18 Temmuz 2012 Çarşamba

“Abla”dan bir kitap Yengeç Yürüyüşü, bir de gösteri Aramızda Kalsın.


Zamanların Sonu’na birkaç ay kala, sıcağın dayanıklılığını sınadığı, günde üç kez denize girdiği hafta ardından başlayan poyraz fırtınasıyla çorap hırka düzenine geçtiği günlerde “abla”, bir kitap okur, bir de gösteri izler.

Can Yayınları’ndan Günter Grass’a 1999 Nobel Edebiyat Ödülü kazandıran kitabı Yengeç Yürüyüşü, İkinci Dünya Savaşı sonlarında, 30 Ocak 1945’te, Baltık Denizi’nde bir Sovyet denizaltısı tarafından torpillenen Wilhelm Gustloff gemisinin batışını, kurtarılan çok az sayıda insandan Tulla Pokriefke’nin o ara doğurduğu oğlan ile onun oğlu çevresinde; mülteci, yaralı ve görevli binlerce insanın canını alan -gayet somut- eksi on sekiz derece sudan, uzun yıllar sonra, sudan dostlukların, düşmanlıkların alanı -gayet sanal- internete taşınarak bir cinayete de neden olan öyküsünü anlatır.

“Abla”nın hayranlıkla okuduğu, kapak deseni yazara ait muhteşem kitabın arka kapağında şunlar yazılı: “…1936’da ve 1995’te işlenen, birbirine benzeyen iki cinayet bağlamında Naziler ve Neonaziler, Hitler iktidarı ve günümüz Almanya’sının siyasal konumu, internetten beslenen antisemitizm kadar gemiye adını veren Nazi yönetici Wilhelm Gustloff’un ve gemiyi torpilleyen Rus komutanın öyküsü de romanın dokusuna katılıyor…”

Sayfa 201’den:
“…Yalnızca iddianamenin okunduğu ve oğlumun suçunu doğrudan itiraf ettiği ama kendini suçlu bulmadığını söylediği –“Yapmam gerekeni yaptım!”- ilk duruşma gününde Anne, Gabi ile benim zorunlu olarak yan yana oturduğumuz yere gelmemekle kalmadı, dört kurşunla öldürülen David’in annesiyle babasının yanına gitti gösterişli bir tavırla, yılan gibi boynuna doladığı kürkü de üzerindeydi elbette. Tilkinin sivri ağzı, kuyruğunun başladığı yerin hemen üzerinden kürkü dişlemişti, bu durumda, insanı inandıracak kadar canlı görünen ve biri kaçışımız sırasında düşüp kaybolunca yerine yenisi takılan camgözleri, annemin açık gri gözleriyle aynı hizadaydı, bu yüzden sanığın olduğu yere ya da yargıçların oturduğu kürsüye hep iki çift göz dikiliyordu…”

Yazlığın sayılı Poyrazsız gecelerinden yedinci ayın onuncu gecesi Işık Sineması’nda, meraklısının Öyle Bir Geçer Zaman ki… dizisinden tanıdığı İsmailRenan Bilek müzikli tek kişilik gösterisi Aramızda Kalsın’ı sunmak üzere sahnede:

Akşamın yedisinde, günün son deniz banyosu için suda salındığı saatlerde dolanan Işık Sineması aracının, gösteriyi anons ettiğini duymasıyla “abla”, “belli ki hala bilet var” diyerek heveslenir. Bilet kuyruğuna girer, fazla bileti olan birinden üçüncü sırada bir yer bulur alır, yerine yerleşir. Herkes “abla” kadar şanslı değildir, kuyruğun tümünün bilet alıp yerine yerleşmesi 20 dakika sürer.

TV’de haberler kadar -ille de hasta çocuklar, ağlayan kadınlar, şakır şukur çekilen silahlar konulu- acıklı dizi de izlemediğinden İsmail’den habersiz “abla” fazla beklenti yüklemeden gittiği gösteriyi çok beğenir. Konuşkan kıvrak beden diliyle doldurduğu sahnede Renan Bilek, kendi üretimi muhteşem ses efektleriyle zenginleştirdiği gösterisinde kendi hikâyelerini anlatır. Güzel kendi bestesini sona sakladığı şarkılar arasında Tunç Okan’dan, Barış Manço’dan, -“abla”nın kızının isim babası- Cem Karaca’dan şarkılar sunar; sözlükten silinmesine az kala “vefa” sözcüğüne eski itibarını iade ederek, başta Ferhan Şensoy, kendisine emek veren ustalarını anar, izleyiciden bir de onlar için alkış talep eder.

“Çünkü bunu bizim için yapıyorlar” diyerek –her zaman arabasız olmuş, olacak “abla” gibi- toplu taşımayı tercih ettiğini söyler; çocuğu metrobüsün kapısına sıkışan kadının, kendisini tanıdığı o çok dar zaman aralığında geçirdiği değişimi anlatışı muhteşemdir, açık hava sinemasını dolduran herkes gibi “abla” da kahkahalarla izler.

Elimizi taşın altına koyma korkaklığımızı, bizi kurtaracak kahramanlar bekleyişimizi anlatırken “abla”ya kalırsa, çağın, yükselmekte olan bilincindeki en önemli basamaklardan birine, -kendi- sorumluluğunu alma’ya dikkat çeker. Bizzat “tezgâh”ın içinden biri, bir dizi oyuncusu olarak “biz” der, “sizi kandırıyoruz, TV, medya sizi kandırıyor”.

Asla gazete yanında dağıtılacak CD’si olmayacağını söylediği gösterisini “soranlara bir şey söylemeyin, gelselerdi; geldiğiniz, emek verdiğiniz için teşekkür ederim” diyerek kapatır.

Ertesi sabah denize giderken rastladığı komşusunun, kakarakikirinin çok ötesindeki bilinç düzeyi yüksek gösteriyi Cem Yılmaz’la kıyaslamasına, cinsel içerikli espri kolaycılığına hiç iltifat etmeyen Renan Bilek gösterinin çok daha iyi olduğu fikrindeki “abla”, ciddiyetle itiraz eder.

Ulusun geleceği küçüklerin eğitimini ustaca kontrol ederek hazza odaklı “haz var, vazife yoktur!” kuşağı üreten egemenin, büyüklerin eğilimlerini akıllıca yönlendirmeyi ihmal etmeyeceği bilincine varalı, son altı yıldır TV’de haber izlemeyen, gazete okumayan, mükemmelci ebeveyninin eseri “hak yok, vazife vardır!” “abla”, medyanın bizi niye kandırdığı konusu üzerinde düşünürken, 2005’te yalnızlığı seçerek yazlığa göç edişindeki gerekçeyle karşılaşır:

Cep telefonu da kullanmadığından biraz daha parazitten arınmış yaşamında “abla”, kendi hakkında düşünme fırsatı bulur. Önce kendi hakkında düşünme, bir sonraki bilinç basamağında kendi hakkında “iyi” (yargılamaksızın) düşünme fırsatı bulur. Ona göre medya, Yunus Emre’nin “bir ben vardır bende, benden içeri…” diyerek sözünü ettiği, hiçbir ihtiyacı olmayan Tanrı parçası “ben”imizi keşfetmemizi engelleyerek düzeni, en azından “pazar”ı canlı tutmayı amaçlar.

Bir önceki bilinç basamağı, ilk farkındalığı, “abla”nın, 40’lı yaşlarındayken -hiç beğenmediği, tek oyuyla da değişeceğe benzemeyen Dünyanın gidişatına duyduğu- öfkesinin sorumluluğunu alışı (taşın altına elini sokuşu), Dünya’yı değil, kendi bakışını değiştirmesi gerektiğini fark edişidir.

Hiç yorum yok: