıldığında pekâlâ içilebilen açık kahverengi duru- suyun, tuvalet için depoya basılmasını bekleyenlere katılır. Bir gün önceki yağmurda ıslanan, duvar üzeri, hamak ipleri, çatıyı taşıyan kütüklere salkım saçak serilen giysiler, yoğun nemli havada aynı ıslaklıkta…

Bir gün önce alacakaranlıkta görmedikleri Angel Şelalesi manzaralı kampta, yine taaa Canaima’dan taşınmış yiyeceklerle yapılan kahvaltı sonrası grup, ucu şelaleye varacak orman yürüyüşüne hazırlanır.

Arkadaşlarının Caro! diye seslendikleri Carolin, patika boyunca renkli kurdelelerle işaretlenmiş ağaç, çiçek, vs. hakkında bilgi verirken sözünü kesen, metalik sesle cırıldayan böceğin, bir gün yaşadığını söyler. Ara sıra, akan ya da göllenmiş su ile kaygan ağaç köklerinin, yürüyüşü tırmanışı kolaylaştıran basamaklar yarattığı patika dışında loş orman, göğü gizleyen sık uzun ağaçlarla, sarmaşıklarla sıkıca örülü. Öyle ki, yerde adım başı rastladıkları yumurta büyüklüğündeki küpe çiçeğinin düştüğü ağacı ayırt edebilmek mümkün değil.

Bazen, bataklık zeminde dikkat isteyen, yaklaşık iki saatlik yürüyüş sonunda, -anlattığına göre, Chavez kendisini Küba’ya siyaset okumaya yollamış ama o dönüp gelmiş- yerel rehber Eliad’ın, dik tırmanışın başlangıcında, eliyle çizdiği 90 derecelik açıdan hiç hoşlanmayan “abla”, teyze dâhil dört kişiyle kampa dönmeye karar verir. Dönüşlerinde, Angel Şelalesi’nin 979 metreden düşüşünü izledikleri ufak mola sonrası vardıkları, güneşin pırıl pırıl ısıttığı kampta çamaşırlarını yeniden serer, sonra nehirde yüzmeye giderler. Bu, nehrin -akıntıya kapılanın kurtulması çok zor- güçlü debisi yüzünden, yüzme olmaz; hızla akan pas rengi duru su kıyısında “abla”, suya gömülü sağlam bir taşa tutunup güçlü akıntıda salınmakla yetinir.

Şelaleye en yakın noktadan bakıp, topluca fotoğraflanan katılımcıların çok yorgun dönüşüne bakan “abla”, dönmekle iyi ettiğini düşünür. Öğle yemeği yenir; serili giysiler, otlara serilmiş can yelekleri toplanır. Bir gece önce orada kalındığına dair en ufak iz bırakmaksızın –çöplerin de taşındığı- kanolara yerleşilir, bu kez akıntı yönünde olduğundan üç saat sürecek yola çıkılır.

Önceki gün kampa giderken yakalandıkları seri yağmurda, burunlarının dibi dâhil, hiçbir şey görememiş katılımcılar, korunmasız olanı kavurabilecek güneş altında, sağda solda, kuşların uçuştuğu sık bitki örtüsü ortasında çağıltıyla akan Carrao Nehri’nin bir başka kolu Churun- üzerinde yol alırken, arada, sığ dibe çarptıkça yekpare kütüğün çatırdadığı, yüreklerini hoplatan rapid’lerden geçerler. Böylece yola çıkmadan gezi programını okuduğunda tanımadığı rapid kavramıyla karşılaşıp merak eden “abla” gayet tatminkâr bir yanıt alır: Yağmur mevsiminde dehşetle akan suyun, zemine, debinin düştüğü kıyılara gelişigüzel yığdığı irili ufaklı taşlar, bazı yerlerde üzerinde otların yetiştiği adacıklar yaratmış. Kökünden sökülüp sürüklenmiş bir ağacın da nehrin ortasına boylu boyunca uzanabildiği bu gibi noktalarda, kanonun burnunda elinde kürekle oturan genç, suya inip çıkarak, tekneyi itip kakarak tehlikeyi savuşturmaya çalışırken, arka uçtaki, motoru sudan çeker, bekler, beklerken hızlanır, hızlanır ve kritik noktayı hızla aşar. Ve elbette rapid geçişleri, kenarlardaki bir karış yüksekliğindeki turist bariyerine karşın, 8-10 sıraya ikişerli oturmuş katılımcıların, kalan kuru yerlerinin tam olarak ıslanmasına neden olur.

Nehrin iki yanındaki sık orman örtüsü üzerinde aniden yükselen, tepeleri dişli, dimdik yamaçlarından köpürerek şelalelerin indiği Gran SabanaAuyan Tepui (2620 m)Roraima (2723 m)Chimanta (2700 m)Kukenan (2650 m) isimli çok görkemli sıradağ/kayalara çöreklenmiş yağmur bulutları tehdidinde yapılan yolculuğa, ara verilir. Grup, kısa yürüyüşle vardığı, üstten yayılıp köpüklenerek akarken izlediği Sapo Şelalesi’nin, birkaç basamakla inilen altından, iki kez de mayo ile geçer. Geçişte çarpan yoğun akışın izin verdiği, suyun, ardını tül perde gibi gösterdiği sakin düşüşte bile, akışın rüzgârı fırtına şiddetinde…

Mayolar üzerine geçirilen şort, tişörtle -bunca bol suyla çürümesi hızlanan bitkinin yarattığı humusu bünyesine almayıp, pembecik rengini ne yapıp edip koruyan, tek tük bodur ağaçlar, ufak tefek ot öbekleri dışında tertemiz, çöl kumunda- muhteşem savana manzarası içinde, batmakta olan güneşe yürüyerek kıyıya varan, son kez kanoya binen grup, ertesi gün ayrılırken uçaktan, gezinin özeti gibi, tümünü birden göreceği şelaleler önünden hayranlıkla geçer; suyun, onca patırtıdan sonra sakince dinlendiği Canaima Ulusal Parkı lagününde karaya çıkar.

Suya doymuş bedenler kurutulur, ıslak giysiler odaların veranda korkuluklarına asılır. Akşam yemeğinde çorba, -ekmek yerine her zaman- pirinç, et dışında, özlenen salata ve bol sebze sevinçle karşılanır.

“Abla” yatarken penceredeki cam panelli jaluziyi aralar; yağmur sonrası, bilinmedik hayvancıkların sesiyle şenlenen, ıslak taze tropik bahçe kokusu ile çevre yolu değil, şelalenin uğultusu! dediği geceyi dinleyerek derin uykuya dalar.


Raton’dan Angel Şelalesi

Gran Sabana

Canaima Ulusal Parkı görselleri

21 Eylül 2012 Cuma

On birinci ve on ikinci günde “abla” grubu ile katılımcılar, Caracas geçer oradan Canaima’ya giderler.


27 Ağustos 2012 sabahı Venezuela’nın başkenti Caracas’a geçmek için havaalanına yollanan gruba, önce ziyareti için teşekkür eden Jose, sorularına İspanyolca yanıtlar aldığında yetinmez, bir de kolonyal tarih konulu kompozisyon ister. Sonra ciddileşir, ülkesinin adıyla birlikte anılan –son zamanlarda Meksika’ya kaydığı söylenen- uyuşturucu konusuna değinerek “80-90’lardaki imajla ilgileniyoruz” der, “koşulların değiştiğini göstermek istiyoruz. Lütfen ülkenize gittiğinizde gözlemlerinizi anlatın.”

Neşeli bir oğlan çocuğu gibi görünürken 7 yaşında bir oğlanın babası Jose ile vedalaşan grup, öncekilere kıyasla olaysız biçimde, önce Kolombiya başkenti Bogota’ya, ardından, kanatların belli belirsiz göründüğü, motor sesinin boğulduğu kirli beyaz bulutlar içinde Venezuela başkenti Caracas’a uçar.

Caracas’ta, havaalanı çıkışı bindikleri arabanın füme camlı pencerelerinin perdeleri esrarengiz biçimde kapalı. Sarışın –Alman- rehber Ludwig ile “Truva savaşından…” diye tanıttığı şoför Hector dışında, perdeler kontrol edildikten sonra arabaya binen üçüncü Venezüelalı, üniformalı bir görevli.

“Ülkeye fazla dolar girmesini istemediklerinden…” açıklamasıyla, resmi görevlinin, 8’den, (döviz bürolarında resmi kur 4) şakır şakır dolar bozduğu tuhaf işlem sona erer, adam iner; grup, rehberlerin “saatlerimizi yarım saat ileri alıyoruz” uyarısıyla, gece kalacakları otele yollanılır.

Ertesi gece kampta konaklayacak grubun, -ondan sonraki gece konaklanacak yere yollanacak bavulu dışında- yapması gereken sırt çantası içeriği tekrarlanır: “Sinek kovucu, koruyucu güneş kremi, iki yürüyüş ayakkabısı, plastik terlik, mayo, yağmurluk, güneş gözlüğü, şapka, gece serin olur eşofman, yedek giysi… Pasaportlarımız yanımızda olsun.”

Tenha otelin çatı katında yenen –gezi boyunca sık sık rastlandığı gibi, az İngilizce’li sınırlı iletişimden doğan, katılımcıların bir diğerinin siparişine bakarak kopya çektiği, ne çıkarsa bahtına, her tabağı sürpriz- yemek sonrası, ertesi sabah 05:00’te hareket edileceğinden odalara çekilen grup, elindeki buzlu su dolu sürahileri bırakmak için kapıları çalan yaşlıca yerli hanım tarafından tek tek ziyaret edilir.

28 Ağustos 2012 sabaha karşı kumanyaların dağıtıldığı lobide toplanıp, bavulların emaneten bir odaya kilitlenmesi sonrası varılan havaalanında, grubun uçağına giden kapı numarası, bilette 2 iken, önce 9 ardından 5 olur. Çantalarda yer alan -100 ml de olsa- sıvılar, el konması ihtimaline karşı, iki çantada toplanır bagaja verilir.

Uçağa tırmanan merdivenler başındaki görevli, gerilerdeki teyzeyi fark eder, öne alır. Görevlinin bu tavrı, ülkesinde yaşlılar giderek alay konusu olurken “abla”ya, Küba’da, Arjantin’de tanık olduğu, çok yaşlı adamların çalıp söylediği parçalarla dans eden yaşlı çiftleri saygıyla, hayranlıkla izleyen insanları hatırlatır.

Bir saatte varılan Puerto Ordaz Havaalanı’nda, 6’şar kişilik Cessna tipi pervaneli küçük uçaklara dağılan gruptan “abla”, payına düşen, tişörtüyle aynı, oksit sarı renkli uçağa bayılır. Parlak sarı hareli gözlüklü, yakışıklı pilotun, yanına oturttuğu “abla”nın arkasında, küçük kız kardeşi ile oturan hanıma, eskice uçak güven vermemiş olacak ki, “Dua et Fatoş Abla” ricasında bulunur.

Dünyanın yuvarlaklığını ayan beyan gözler önüne seren yükseklikte, 1 saat 15 dakika süren yolculukla aşılan sık bitki örtülü, çok geniş, paramparça arazi manzarası, derinliği anlaşılamayan mavisi az, köpüklü çamurlu suyun baskınına uğramış gibi görünmekte.

Uçaklardan inip sıralar dizili kamyon kasasında Canaima Ulusal Parkı’na varan grup, kano yolculuğuna uyacak biçimde kostüm değiştirir. Yeniden binilen kamyon, çevrede yaşayan 25 etnik gruptan bazılarıyla birkaç Türk’ün olduğu, 2050 kişinin yaşadığı -anaokulu, hastane, muhtarlık, kilise…- köyden geçer, çevre hakkında bilgi edinerek, kanolara varır.

İnce, ıslaklığına göre pembenin tatlı tonlarındaki kumu yalayan nehre çamurlu rengini veren demir, bariz pas kokusuyla hemen fark edilmekte. Yekpare kütükten oyulmuş, kenarlar 1 karış yüksekliğinde turist bariyeri çakılarak yükseltilmiş, ardı motorlu kanolarda, ahşap sıralara can yelekleri kuşanarak dağılan grup, alışveriş yapacağı küçücük dükkânın bulunduğu tepeye yürüyeceği noktada inene dek nehirde sakince yol alır.

Tek tük ağaçlı otlarla kaplı arazi yürünür, buradan sonra alışveriş edebileceğiniz yer yok, uyarısıyla alışveriş yapılır. “Abla” üç su bir bira alır, işaretle fiyatı sorar;  çöplerin –bu dağ başında bile!- dönüştürülebilecek biçimde ayrıldığı, tertemiz, küçücük, toprak zeminli dükkânda, kucağında bebeği, çocuklarıyla yerli kadın, miktarı hesap makinesine yazar, uzatır; sessizce, alışverişi yapanın vereceği nihai kararı, –“abla”nın yolculuğun başından beri gözlediği şekilde, asla elini uzatmadan, onurlu biçimde- paranın, verilmesini bekler.

Yeniden kanolara binilir; biraz daha hızlanmış Carrao Nehri kollarından birinde hoplaya zıplaya ıslana giderken ikinci mola, suyun girintisinde gümbürtüyle akan şelale kıyısında verilir. Mayoları içlerinde, soyunup suya dalan, bir mücadeleyle zor tırmanılan kayaya öncekilerin yardımıyla çıkanlar arasında “abla” da vardır. Suyun şiddetine direnmek için oturduğu yerde geri geri yol alırken rehber Reyhan’ın yardımıyla ayağa kalkar, böylece suyun çarptığı alan azaldığından toparlanır. Kısa ama geniş düşerken çok etkili suyun yarattığı perde ardındaki, ancak soluk alınabilecek kadar ufak mola noktasına, çıkanla yer değişerek giren “abla” o kısacık aralıkta değişik, derin bir huzur duygusu yaşar.

Sudan çıkanın eline verilen kaplarda, kola, su eşliğinde kıymalı makarna var: Grup sık ağaçlar arasındaki kayalara oturup sürpriz öğle yemeğinin tadını çıkarmaktayken puslanan hava –belli ki bu coğrafyada- hiç nazlanmaz. Islanmaya karşı branda altına gizlenmiş sırt çantalarından yağmurluk çıkarasıya, suya girmemiş olanlar da, mayoları üzerine hızla tişört, şort, yağmurluk geçirenlerle eşit miktarda ıslanırlar. Hızla toparlanılır; can yeleklerini kuşanmış yolcusunu alan iki kano, dolu kadar sert darbelerle yağan iri yağmur damlaları altında akıntıya karşı –şelale öncesiyle beraber- dört saat süren yola koyulur.

Akşam çökerken, yağmur ormanı iklimini birebir deneyimlemekten yorgun, sessizce Raton Adası üzerindeki kampa varılır; çantasında kuru kalmış nesi varsa üstünü değiştiren, yakından kesilip baltayla parçalanan ağaç yakılırken alazı mutluluk yaratan koca ateşin yakınına sokulur. Önündeki tahta sıradan bir ara şarkıların yükseldiği ateş, aynı zamanda grubun tüm yiyeceğini de taşıyan iki kanoyla gelmiş tavukların, özel sosa bulanıp adam boyu uzun tahta şişlere dizilerek döne döne pişirilmesi içindir. O ara, katılımcılardan bir hanımın topladığı, arkadaki ağacın olgun meyvesi papaya, mutfakta dilimlenir, ikram edilir. Bir ikisi mutfakta, diğeri ateşin başında çalışırken ikisinin otuza yakın hamağı kurduğu, bir yanı uzun yemek masalı, üstü çinko çatılı yarı açık koğuş, daha sonra hanımlar ve beyler bölümü olarak belirlenir.

Patates salatası, -bir iddiaya göre Orta Asya kökenlerini kanıtlarcasına, yolculuk boyunca her yemekte en az Çinliler kadar tüketilen- haşlanmış pirinç, sınırsız tavuk, üşenmeden memleketten taşınmış rakı yanında tüketilirken, günün zahmeti yavaşça geride kalır.

Ortak kullanım için depoya su basan, elektrik sağlayan jeneratörün sesi 22:00’ye doğru kesildiğinde hamaklarında uykuya varan gruptan “abla”, rahat ama alışık olmadığı yatış biçiminde uzun süre uyanık kalır, pek de uzak olmayan Angel Şelalesi’ni, nehrin huzurlu şırıltısına karışmış gece hayvanlarının seslerini dinler.

20 Eylül 2012 Perşembe

Gezinin onuncu gününde “abla” grubu, Totuma Volkanı kraterinde çamur banyosu yapar.


26 Ağustos 2012 sabahı otelin, sıcak nemli havayla coşmuş –çoğunluğu beyaz, sarı, turuncu, kırmızı, pembe begonvil- çiçekle sarılı terasında kahvaltı yapan, önceki gün aldıkları talimata uyarak denize gider gibi hazırlanmış grup 8:00’de yola koyulur.

101 yıllık, halen klasik müzik konserleri yapılan tarihi Heredia Tiyatrosu geçilir; denizin eskiden surları yaladığı, -70 yıl önce doldurularak yapılmış- Karayip kıyısı boyunca uzanan yol kenarı yeşil alanda spor yapanları, halk plajlarında, iki yanı ve üstü kapalı tente altlarına yerleşenler -günlük 7 USD’a kiralanıyormuş- izler.

“Benzinin galonu (3.7 lt.), 5 USD (9 TL)… Kolombiya’nın petrolü var ama gerillalar rafinerileri patlatmışlar. Şimdilerde Amerika’ya ham satıyor, işlenmiş alıyorlar… Başkan sol eğilimli, Venezuela ile, Chavez ile ilişkileri düzeltmek için bu iyi.”

Yolun iki yanındaki yoğun bitki örtüsü mangrove “su rezervini koruyor, bir de balıklar buralara geliyorlar yumurtlamak için… Shakira’nın memleketinden geçiyoruz.”

Aktif olmayan Totuma Volkanıvolkan demeye bin şahit ister, iki katlı ev hacminde alçakgönüllü bir tepe. Çamura girmek için otobüsün perdelerini kapatıp mayolarını giyen –tam kadro “abla” grubuna ek birkaç hanım-, ahşap merdiveni tırmanırlar.

Orta boy bir odadan büyük olmayan kraterdeki kalabalığın caydırdığı birkaç katılımcı daha, inişin dikkat istediği merdiveni inip lagüne nazır terasa giderler. O arada, birkaç basamak ahşap merdivenle, ters dönüp girilmesi gereken çukur, önceki grubun ayrılmasıyla tenhalaşır. İçinde -kasketli- masajcıların kaldığı, ne yüzülen, ne ayakta durulan, hareketin ancak kenardaki ahşap tutamaklarla sağlandığı, karılmakta çimento kıvamında ve rengindeki banyoda bir neşe, bir neşe! Üzerinde, batmadan öylece durulan, Dünyanın göbeğinden gelen şifalı materyal içinde Reyhan, “çamura yatmak dedikleri” der, “bu olsa gerek.”

Girmeyen dostların, çamura belenmiş katılımcıları epey eğlenerek fotoğrafladığı seans, masaj yaptıranlarla uzar. Omurilik ve tabanlarıyla epey uğraşan masajcısı “abla”nın muhallebi kıvamına bakarak saçlarına bir kule ekler.

Bedenleri saran kalın kaygan tabaka yüzünden havuzdan çıkmak, girmekten çok daha zor. Yapışkan çamurun büyük kısmı, zemini kafesli çıkışta, kasketli iki adam tarafından sıyrılır ise de, kalanla yalınayak lagüne yürümek, ek neşe getiren ciddi performans gerektirir. Terastaki temiz pak katılımcıları pek eğlendiren geçit töreni, gölde, çamurluları, ellerindeki plastik taslarla bekleyen yaşlı yerli kadınlar önünde biter. Mary Hanım sıyırdığı mayosunu çalkalarken “abla” yıkanır; elbirliğiyle temizlenilir. Bu arada, temizlediklerinde, teyzenin yüzünü terk etmeyen lekeleri görünce hep birlikte duraklayan kadınlar, nedenini bilmek isterler. “Abla”nın beden diliyle canlandırdığı sahneyle düşerken yüzünü çarptığını anladıkları teyze için Mary Hanım, beden diliyle bir reçete verir; asnika isimli bitkiyi güzelce ezip, berelere sürmesi iyi gelecektir.

Herkesin kendisine masaj yapanla yıkayanı parmakla gösterdiği hesaplaşma faslı biter, araba yola koyulur. “Abla”nın “…meğer mandaların bir bildiği varmış” lafına gülünürken okyanusla lagünün karıştığı, kıyısına kanolar sıralı balıkçı köyü, ağaçlık Totuma’da durulur: Modern bir kilise, kenarında haçla bir çocuk bahçesi, bir polis merkezi, yan yana turuncu, yeşil parlak renkli evlerden birinin mavi kapısı önünde dikiş makinesi başında bir kadın, 5-6 çocukla etrafı çevrili bir büyükanne…

Dönüş yolunda “abla”yı eğlendiren görüntü: Bir adamın iteklediği, üzeri naylon örtülü üç tekerlekli araba üzerinde süslü bir yazı, Cafeteria Reynaldo.

Cartagena’ya varılır: Otel çevresinde naylon eldivenli hanımların, incecik çıtır krep arasına sürdüğü -sütle şeker pişirilerek yapılan- yerel tatlı üzerine serpilen kıyılmış fındık, fıstık sattığı arabalar yanında kaldırımda bir de çok tanıdık ekipmanıyla pamuk şeker arabası…

Ahalisi lastik terlik, tişört, şortla etkili yağış altında huzurla gezinirken, -turist olduklarını her hallerinden belli- yağmurluklu “abla” grubu birkaç meydan, sokak sonra ulaştığı, çok güzel el işi ürünlerle dolu dizi dükkânları gezer.

Acıkmış grubun bir sonraki durağı, ortasında çıkrıklı kuyu barındıran açık avluya bakan saçaklar üzerindeki kedi heykelcikleriyle pek süslü, bol ödüllü balık lokantası Juan Del Mar; Karayip Denizi’nden balık çorbası seçen “abla”nın önüne gelen, leğen boyutlu, lezzet dolu kâsede yok, yok! 

Çiçekler sarmış mavi balkonların çakılmış gibi durduğu kolonyal bembeyaz evli sokak aralarından, bu kez teyze de görsün denilerek varılan Cafe del Mar’da –epeydir özlenilen çay yerinerojo (kırmızı), verde (yeşil), negro (siyah) seçenekleriyle şişede soğuk çay var. Soğuk olması yeterli değilmiş gibi buz dolu bardakla sunulan çok lezzetli kırmızı çayın etiketinde yazılı içeriği; kırmızı çay ekstresi, cherry, blackberry suyu, natural koku/tatlandırıcı ile C vitamini. Yeşil çay ise ballı…

“Abla” grubunun bir sonraki aktivitesi, eski kenti faytonla gezmek: Yaklaşık 40 dakika süren gezi boyunca, karşılıklı ikişer kişi oturdukları, arkasında bir çift fener, beyaz döşemeli kanepede kaykılıp çatılara, balkonlara bakan “abla”, yürürken gözden kaçan, günbatımıyla renklenmiş pek çok güzellik yakalar. Çizdikleri çember tamamlanıp başlangıç noktasına geldiklerinde, sürücü, araba ve atlar ile fotoğraf çekimi için ayaklanırlar; yanlarından geçerken makineyi verdikleri adam, ne kadar uğraşırsa da çekim yapamaz. Batarya yetersiz işareti görünen makine küçük kız kardeş tarafından incelenirken teyzenin makinesine poz verilir; küçük kız kardeş bataryanın yeni olduğundan emindir, bir kez daha rica edilir. Bu arada arkaya yığılıp kornalarına abanan arabaların feryadına yetişen –turist bilinci gelişkin- trafik polisi, onca patırtı arasında, kendisi gibi engin gönüllü sürücüyle bir sohbet tutturur. Sonunda kardeşin makinesiyle de fotoğraflanan dörtlü, aradan geçen uzun sürede aralarında bir tür yakınlık gelişmiş, sürücü, fotoğrafı çeken, ucundan trafik polisi ile sevecenlikle vedalaşır.

Girişini, uzanmış bir Botero tombulu heykelinin süslediği Santo Domingo Meydanı’na varan dörtlünün niyeti, meydanın gece ilerledikçe artan şenliğini izlerken biraz dinlenmek iken açık buldukları galerideki Eladio Gil Zambrana Retrospektifi başlıklı sergiyi gezerler. 1921’de doğup 2011’de ölen sanatçının -biri Picasso, birkaçı Botero etkili- tabloları, heykelleri yanında en önemli eseri, ülkenin sembolleri arasına girmiş La India Catalina, yerli kız heykeli.

Meydanda, ellerinde mönülerle kızların çekeleyerek “abla” grubunu oturttuğu masada, dondurma, meyve suyu, erimiş dondurma ile çırpılmış çilek Malteada (8 USD) içerken, gecenin ilerlediği (20:30) saatlerde, her köşeden bir müzik, dans izlenir. Yan masada birlikte oturduğu sevgilisine, seyyar müzisyenlerden birini çağırarak gitarla parçalar hediye eden sarhoştan, yakındaki masalar da yararlanır. Kilisenin kapalı geniş kapı girintisinde konuşlanmış oğlanların çaldığı davul, flüt ve yerel enstrümanla yapılan Afrika müziği eşliğinde dört kız, Kolombiya bayrağı renklerindeki geniş eteklerini dalgalandırarak çıplak ayak dans eder.

Dönüşte, sıkıca kapalı buldukları otelin kapısındaki halkayı kullanarak seslerini duyurdukları görevli tarafından içeri alınır, ortadaki havuzdan yayılan incecik nemli serinlikte odalarına çıkarlar.

Mangrove görselleri:

TotumaVolkanı çamur banyosu:

19 Eylül 2012 Çarşamba

Katılımcılarla “abla” grubu gezinin dokuzuncu gününde, Karayipler kıyısındaki Cartagena’ya geçer.


25 Ağustos 2012 sabahı -teyzenin, fotoğrafta çıkmasın diye, yüzünün bereli yanını gizlemek üzere yerini değiştirdiği- kahvaltı sonrası, Casa Deco’nun, adı, ışıltılı mozaikle yazılı kapısı önünde toplanan grup, Candelario’nun çok hareketli genç gece yaşamını geride bırakır; dizi havuzlu yeşil alanlar, grafik kalitesi yüksek graffitili duvarlar, açık sarı kutu gibi taksilerle, iri yazılarından içi görünmeyen ufacık pencereli, rengârenk küçük otobüslerin şamatası arasından geçerek, Cartagena’ya gitmek üzere havaalanına varır.

Rutin işlemler sonrası uçağa gidecek otobüse binme noktasında İngilizce bilmeyen görevli, –kazanın üç gün sonrası, alın burun üzeri kabuklanmış yara, gözaltı siyaha çalar mor, üst dudakta şişlik- yüzünü gördüğü teyzenin uçağa binmesine izin vermez. İngilizce bilen bir başka tur operatörü hanımın İspanyolca yaptığı aracılık çözüm getirmez. Bu arada, o ana dek kenarda bekletilen  “abla” ile kız kardeşlerinin biletleri kesilir, geçişlerine izin verilir. Görünüşe göre görevli, 1-2 saat önce toplu check-in sırasında kaybolan, sonra çöpten çıkan pasaport olayıyla ömründen birkaç yıl eksilmiş rehber Reyhan ile alıkoyduğu teyzenin, sağlık durumunun uçuşa uygunluğunu onaylayacak / sorumluluğu üzerine alacak bir doktor beklemeye kararlıdır.

Az sonra “abla” grubu otobüse binecekken arkalarından yetişen, teyzeyle, ondan daha kötü görünen rehberin anlattığına göre, bankoya yanaşan –kıdemli havaalanı görevlisi?- beyin, nereden, nasıl geldiğimizi sorgulaması sırasında, 2 gün önce aynı firmanın uçağıyla Bogota’dan geldiğimiz anlaşılır, bilgisayar kayıtlarından araştırılır, teyzenin adı bulunur, uçmasına izin verilir.

Bu arada uçakta, gecikme yüzünden bileti satılan “abla”nın ortanca kardeşi ayakta kalır. Uzun görüşmeler sonucu uçak personelinin, inip bir sonraki uçakla gelmeye ikna edemediği, kendisi gibi birkaç kişinin Business Class’a geçmesine razı gelene dek bir zaman daha oyalanılır; sonunda uçak 1.5 saat rötarla havalanır.

12:00’de inilen -Hindistan Kartacası anlamına- Cartahena de Indies havaalanında bu kez, uçaktan çıkmayan bir bavul için 1 saat beklenir. “Abla”nın, üst üste gelen –şükür, bir şekilde çözümlenen- bunca aksilik için “bir şaman, büyücü, birini bulalım, gruba kurşun döksün”, önerisinin kabul görmediği gezinin Cartagena ayağı böylece, şapkalı, şirin yerel rehber Jose ve kentin en iyi şoförü, ehliyetini dün akşam almış Alvaro ile başlar.

“Bilmeniz gereken iki sözcük, bano (tuvalet) ile cerveza (bira)” der Jose, “Karayipler kıyısındaki Cartagena, Kolombiya’nın Miami’si, ülkenin 5. büyük kenti, tarihi bir merkez; ekonomisi turizme dayalı, güvenli, tek sıkıntısı sıcak. Eski kenti sınırlayan, 11 km. uzunluğundaki surlar…” önünde çocuk yetişkin uçurtma uçuranlar. “Eski kente otobüslerin girme izni yok, bagajlarımız daha ufak araçla gelecek…”

Eski kentte hayatın tam ortasında yer alan otele, küçük bir yürüyüşle varılır: Günlerdir yükseklerde, serin coğrafyada dolanan grup, bavulların alçakgönüllü bir köşesini işgal etmiş tişört, sandalet, şortları kuşanır, öğle yemeğine yollanır: Yemekte zencefil, koyu şekerkamışı şurubu, limon, yumurta buz çırpılarak yapılan özel bir içecek, Aguapanela.

Kent turunun ilk durağı, adını verdiği kilise ile meydandaki, Afrikalı bir zenciyle konuşan, altında Kölelerin Kölesi yazılı rahip Pedro Claver heykeli.

Kaleye giderken Jose’nin anlattıkları; “Eski kent 1533’te kurulmuş, İspanyolların gelişiyle kolonileşmiş. Kolombiya kahve, çiçek ve zümrüt ülkesi olarak bilinir…” Kıyıdaki kalyonu işaretle, “İspanyollar önce bu limana geldi, yolculuk rüzgâr gücüyle üç ay sürüyordu. Ganimetin toplanıp İspanya’ya gönderildiği limanlardan biri de burası.” Şehri, korsan saldırılarından 11 kez korumuş surlarla sarılı “Eski kente giriş, saat kulesi altındaki kapıdan; Kolonyal mimaride en belirgin etki Endülüs kaynaklı Moorish…”

Yumuşak rampa ile tırmanılan kaleden -San Felipe de Barajas- kent panoraması; “Anakaradayız…” der Jose, “bir ada olan eski kent ile üç bağlantısı var, korsanlar bu yüzden her yerden şehre girebiliyorlardı, 1657’de yapılan surlardan, toplarla, anakara ada bağlantısı korundu.” Bir dehlize birkaç basamakla inen gruba, uygulamalı olarak “Kaleye giren korsanlar karanlık tünelde, girintilere gizlenmiş askerleri göremiyorlardı” diye anlatır. “Duvarlar kolay çıkılmasın diye dağ gibi eğimli, aynı zamanda eğim, top ateşinde yıkılmayı engelliyor; duvarlardaki delikler kalenin soluk almasını sağlıyor; içerdeki 1600 m uzunluğundaki koridorlar korsanları psikolojik açıdan yıldırma amaçlı.” Denize inen, derinliği “abla”nın hayret ifadesiyle fotoğraflanan dehlizlerde, korsanları avlamaya yarayan girintiler adım başı... Kale içinde diğer bölümlere ulaşmaya yarayan yüksek basamaklı merdivenli bir çok başka dehliz.

Grup kaleden ayrılırken, yollar, akşam yapılacak konser hazırlığı için kapatılmakta; cadde kenarına park etmiş, üzeri Rumba Y Chiva City Tours yazılı açık otobüs, bir içki dahil 20 USD’na, 20:30-22:30 arası, kentte eğlence gezileri yaparmış.

Kentin en yüksek noktasına -Convento la Popa sadece 149 m- dolanarak çıkan yolda, İsa’nın 14 adımını anlatan 14 hac dizili. Kandillerin Meryemi’ne adanmış kiliseyi barındıran, 1607’de yapımına başlanmış Manastır, tuğla, demir kullanılmadan, kireç taşından yapılmış, “Bu yüzden sadece iki katlı”. Kolonyal mimari özelliklerinden avlu ortasındaki “sarnıç en önemli unsur, deniz suyu karışması riski yüzünden, çatı oluklarının avluya boşalttığı yağmur suyunu topluyor.” Ellerini dua pozisyonunda kavuşturup, gözlerini göğe diken Jose, “Yağmur sezonunda, ilk yağmurdan sonraki yağmurların sularını topluyorlar temizlik açısından” der, “sürekli kullanıldığından sağlık açısından problem yok”

“Ortasında Kandillerin Meryemi’nin durduğu altar önemli, 1771’de Ekvador’lu bir sanatçı tarafından yapılmış, Barok ve kolonyal stil bir arada. Tepesinde bir başka manastırdan getirilmiş Santa Clara resminin bulunduğu altar, ahşap üzeri altın kaplama.” Duvarda, adak sahiplerinin bağışladığı, sağlık kazanmış beden parçalarını temsilen –göğüs, bacak, el, kol, kalp, gözler, çocuk… formlu- ufak altın objelerle dolu bir pano.

Çok yeşil kent panoramasının açıklaması Jose’den; “Çok sıcak, gölgeye ihtiyaç olduğundan bol ağaçlı… Okyanus sulu Bakire Gölü bir lagün… Endüstri bölgesi… Futbol sahası ardında, 2-14 Ocak’ta boğa güreşlerinin yapıldığı arena…”

Papa 2. J. Paul’ün ziyaretini anısına düzenlenmiş köşe önünden geçerek otobüse yollanan, gruptan birkaç kişi çıkışta, girişlerinde de dikkatlerini çeken, sahibinin kucağına yapışmış görünen, tuhaf Tembel Hayvan’la fotoğraf çektirir.

Büyük ağız anlamına Boca Grande, yeni kentte, otellerin dükkânların olduğu turistik kıyı. Eski kentteki butik otellerin son yıllarda daha revaçta olduğunu söyleyen Jose, yağmurda suların, son 8 yıldır caddeleri örtecek kadar yükseldiğini aktarırken, bugün, yağış olmadığı halde girenin ayak bileğine kadar suya batışını, okyanusun yükselmesine bağlar. “Abla”yı dehşete düşüren bu durumdan hiç de etkilenmiş görünmeyen yüksek, modern apartmanların sakinleri, önlerindeki caddeyi neredeyse tamamen örtmüş suya aldırmaksızın sakin sakin köpeklerini gezdirmekte, kulaklıklarından müzik dinleyerek yürümekte, koşmakta…

Büyük kale anlamına Castillo Grande, yüksek apartmanlar öncesi zenginlerinin oturduğu yöre, odaları banyolu geniş daireler 300.000-600.000 USD. Castillo Grande kumsalı sakin.

Beyzbol stadı geçilir; pencere demirleri taş kesimli Zümrüt Müzesi (Museo de la Esmeralda) önünde duran grup, işine aşkla bağlı olduğu kesin görevli rehberliğinde gezilir: “Kolombiya zümrüdü en çok çıkaran ülke, zümrüt doğada pirit, kalsit, kuvars ile birlikte bulunur.” Girilen galeri benzeri yer sıcak; “Madenlerin iç sıcaklığı 40-42 derece, Dünyanın en iri zümrüdü buradan çıkıyor ama %60 kayıp veriyor. Sadece doğuda 900 maden var.”

Andlar’dan İspanyollar öncesi altın örneklerin sergilendiği camekânı, göle altın zümrüt sunusu El Dorado seremonisi, Kleopatra’nın zümrüt takısı replikası izler. Diğer zümrüt üreticileri Çin, Rusya, Zambiya, Amerika… arasında Kolombiya iddialı. “Aşk ve sağlık sembolü zümrüdün, kesimine göre –kalp, kare, gözyaşı damlası, kare, oval, yuvarlak…- ışığı kırışı artıyor.”

Otobüste katılımcılar, akşam -serbest zaman- için seçenekler sunularak aydınlatılır: Lokantaların açıkta masaları olan Santo Domingo Meydanı, pizza yemek isteyenler için Plaza Fernandez de Madrid, surlar üzerinde yumuşak müzik için Cafe del Mar

Dağılmadan önce gruba son talimat: “Yarın sabah 8:00’de, denize gider gibi hazır olun!”

Kardeşler grubu dinlenmek isteyen teyzeyi otelde bırakır eski kentin ara sokaklarına dalarlar; kültür düzeyi belirleyicisi olarak algıladıkları, içerde insanların oturup okuduğu büyük, zengin bir kitapçı ile pek çok hanımın şıklıkta yarıştığı, bol çiçekli bir kilise düğünü küçük kız kardeşin objektifine takılanlardan... Ardından yolları deniz kenarına düşer; kardeşler eski kentin belki de serin serin oturulabilen nadir noktalarından, surlara nazır, Cafe del Mar’da mola verirler.

Cartahena de Indies (Cartagena) görselleri:

San Felipe de Barajas görselleri:

Convento la Popa görselleri:

Tembel Hayvan görselleri:

18 Eylül 2012 Salı

Gezinin sekizinci gününde, katılımcılarla “abla” grubu, Zipaquira’daki Tuz Katedrali’ni gezerler.


24 Ağustos 2012 sabahı, kahvaltısını, uzun saçlı gencin çaldığı gitar parçaları eşliğinde yapan grup, kentin 50 km dışında, kuzeye düşen Tuz Katedrali’ne gitmek üzere yola koyulur.

Şehrin ortasındaki spor yapılabilen orman için “güvenli mi?” sorusunu Constanza, “ihtiyaç hissediliyor ama üzerine düşülüyor” şeklinde yanıtlar. Yolun solunda orta sınıf evleri, sağda gecekondular; “Kolombiya’nın tutkularından…” futbol stadı; zengin çocuklarının gittiği -güvenlik amacıyla arabalarda bekletildiği- Amerikan okulları; başkanın evinin sokak girişinde askerler…

Tuğla renkli yüksek binalarda daireler, “150.000-500.000 USD, kiralar 1.000-5.000 USD… Asgari ücret alan -270 USD- 50 Dolarlık yerlerde oturuyor. Üst düzey –aylıkçı- yönetici, çok iyi doktor 1000 USD kazanıyor. İşsizlik %20 gösteriliyor ise de aslında %40’larda.”

Kaldırımda büyük şemsiye altında oturan fosforlu sarı şapkalı, önlüklü adamın işi, okuyanın, önündeki aynı renkli büyük torbaya bıraktığı günlük gazetelerin yeniden okunmak üzere dağıtımını sağlamak. “Gazete ve dergileri özetleyen bir iki de ücretsiz bülten var.”

Şehre giriş ve çıkış yönünde yoğun trafikte ilerlerken Constanza devam eder, “…Katoliklerin Ruhban Okulu sağda, Sinagog, park solda… Askeri üniversitede okuyan paralı öğrenciler askerlikten muaf. Kolombiya bayrağındaki renklerden sarı altını, mavi okyanusu, kırmızı kanı simgeliyor.”

Yolculuk şehir dışında, zengin evlerinin bulunduğu koruluklar arasında sürerken “Yollar genellikle paralı, %20 kadar asfalt yol var, 900.000 kilometrekare üzeri arazide yol toprak; yükseklerde eskisi yaşayan, İspanyolların sinek anlamına mosca dediği yerliler geleneklerini koruyorlar, yerli kıyımı Peru ile Bolivya’dan fazla değil… ”

“Soldaki tepeden alınan kil çok kaliteli, (“abla”, kentte az sayıda çatıda gördüğü, ışıldayan sırlı seramik kiremitleri hatırlar) eskiden herkes kiremitlerini kendisi yapardı.” Sağlı sollu seralar geçilirken “Çiçekçilikte Ekvador’dan iyiyiz, lale üretiminde de Hollanda’dan ileriyiz… Amazon  %20 kadar, Venezuela sınırına yakın... Soldaki dağ, tuz madeni.”

“Geçim kaynağı tuz dışında et ve basit ürünler olan tarihi Zipaquira’ya otobüs girmiyor, ulaşım mini bir trenle sağlanıyor.”

Tuz Katedrali’ne girmeye hazırlanırken rastlanılan, başlarında rahibeler, cıvıldaşan Nazareth Koleji kız öğrencileri, daha sonra içeride her rastlayışlarında gruba büyük ilgi gösterir.

Bir yanı aktif tuz madeni, dağa oyulmuş, kil ve kömürle karışarak kirlenmiş beyaz tuzun alacasında, yüksek tavanlı dehlizde yürüyüşe geçenleri, önce, tavana döşeli minik ampullerle yaratılan –aralarında Türkiye’nin olmadığı- ülke bayrakları karşılar.

“Madencilerin Koruyucusu Meryem’e adanmış, 8.000 kişi alan Katedral 1992-95 yıllarında yapılmış. Üç ana bölümden ilki, İsa’nın çarmıha gerilirken aldığı yolu 14 aşamayla sembolize eden 14 minik şapel, ikincisi koro kısmı, üçüncü bölüm ise Katedralin ana kısmı…”

“İspanyolların sineklere benzettikleri yerliler 1000 yıl öncesinde madeni biliyor, kullanıyorlar. 1832’den itibaren İspanyollar, dinamitle açtıkları galerileri suyla genişleterek işletiyor, çalışma karşılığı yerlilere tuz veriyorlar.”

Duvara kazılı büyük, Latince, INRI sözcüğünü açıklayan Constanza, bunun “Yahudilerin Kralı Nasıralı İsa!” diyerek İsa’ya seslenişleri olduğunu söyler. Koridorun solunda iri Romen rakamları altında aşamalar açıklanırken sağda karşılık gelen girintilerde değişen renkli ışıklarla aydınlatılan şapellerde, önünde dua rahleleri, duvardaki haçlar, her yerin her objenin tuzdan oyulduğu son derece stilize düzenlemelerle yapılmış.

“İsa mahkûm oldu” anlamına 1. şapeli, “İsa hacı taşıyor” anlamında, tuz kayalarının desteklediği 2. şapel izler;  ilk kez düşüşü sembolize eden 3. şapelde duvara oyulu haç öncekilere göre aşağıda. 4. şapel geçilirken “Manyetik alandayız,” diyerek dikkat çeker Constanza, “fotoğraf makinelerinin pilleri çok daha hızlı tükenir” Hacın tavana değdiği Meryem’in yukarıdan tuttuğu söylenen 5. şapeli, İsa’nın yüzünü temizleyişinin yarı gömülü haçla anlatıldığı 6. şapel, 2. düşüşü, biraz daha gömülen haçla anlatan 7. şapel ve Jerusalem’in kadınları kompozisyonu ile 8. şapel izler. En derine gömülü haç, 3. düşüş, 9. şapelde yer alır; çarmıha gerilmek üzere soyuluşu çevrenin tümüyle cilâlı olduğu 10. şapelin konusudur; 11. şapel çarmıha gerilişi, 12.si ölümü, 13.sü duvarda derin boşlukla simgelenmiş haçla, indirilip mezara konuşu anlatır.

“Dağın derinliği 180 m. biz 35 m. indik. Galeri doğal hava dolaşımıyla havalanır, çok kalabalıkta otomatik havalandırma devreye girer.” Yerdeki geniş ızgara kapaklarını gösteren Constanza, buradan alt kata dökülen tuzun vagonlarla dışarı yolladığını söyler. Birkaç basamakla inilen, muhteşem derinlikteki ana kısma bakan balkon, Koro Bölümü. Koca bir tuz kayasına tünemiş melek heykelciği altında “Biz Dünyanın Tuzuyuz” ibaresi yazılı. Katedrale inen merdivenler ise “ruhun saflaşması”nı sembolize etmekte.

Tuz duvara oyulu nişlerde Madencilerin Meryem’i, Mağaraların Meryem’i taze çiçeklerle süslü; dipteki günah çıkarma kabinine yerleşen katılımcılardan bir hanım, öte yandan itiraflarda bulunan hanıma Ave Maria’yı 10 defa okumasını önerir.

Ölen madencilerin kasklarının saçıldığı, mosca sembollü anıt ardından karşılarına çıkan, yerde, yarı yükseltilmiş geniş madalyonda Sistine Şapeli’ndeki Michelangelo resmindeki, hayatı veren Tanrı ile Adem’in parmaklarının dokunuşu konulu kabartma, -“abla”ya artık abartılı gelen- rengârenk ışıklar içinde.

Görkemli Katedral’den dar bir koridor ile geçilen geniş galerinin bir bölümünde İsa’nın doğumu ile -saf tuz ışık geçirdiğinden- kristalize ışıl ışıl kurnada vaftizi sahneleri canlandırılmışken, ucunda doğal akışla köpüklenen eriyik tuzun yarattığı, yükseklerden dökülen Ürdün Nehri.

Pederin yardımıyla zangocun giyindiği bölümü, yer hareketleriyle yükselmiş, her bir tabakası milyonlarca yıl yaşta, terleyen, tuz, kil, kömür katmanlarından kesitlerin sergilendiği bölüm izler.

İki deprem sırasında burada bulunan Constanza’ya göre, “Galerileri ayıran sütunlar, depremde hareketi her yönde emecek esneklikte, çok sağlam ve geniş.” Tablet görünüşlü İsa’nın eti nişini, yine tümüyle tuzdan mamul, 3 boyutlu gösterilerin yapıldığı sinema salonu izler.

Galerinin, maden kısmındaki çalışmanın gözlenebildiği bir köşesinde, yaprak yaprak işlenmiş kavuşan iki ağacın altında yerlilerin yaşamını betimleyen kompozisyon, güzel bir kabartma.

Bogota’ya dönerken “abla” tanık olduğu, Madencilerin Meryemi’ne çiçek sunan madenci heykelini, köpeklerin çimlere yayıldığı köpek çiftliğini, bastıran yağmurda 222. Cadde başındaki durağa sığınmış bir grup motosikletlinin giysilerini ayarlamalarını, İngilizlerle 1. Dünya Savaşı’ndan kaçan Avrupalıların evlerini, defterine not eder.

Öğleden sonra ziyaret edecekleri Altın Müzesi yakınlarına yemek için dağılan katılımcılardan, Naranja’dan başka bir şey demeyi bilmeyen “abla” grubu, yakınlardaki büfede, parmakla göstererek sipariş verir. Karınlarını doyururken büfe çalışanlarından yaşlıca hanım yanlarına gelir, iki kez gözünü işaret eder; grubun bundan bir anlam çıkarmakta zorlanması üzerine yine gözünü göstererek teyzenin kenarda kalmış çantasını gruba doğru itekler.

Buluşma saatine dek dolaşırken müze önünde rastladıkları Batı yerlilerinden yaşlı çift ile delikanlının kum boncuklarıyla yaptıkları çok zevkli takılardan, şans bilekliği (10 Peso) alışverişi yapılır.

Altın Müzesi’nde -Museo del Oro- Constanza’nın anlattıkları; “1939’da Merkez Bankası’nda toplanmaya başlayan altın objeler, 1968’de müzeye aktarılmış. Müzede halen orijinal 35.000 parça var. Yerliler için spritüel anlamı olan altın, İspanyollar zamanında ticari bir mala dönüştü… Kişisel eşyanın yanı sıra müzik aletlerini de konduğu kütük defin amaçlı, çürümeden sonra kemikler alınıp seramik bir kaba konuyor.”

Camekânlarda ölü yüzlerine konan, bazıları Jaguar formlu masklar; insan hayvan karışımı, ortası boş, çok ince işli çubuklarla alınan koka yaprağı kapları; insan siluetleri üzerinde göğüslük, kulak deliğini giderek genişleten, bedenin diğer kısımlarını süsleyen takılar. “Yarasa gece, Jaguar güç, kuş özgürlük, kurbağa bereket demek, yerliler, ilgili altın objeleri takarak sembolize ettiği özelliğe bürünürler, hayatın ve ölümün sırlarına vakıf olurlardı” Ölen bebekleri oturttukları yaşam/ölüm simgesi seramik tahtlar. “Adaklarını göllere attıklarını kroniklerden öğreniyoruz ama taramalarda bir şey bulunamamış… Kadınları içlerine bir şey konan varlıklar olarak düşünüyorlar…”

Ziller, telkâri gerdanlıklar; “hala aynı formlarda, gümüş olarak üretilen” hızmalar; dokumaya sarılı “dişleri bizden sağlam” bir kafa. Yarım metre kalınlığında kasa kapısıyla geçilen Astrolojik Şamanik bölüm camekânları, grubun ne olduğunu kestiremediği, sıkça kullanılan helezonlarla süslü altın ritüel nesneleriyle, muisca’(muska)larla dolu. En önemli/ünlü 15x7cm’lik sal üzerinde, çevresi rahiplerle çevrili şef öldüğünde, yerine kız kardeşinin oğlunun geçişi töreninin gösterildiği muhteşem incelikli işçiliği olan altın parça, çiftçiler tarafından bulunup müzeye getirilmiş.

İyice küçülerek -“abla” grubu ve rehberler dâhil- 7 kişiye inen katılımcıları Constanza’nın soktuğu odanın yarım daire kapısı kapanır, içerisi kararır. Yumuşacık yanıp sönen ışıkların parça parça aydınlattığı yuvarlak duvarlardaki altın, ortada giderek derinleşen birkaç katlı cam kuyudaki zümrütle süslü altın objeler, etkileyici şamanik melodi eşliğinde izlenir. Tuz Katedrali’ndeki –bir ihtimal manyetiklerin neden olduğu- derin etkinin bir benzerini yaşayan “abla” için bu 3 dakikalık gösteri, ufak çaplı bir tür inisiyasyon törenidir. Çıkışa yürünürken, bazıları hayatta ünlü Şamanların büyük boy portreleri arasından geçilir.

Serbest akşam yemeğinde “abla” grubu, kente özgü bir şeyler yemek üzere girdikleri lokantada Küçükkuyulu komşularıyla karşılaşırlar. Onların da deneyimlerini, önerilerini ekledikleri karşılıklı görüşmeler sonu verdikleri siparişin iki- üç kalemi, sabah kahvaltısıdır.


Tuz Katedrali ve Zipaquira görselleri:

Altın Müzesi  -Museo del Oro- görselleri: