Mayıs’ın 23’i, Çarşamba sabahı, gelişinden 20 dakika önce kornasını duydukları, sürücüsünün, bir köylüden “ambalajlı olursa 4-5 paket…” diyerek ekmek sipariş aldığı minibüse binip Hınıs’a yollanan üçlü yine Çınar Lokantası’nda bu kez “kemiksiz” diyerek ısmarladıkları, elbette yenmesi daha kolay, daha nefis paça içerler; sahiplerinin “tavana atsan yapışır” diyerek kalitesini övdükleri baldan sipariş edip garaja döner, Varto minibüsünde yer ayırtmaya niyetlenirler. Yerlerini garantilemek için “parasını verelim” önerisi, aracın sürücüsü tarafından “parayla olur mu yav, ayıptır!” sözleriyle karşılanır.
Yolcuların yoğun kolonya kokusu astımını azdırmadan açılan pencerelerle durumu kontrol altına alınan, bilgeliğine, hayata şakayla bakan tavrına hayranlık duyduğu Naciye Hanım, “abla”nın kulağına eğilir bir fıkra anlatır: “Kadının biri kucağında çocukla belediye otobüsüne binmiş, hava sıcak, çocuk huysuzlanmış, ağlamaya başlamış. Kadın yanında oturan adama rica etmiş, zahmet olmazsa pencereyi açar mısınız? Adam ayağa fırlamış, zahmetin ..ına koyayım” demiş, ne zahmeti…”
Naciye Hanım’ın teyzesinin oturduğu Varto ile Hınıs arası 45 dakika ise de 9740 nüfuslu, düzgün, geniş caddeleriyle kasaba, Hınıs’tan çok daha modern. Genç kızların İstanbul’daki akranlarından hiç de farklı olmayan giyim kuşamları bir yana, üçlünün pastanede, fotoğrafçıda ahbaplık ettiği kızlar, çalışma yaşamı içinde. Alevî nüfusun kalabalık oluşuna bağlanan bu durumun bir göstergesi daha, çarşıdaki kadın sayısı, Hınıs’la kıyaslanamayacak kadar çok.
Varto’nun dışında, göz alabildiğine geniş, muhteşem manzaralı bir tepede, barbeküsü ile havuzu olan bahçe içinde, iki katlı geniş evde oturan teyze ile enişte tarafından sevinçle karşılanan misafirler, yakındaki, Naciye Hanım’ın anlata anlata bitiremediği alabalık çiftliğine götürülürler. Naciye Hanım ile “abla” garsonlardan biri tarafından salıncakta fotoğraflanır sonra ağaçlar içinde, kollara ayrılmış gürül gürül akmakta dupduru ırmağın üzerine kurulmuş taraçalardan birine tırmanır, yerleşir, siparişlerini verirler. Cep telefonu kullanmadığından, “abla”ya gelen doğum günü kutlamaları Naciye Hanım’ın telefonu üzerinden gerçekleştirilirken, enişte, bir telle bağladığı sarı beyaz kır çiçeklerinden koca bir demetle döner.
Eve dönülür; kapısı ayrı olan alt katı, bir kenarında minik bir lavaboyla kullanılışlı hale getirmiş, her köşesini de Hz. Ali’nin güzel yüzü, Zülfikâr’ı ile süslemiş teyze, duvar boyunca yayılmış sedirin ortasında “abla”ya poz verir. Verandada, semaverde çay sefası, güneşin batmasıyla hızla serinleyen hava yüzünden kısa sürer. Akşam yemeği için çirişli haşıl yapan teyze tarifini de verir: “İki bardak pilavlık bulguru iki katı su ile pişiriyorsun, sonra azıcık un ve tuz ekleyip karıştır, çirişi de ekle iyice karıştır, en son bir bardak kızdırılmış yağı ekle, hepsini karıştır” Kolay gibi görünmekle birlikte, teyzeye karıştırma konusunda yardıma yeltenen “abla”nın havlu atması uzun sürmez.
Yemekten sonra, Naciye Hanım’ın hiç üşenmeden İstanbul’dan taşıdığı pembe şarap, pastaneden çaktırmadan aldığı karamelli pasta eşliğinde yapılan, “abla”nın pastasını kesmeden organizasyona tüm emeği geçenlere teşekkür ettiği sürpriz doğum günü kutlamasına, komşu Allahverdi Amca ile eşi Hatun Hanım da katılır. Fotoğrafların da çekildiği sürpriz gündemin başrolündeki “abla”, kendisi dışında herkesin merakla izlediği Muhteşem Yüzyıl’ın başlamasıyla bir anda gündemden düşer, başrolü de Hürrem’e kaptırır.
Yeğeninin kendisi için ördüğü tığ işi dantel yeleği “danke schön” diyerek kabul eden, -Almanya’da çalıştığı on yılda yedi de çocuk büyütmenin hatırası- bedeninde, kollarında arızalar, ağrılarla iyi niyetini yitirmeyen, tam Naciye Hanım’a yakışır, güçlü, bilge kadın teyze, “abla”ya Almanların “biz bundan ilaç yapıyoruz” dediği soğ denen baharlı bitkinin yapraklarını kurutup ufalayarak yaptığı tozdan “çorbaya, salataya serpersin” diyerek bir kavanoz verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder