29 Aralık 2011 Perşembe
"Abla"nın kağıt helva sağlamlığındaki doğrularını ufalayan küçücük bir hikaye
19 Aralık 2011 Pazartesi
399 tül torba sonra "abla", sonunda, kendine yazma izni verir.
10 Kasım 2011 Perşembe
Senbilirsinabla yine Selçuk'ta: Bu kez yalnız, ego'su Sebastian yanında değil.
2004'ten bu yana derinlerine daldığı ezoterik metinlerde karşılaştıkça ego'su Sebastian'ın "hadi canım", "olacak iş değil", "yok daha neler" türünden dürtmelerini geride bırakan "abla", konuyu bir kaç yıl önceki "abla"ya kıyasla bayağı ciddiye alır. İyice faydalanayım diye düşünerek kozmik üçgen diye bildiği Meryemana, Şirince, Pamucak ziyareti için Selçuk'a yollanır. Eskiye göre bir farkla; yola çıkalı beri yaşadıklarına tepkisine bakarak Sebastian'ın kendisine eşlik etmediği fikrine varan, 8:30 İzmir otobüsünü yakalamak için Karaağaç yol çatına çıkan"abla"nın ilk sınavı, Bayram'la karşılaşmasıdır.
Bitişik yazlık sitelerden birinde bekçi olan ailesiyle oturan Bayram konuşma özürlü. Ayvalık'taki özürlüler okuluna giderken, geçen yıllarda, saf yüreğinden taşan sevgiyle herkesle sohbet hevesiyle sağa sola lâf atarken onun menzili dışında kalmaya özenen, Sebastian'ın azmettirdiği "abla", yolculuk sabahında, kaçınmak ne kelime, okula gitmek üzere durağa yönelen Bayram'ın yolunu keser, Körfez Birlik minibüsü gelene dek derin bir de söyleşi tutturur.
Otobüs İzmir'de otogara girer, aynı kapıya yönelen yolculardan birine yol veren "abla" bir sizden bir bizden mantığınca inmeye davrandığında yol verdiği adamın ardı sıra inmeye davranan genç kızı, istemeden sırt çantasıyla azıcık hırpalar. Kızın, ardından söylenmelerinden rahatsızlık duymadığında, ilk kez o anda, Sebastian'ı merak eder.
Birkaç peron ötedeki Selçuk minibüsüne adımını atmasıyla yola koyulmaları bir olur. Otoban çevresindeki yetişmekte ormanlarla bezeli tepeler arasını beyazlayan pamuk tarlalarını gözleyerek yol alırlar. Midesi kazınırken girdikleri Selçuk'ta merkezde inen "abla", otların da kullanıldığı güzel yemeklerini unutmadığı lokantaya varır. Güneş sırtını ısıtırken, göçen leyleklerin boş bıraktığı kemerlere nazır, başrolde arapsaçı, yediği lezzetli yemeğin bedelini ödemek için dükkâna girecekken "afedersiniz hanımefendi, mesleğiniz nedir?" diyerek kapı dibindeki masadan seslenen adama -ilk kez- hırlamaz; çok uzun zamandır Sebastian hakkında hiç düşünmediğinin farkına varıp içinden "Allah Allaaaaah?" derken sorgulamaz, yargılamaz, saygıyla yanıtlar.
Müzenin arkasındaki, adreslerinden biri haline gelmiş pansiyona varır, akraba gibi karşılanır, odasına yerleşir. Günün ortası; Cemile Hanım'ın verdiği fikirle, sezonda denize varılana dek akla karanın seçildiği Pamucak kumsalında yürümek üzere garaja gider, Pamucak minibüsüne yönelir. Yarım saat sonra kalkacağını öğrenince ettiği "Kuşadası minibüsüne mi binsem?" cümlesi, ufak masası başında hesap kitaba dalmış Hasan Bey'in dehşetli öfkesiyle "alamaz benim müşterimi!" diye karşılanan "abla" bozulmaz, kırılmaz, gücenmez. "Var öyle bir iki sütü bozuk..." diyerek onlardan biri de "abla"ymış gibi esip yağmakta Hasan Bey'in yatışmasını bekleyen "abla", kışın geldiğini, bilmediğinden böyle bir rota izlediğini anlatır, yumuşayan konuşma nasıl olduysa, Hasan Bey'in Avrupa Birliği'ne girmeyin aman! diyerek kendisini uyaran Alman müşterilerine dek uzanır.
Garajda bir tur atan "abla" dolarsa ikiden önce kalkacak minibüsün ilk yolcusu, girer oturur; demeye kalmadan kalabalık bir grup arabaya yönelir, Hasan Bey yüzünde güller açarak direksiyona geçer, "bizi bu mevsimde Efes kurtarıyor zaten" dediği yöne yollanır. Efes yolcusunu bırakır arkasında oturan "abla"ya, "bak kalbin ne temizmiş" der, "bekle ki araba dolsun, boş geziyoruz, boş..." "Bereketli olsun" diye yanıtlayan "abla", işin -herşey gibi düşüncenin de enerji yüklü parçacıklardan ibaret olduğu, neyle yüklenirse onu taşıdığı- mantığını kavrayalı, düşünceleriyle karşılaşmaya, dahası düşüncesiyle yaratmaya başlayalı, bunun "bir üst boyutun normal durumu" olduğu bilinciyle ve çevrede böbürlenme mekanizmasını aktive edecek Sebastian da olmadığından sakin, sessiz.
Pamucak kumsalına iki yıl önce kardeşleriyle kaldıkları odanın yanından geçerek giren "abla" spor pabuçlarını, çoraplarını çıkarır, paçalarını sıvar, dalgaların ıslattığı altın ışıltılı kumda, geldiğini duyunca gömülen minicik yengeçlerin lekelediği kıyı boyunca uçtaki otellere dek yürür, döner. Bir buçuk saat süren yürüyüşü sırasında "abla", son zamanlarda kendi kendine şarkı söylemenin ihtişamını hatırlayıp, Cem Karaca, Timur Selçuk ağırlıklı repertuvarını dalgaların sesine sakladığı şarkılarıyla yürürken bir minik sınavı daha başarıyla atlatır. Uzaktan ten rengi mayo giymiş gibi görünen, yaklaştığında traşlı olduğundan oğlan çocuğu havasına bürünen -otellerin yabancı müşterilerinden olsa gerek-, karşılaştığı yetişkin çıplak erkek "abla"nın, cinsellik, karşı cins, edep türünden hiç bir yargısına çarpmaz; tek açıklama, yargıdan sorumlu ego'su Sebastian buralarda değil!
Kampingin ortak kullanılan tuvalet, duş alanında ayaklarını yıkar, çorap ve ayakkabılarını giyer, birilerinden izin almadan yaptığı bu iş için suçluluk duymaz; evet, sebepleri ve sonuçlarıyla suçluluk işleri sorumlusu ego'su Sebastian kesinlikle civarda değil.
Selçuk'a dönüp sokak aralarında epey dolanarak bulduğu internet kafeye kapağı atan, maillerini yanıtlayıp yazısına yumulan "abla" kafasında evirip çevirmekte, Sebastian'la yollarının ne zaman ayrıldığını bulmaya çalışmakta. Kışlığa da çevirdiği yazlığına yaz-kış oturmak üzere göçtüğü 2005'ten bu yana, -herkes gibi- "Tanrı'nın eşsiz güzellikte bir parçası" kendine yaptığı yolculuğun amaçlarından biri ego zahmetinden sıyrılmak; görülen o ki farkına varıp adını koyduğu ilk andan başlayarak, "abla"yı kimbilir kaç reenkarnasyonu boyunca eşlik edip hayatta tutarak buralara getiren sevgili ego'su Sebastian çıkınını toplamakta.
Dünya zamanıyla çok uzun zaman sürmüş beraberlikleri geride kalırken gözleri dolu dolu olsa da "abla", bir sonraki -şimdilik 4 ve 5.- boyutta sevgili Sebastian'ın desteğine ve onu, ayartmalarına verdiği tepkilerle beslemeye ihtiyaç duymayacağından emin.
"Abla"nın düzensiz okurları için not: Adını, eski kara filmlerdeki katil uşak Sebastian klişesinden alan ego'su, aslında "abla"ya hizmet etmesi gerekirken, öğrenmek üzere Dünya'ya gelip gidişleri sırasında gemi azıya alıp onu kendine hizmet eder hale getirmiştir. Bu, bunda bir tuhaflık olduğunu sezen "abla"nın belki de kendine yola çıkışının ilk itişlerinden biridir.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
“Abla”nın evinin bahçe girişinde, çeşmeyle komşu bir incir ağacı var.
2005’te İstanbul’dan göçüp, yaz kış oturmak üzere yazlığında tadilât yaptırdığı sıra “abla”, büyümekte olan incir ağacıyla ilgili bir karar vermek zorunda kalır. Besbelli, geniş alana yayılan kökleriyle “ocağına incir dikilmesi” durumuna yol açmasın diye, ebeveyninin, sağlığında evden uzağa bahçenin girişine yerleştirdiği ağaçcığın, dibinden geçen alçak duvarın iç kısmında mı, evleri ayıran patika tarafında, dışarıda mı kalacağını bilmek isteyen ustayı, o aralar aklı mülkiyet konusuyla meşgul “abla”, “duvarın dışında kalsın” diyerek yanıtlar.
Geçmiş yaşamlarından getirdiğinden emin olduğu gün ışığı, su, toprak herkese aittir bilinciyle, son reenkarnasyonunda edindiği mülkiyet hırsızlıktır fikri uyarınca incir, duvar dışında kalmalı, gelip geçen canı çektiğince koparabilmelidir.
Kışın sonlarına doğru duvar örülür, bahar gelir geçer; “abla” incirin ilk meyveleriyle birlikte ilk sınavını verir ya da veremez. Penceresinden bahçe girişiyle incirin rahatça gözlenebildiği, atölye dediği köşeciğinde çalışırken üst mahalleden ya da kiracı olmalı, tanımadığı iki hanım ağacın dibinde duraklar. Açık pencereden “abla”nın kulağına ulaştığı kadarıyla hanımlardan biri incir hasadı peşindeyken diğeri bunun uygun olmadığı fikrindedir.
Diz hizasındaki alçak bahçe duvarını bir zikzakla dışarıda bırakma nedenini çoktaaan unutmuşa benzeyen “abla”, benliğine nereden sızdığını kestiremediği yakıcı “…benim!” hırsıyla tüyleri diken diken kulaklarını diker incir gölgesindeki konuşmanın nereye varacağını bekler.
Kendisini görebildikleri şüpheli “abla”nın incir dibindekilere “buyurun lütfen, koparabilirsiniz” diyerek seslenme hevesi, dileği nerede, daha ilk sınavda çakıldığı bilinçsizlik çukurunun dibi nerede?
Durum göründüğü kadar umutsuz değildir; izleyen yıllarda “abla”, her Ağustos ayında çok lezzetli meyvesiyle yüklenip sınavı tekrarlayan ağaca karşı, ağaçla birlikte, giderek daha eli açık olur. Hiçbir şey beklemeksizin zamanı geldiğinde, hava, su, topraktan payına düşeni toparlayan ağacın yuvarladığı, ballanarak büyüyen her bir incir, “abla”nın ilk sınavında yüzleştiği “…benim!” ateşine fısırtıyla düşen bir damla olur.
İncir haftaları boyunca “abla”, sabahları erkenden topladığı, kabuğu çıtırtıyla soyulan tazecik incir dolu naylon poşetleri, geceleri geç yatma alışkanlığındaki komşularını uyandırmamaya özenerek, kedi gibi sessizce süzüldüğü verandalarına, masalarına bırakma alışkanlığı edinir.
12 Ağustos 2011 Cuma
Hayır; kendisinden epeydir ses seda çıkmayan “abla” tembellik ediyor değil.
2011 yılı Temmuz’unun son birkaç, sıcak nemli Bursa günü zahmetini alışveriş merkezlerindeki serin sinemalara giderek aşan kardeşler, bir önceki festivalde izleyip çok beğenen “abla”nın önerisiyle, -ilk yarıda konusunun da bir parçası olan, sonradan merkezinin Marmara Denizi olduğu anlaşılan 5.2’lik depremle sallandıkları- Emre Şahin’in yönettiği, Ali Atay, Ntare Mwine, Deniz Çakır’ın oynadığı 40’ı, yine “abla”nın festivalde en beğendiklerinden Nigel Cole’un yönettiği, Sally Hawkins, Bob Hoskins, Miranda Richardson’un oynadığı Kadının Fendi’ni, Michael Greenspan’ın yönettiği Adrien Brody’liTuzak’ı izlerler. “7 boyutlu” denilerek tanıtılan, altındaki ince serum hortumlarının konuya paralel olarak ayaklara dolandığı, esintili, hareketli koltuklu mini salondaki birkaç dakikalık eğlenceli gösteri “abla”ya kalırsa film sanayiinin yeni yönüne örnek sayılsa gerek.
Güya toparlanma günlerinin birinde Uludağ yolundaki anıt ağaç, -35 m boyunda, 9,2 m çaplı 600 yaşındaki- İnkaya Çınarı dibinde kahvaltıyı, -ortancanın arkadaşlarının “görmeden Bursa ayrılma” dedikleri- Emir Sultan’ı ziyareti ihmal etmezler. “Abla”nın anahtarlık yaptığı tongurdak –yuvarlak köpek çanı- siparişi için Eski Tahıl’da Galle Han’da dökümcü bile araştırıp bulurlar.
Uzun zamandır uzmanlaşılmış taşıma işi, “taşınanın sorumluluğu sınırı”nı kestiremeyen kardeşleri “abla siz şöyle çekilin” diyerek kibarca kenara itip, ağırlıklı eşyası kitap olan evi iki saatte toplayan şirket elemanlarınca tamamlanır. Kamyondan epey zaman önce Ataşehir’e varılıp ev açılır, hafta sonu taşınmaya izin vermeyen sitenin, bereket, yaz dolayısıyla tenha halkı rahatsız edilmeden eşya eve taşınır. Blok kapısı önünde büyük sürpriz; “abla”nın yaşamına bir dizi reenkarnasyonla eşlik eden Lucky serisinden –sonuncusu damadın uzun ince kuyruğu dolayısıyla Anten Kuntin diye seslendiği- sevgili kedisi Ekran Koruma kapı önünde kendisini beklemekte!
Toparlanma gibi yerleşme de, daha çok çevrenin -alışveriş, aralarında zengin, güzel Afyon kahvaltısı yapılanın da bulunduğu hazır yemek noktalarının- keşfedildiği eğlenceli bir süreç olur. Açılmadık koli kalmayınca kızının evine Avrupa tarafına geçen “abla” 2011’in sekizinci ayı -ayın, haftanın bir de ramazanın- ilk günü, öğleden önce pasaportunu yenilemek üzere Beşiktaş Vergi dairesinde, çok şükür orucun kafalara henüz vurmadığı saatlerde, kuyrukta yerini alır.
Biyometrik fotoğraf ve pasaport yenileme başvurusu çok zaman almaz; ana-kız yakındaki alışveriş merkezinde buluşur; bu kez yapımcılığını Spielberg’in yaptığı J. J. Abrahams’ın yönettiği -“ablanın en sevdiği tür- bilimkurgu, gerilim filmi Süper 8’i pek beğenerek izlerler.
Ertesi günü olağan Tahtakale alışverişine ayıran, üç hafta sonra Peru-Bolivya gezisi için İstanbul’a döneceğinden kentin yoğunlaşıp, neredeyse bıçakla kesilebilecek katılığa ulaşmış öfkesine bulanmaya gönülsüz “abla” fazla oyalanmaz, Kuzey Ege’deki evine döner.
Birkaç gün sonra Dalaman’daki akranı kuzenince ziyaret edilir; birlikte geçirdikleri iki püfür püfür poyraz günü ardından, yol üzerinde bir huzur noktası Taylıeli’nde Daidalos Butik Otel’de engin panorama önünde konuşkan kedilerin süslediği manzara eşliğinde zengin köy kahvaltısı yapar, anneannelerinin 1924’te Girit’ten göçtüğü Küçükkuyu’ya yollanırlar.
İzleyen -en küçük teyzenin oğlu kuzenin de eklendiği- günlerde, dayılarının rehberliğindeMıhlı Çayı üzerindeki Başdeğirmen’i, yanı başındaki Roma Köprüsü’nü, “şelale” tabelasını izleyerek yine Mıhlı Çayı’nın yumuşattığı kayalarla bezeli bir başka kanyonu görür, ertesi gün de, Kazdağları Milli Parkı’nda –izledikleri tanıtım filmi ardından arabada “yanlarına verilmesi zorunlu rehber”e yer olmadığından zorunlu olarak yöneldikleri (rehbersiz rota)-Hasanboğuldu’ya giderler. Yıllar önce bir trekking grubuyla gelip, beraber atladıklarında, “abla”ya, “buraya kadarmış, kısmette 30 yaşımı görmemek varmış” dedirten suyun soğukluğu o günden bu yana, ayaklarını soktuklarında çok tutamayıp ateşe değmiş gibi çekmelerinden anlaşılır ki eskisinden farklı değil. Bazısı kayalar üzerinde dev sürüngenler gibi yürümüş çınarlarla gölgeli dupduru suyun bin bir huzur noktası yaratarak ilerlediği güzelim doğanın havası ise farklı; mangal noktasından yayılan yoğun dumanda arabalarını bulmaya çalışırlarken “abla”nın demesine bakılırsa, yöre adının “Hasan(dumandan)boğuldu’ya dönmesi an meselesi”.
İstanbul, “yarısı kış, yarısı yaz Ağustos” yarılanmadan kış ayarında yağmurla yıkanırken, Küçükkuyu ile evi arasındaki yolu muhteşem güzellikteki bulutlar altında alan “abla” evine varır. Yaşamaktan yazmaya fırsat bulamadığını döktüğü iki sayfanın bloguna yerleşmesi ertesi güne kalır.
10 Temmuz 2011 Pazar
“Abla”nın gerçek aksiyona tanıklığı, matbaanın eşiğinden adımını atmasıyla başlar
Matbaa “abla”nın bir önceki gelişindeki tempoda; selamlaşırlar. Ören festivali ile ilgili işlerin yığılması nedeniyle senbilirsinabla kitabı az geri kalmıştır, emekli öğretmen matbaacı “abla”nın ilk ödemesini kastederek “nasılsa parayı da aldım,” diye şakalaşır; “derneğin biletlerini bastık bırakmaya gideceğim, biraz beklerseniz sizi de evinize götürürüm.”
O ara dede ile torun gelirler, anlık gelişmelerle yatak değiştiren akışa göre iş bölümü kapı önünde ayaküstü yenilenir. “Abla”nın babasının pek severek tekrarladığı, insan, ömrünün başında dört ayaklıdır, ortasında iki, sonunda ise üç ayaklı döneminde dede minik adımlarla ulaştığı masanın köşesine yerleşmeden, babasının belediyeye yolladığı oğul matbaacı döner, dükkândaki iş trafiği bilgisini alır. Emekli öğretmenin “hadi…” startıyla kalkınan “abla”, “baba, seni de kahveye bırakırım” dediği dede arabaya yerleşir yola koyulurlar.
İlk durak, emekli öğretmen matbaacının çıkmadan az önce telefon konuşmasıyla çizdiği rotaya göre, 1985’te denize atlayıp geçirdiği kazadan sonra göğüs hizasından aşağısı felç olan, -“abla”nın matbaaya ilk uğrayışında gördüğü, bastıkları ilk kitap- Piskedi’nin yazarı küçük erkek kardeşin, anne babasıyla yaşadığı evi.
Burhaniye Ayvalık arasındaki yol / kıyı boyunca dizili yazlık sitelerin en yerleşiklerinden birinde, bir birinci kat girişinde arabadan iner, iki basamakla verandadan girilen salona ulaşırlar. Kapının, hayatın önüne konmuş yatakta, yanı başında bilgisayarı uzanmış, Piskedi’nin –burçdaşı- yazarı “abla”ya hiç de yenilmiş görünmez.
Robert Temple’ın bayıldığı kitabı Sirius Gizemi’nde gördüğünde çok anlamlı bulduğu, spazm halindeki bağırsaklarla resmedilmiş sıkıntılı yüzüyle Merkür gezegeninin yönettiği burcu İkizler’in ferdi “abla” bu zahmetten düzenli kefir yapıp içerek kurtulmuş olmanın verdiği geniş memnuniyetle, kendileri de kefir kullanan ev halkına bir kavanoz maya bırakır. Matbaacı emekli öğretmenin demesine göre küçük erkek kardeşi, kendi kitabının basımı sırasında ortaya çıkan pürüzleri çözerken iyice deneyim sahibi olmuştur; tanışmadan önceki günlerde yaptıkları uzun telefon konuşmasında –bu uzunluğu İkizler İkizler’le konuşuyor diyerek açıklayan “abla”nın- acemisi olduğu ISBN ve bandrol ile ilgili konularda yardımcı olmayı önerir.
Kendine özgü neşesiyle dede, oğlunu her ne şekilde olursa olsun geri almaktan memnun bilge tebessümüyle anne, aksiyon filmi yaşamın baş aktörü cep telefonuyla iş kotarmakta emekli öğretmen matbaacı ağabey, yardımcı genç kadın; herkes ayakta, yatağın başucuna konan sandalyede, “abla”, oturmakta. İncitir miyim kaygısıyla nasıl davranacağını bilemediğinden, belki bu yüzden bilmeden hüzne neden olan “abla”, kestiremediği kısalıktaki tanışma ziyareti ardından vedalaşır, arkaya yerleşir, görünüşe göre inmesine hiç de gerek olmayan dede önde, yolcusunu alan araba yola koyulur.
Çay bahçesi kıyısına park ederler, emekli öğretmen iner babasının koluna girer dedeyi yerine yerleştirir; yeniden hareket eder, balıkçının önünden geçerken çupra ısmarlar, Ayvalık yoluna çıkarken rastladıkları adama “bir saat sonra matbaaya döneceğini, o zaman gelmesini, işini halledeceklerini” söyler, yağmur sıkıntılı göğün cama yapıştırdığı üç beş damla eşliğinde yeniden yola düşer.
“Abla”nın “aksiyon filmi gibi” demesi boşuna değil: İkinci durak, emekli öğretmenin “hanıma buradan ev alan salak dedim, sonra gelip buradan…” diye anlattığı misler gibi kır kokan, huzurlu sonsuza yakın geniş panorama sunan evi; kapıdan güzeller güzeli köpek tarafından sıkıca koklanıp onaylanarak geçerler. Kendilerini sevgiyle karşılayan, emekli öğretmenin eşi güler yüzlü hanım, “abla”nın sevgili dünürünün memleketlisi çıkmaz mı? Masaya yaydığı fındıktan ikram ettiği “abla”dan bir kavanozla birlikte kefirin meziyetleri konuşması dinleyerek bir tür “kefir kardeşliği”ne dönüşen grubun parçası olur.
Bahçedeki hem güzel, hem akıllıca çiçekçilek düzeneğini “abla”ya gösteren öğretmen o arada, yumuşak, rahat diye matbaada giyip aksiyon filmi temposunda dışarı çıkarken değiştirmeyi yine unuttuğu ayakkabılarını fark ederek hayıflanır.
“Abla”nın demesiyle “sıradaki sahne için” yeniden arabaya binen ikili siteden ayrılır, yola koyulur. Öğretmen uzakta yazlıklarla beneklenmiş deniz kıyısını göstererek, “o zaman böyle değildi, hiç ev yoktu… buradan denize giriyorduk, bütün gün bir tane balık tutmuşuz onu denize attı… koştum ardından, yakalasam ne yapacağım… hepimiz çocuğuz daha…” Bir tür itirafa, günah çıkarmaya benzeyen konuşma “abla”nın evinin bulunduğu siteye sapan yol ayrımına gelmeleriyle kesintiye uğrar.
Site kapı kontrolde bir ahbabıyla daha karşılaşan öğretmen, yaptığı telefon konuşması sonucu gelen, dernekten hanıma biletleri verir, “abla”yı evine bırakır, hiçbir sahnesi 10 dakikayı geçmeyen aksiyon kurgusu gereği bir şişe maden suyu içme süresi sonunda, geride bıraktığı yarım binlerce cümleye birkaç tane daha ekleyerek ayrılır, Burhaniye’ye döner.
Ertesi sabah, öğlene doğru “abla” bardağın dolu yanına bakma eğiliminin bu kadarını tuhaf bularak öğretmenin yüzüne de söylediği, ailenin tüm fertlerine yayılmış genetik iyimserlik üzerine düşünürken birden fark eder; bir ihtimal trajedinin başlangıcından bu yana geçen zamanın da yardımıyla dengelenmiş görünen sükûnetin aykırı aktörleri –az da olsa- dede ile en çok matbaacı emekli öğretmenin, bir yanıyla hüzünden kaçar, diğer yanıyla küçük kardeşi hiçbir şeyden yoksun kalmasın diye kovalar görünen zamanla yarışır koşuşturması, yattığı yerden yaşamın tam ortasında kalabilme başarısını göstermiş küçük erkek kardeş adına, onun yerine!
7 Temmuz 2011 Perşembe
“Abla”nın ikinci kitabının birinci yazısında “aksiyon filmi gibi” yaşama tanıklık eder.
Cin olmadan çarpma meraklısı “abla”, -henüz kâğıt miktarı hesaplanmamış, kapağı tasarlanmamış, nasıl tüketileceği belirsiz 1000 adedin evin neresine sığacağı üzerine ufacık fikir üretilmemiş- birinci senbilirsinabla kitabının ikinci okuması düzeltmelerini yapar yapmaz hep sıvalı kollarıyla, “ikinci kitabının birinci yazısı”na girişir.
Haftanın ilk günü Burhaniye Pazarına gitme niyetiyle sabah 8:00 servisine binmek üzere, tekerlekli kareli pazar arabasını sürüyerek durağa dikilen “abla”, araba gelene dek, toparlanmakta yazlıkçı nüfusundan iki hanımdan bir hafta kıdemlisinin diğerine verdiği “kim hanım yazlığa, kim hanım öte tarafa göçmüş?” raporuna kulak verir.
Dolu iki Körfez Birlik arabası art arda Burhaniye’ye varır; hastane durağında inip arabanın bagajından aldığı pazar arabasıyla “abla”nın hedefi ilk iş bilgisayarcıya varıp, laptop’ı -kitabın düzeltmeleri sırasında indirip hiç ihtiyaç duymadığı- programın ağırlığından, boynunu da laptop çantasının ağırlığından kurtarmak.
Bilgisayarcı, yazlıkçı nüfusun görülebilir artışını gözden kaçırmış olmalı ki, dükkânını kış tarifesinde, -yandaki kargocunun verdiği bilgiye göre “on, on buçukta…”- açmakta. Eh bari o gelene dek saçımı kestireyim diyerek berberine seğirten “abla” orada da aynı durumu gözleyince, -Burhaniye’nin, matbaaya en yakın olduğu noktasında bulunmanın verdiği fikirle- Karınca Deresi köprüsünü aşar, pazara gitmek ne kelime, siteye son servisi ucu ucuna yakaladığı 17:30’a dek matbaanın hareketli macerasının bir parçası olur.
Çevre kasabalar arasında, yetkin makine parkıyla Ayvalık’a bile iş yaptıklarını anlatan çalışkan emekli öğretmen, büyük şehirde yeterince yorulmaksızın, okulu biter bitmez babasına yardıma koşmuş gayretli oğlu, çayın koyuluğu konusunda bir türlü mutabakata varılamamış sempatik sekreter gün boyu kapıdan, her, “ne oldu bizim iş?” diyerek dalanın derdine çare bulmaya koşuşur dururlar. Emekli öğretmen matbaacının, çalışanların saygı ve sevgiyle kolladıkları emekli subay babası, sessizce bulmaca çözdüğü köşeden, nadiren söze katılıp zamanın akışına dair bir ölçü, kıyas yaratmasa, bir bilgisayarları başında, bir matbaada, bir yukarıda personelin yarışırcasına koşuşması, acemi işi bir aksiyon filminin zorlama kurgusu gibi kalacak.
“Abla”nın gerçek aksiyon kurgusuna tanıklık etmesi için ise, birkaç gün geçmesi gerekecektir.
Kız kardeşleri “abla”nın, “TV izlememe” kararıyla paralı kanal aboneliğini sonlandırmasını desteklemezler; geldiklerinde, “hiç değilse haber alalım, çanak, uydu marifetiyle olsun TV’siz olmaz” diyerek, yazlık ahalisinin çoğunun seçtiği çözümde diretirler.
Küçük kız kardeşinin, altı yıl önce yazlığa yerleşirken kendisine, doğum günü bahanesiyle hediye ettiği paralı kanalın teknik desteğini sağlayan Burhaniye’li kardeşler, bu defa parasız yayın için “abla”nın çatısında… Ne var ki eski TV, yeni kutuya uyum sağlamakta zorlanır nostalji modu siyah beyaza geçer; “abla”nın “nasılsa eski, yumruklasak olur mu acaba?” fikri karşılık bulmaz, sorunun başka kutu ile çözüleceği söylenir, Burhaniye’ye bir indiğinde dükkâna uğraması önerilir.
Demeye kalmadan aynı gün içinde, kitabın düzeltilerinin yapıldığı uzun sıcak günler boyu çalışma temposundan yorgun, cızırdayıp duran laptop da susmaz mı?
Ertesi sabah çapraz geçirdiği kayışıyla laptop çantası boynunda “abla”, ev işlerine giden, birbiriyle tanış, cıvıldaşan kadınlarla dolu 8:00 servisine biner, Burhaniye’de 41 dereceyi gösteren ısı ölçer dibinde meydanda iner. Sergiye koyacağı el yapımı ürünler için bir rulo etiket, telefon kablosu içeri alınırken duvara açılan delikleri tıkamaya 25 kuruşluk alçı, yandaki evin bahçesinde öldürülen yılanın “dibinden çıktığı…” rivayet edilen, verandası önündeki yabani çitlembiğin adını temize çıkarmak için, etrafında -yeniden, sınırlı- kedi trafiği yaratma niyetiyle kedi maması alır. Ha bire üreyen kefir mayasını eşe dosta dağıtırken gereken numune kavanozu alışverişi ardından, bir buçuk ay önce 16 minik kavanoz maya bıraktığı aktara uğrayan “abla” adamın tadilâta gireceğini öğrenir, bir iki kavanoz dışında ne bıraktıysa alır, “yeni kutu”yu almak üzere uyducuya yönelir. Sinema kanallarının yerini belleyen “abla”, bir iki kavanoz mayayı “hanıma götürürsün” deyip bırakır, kefirin meziyetlerini aktardığı kısa konuşması ardından çıkar, yolu üzerinde bir diğer aktara uğrar, birkaç kavanoz da orada bırakıp bilgisayarcıya yönelir.
Hoparlörlerin ömrünü tamamladığı haberi üzerine, üst katından gelen kafesler dolusu kanarya cıvıldaşmasını “üretiyorum, benim de hobim bu” diye açıklayan bilgisayarcıdan seyyar iki hoparlör, bir de bazen, gazinodan gelen müzik yayınını bastırma gereğiyle kulaklık alan “abla”, -artık neredeyse bir tür sapık görüntüsü arz ederek- bir kavanoz maya da, soruları olursa diye telefonunu yazdığı bir not iliştirerek “hanıma” bırakır. Bir sonraki hedefi bir hafta önce düzeltmeleri yolladığı senbilirsinabla kitabının akıbetini sormak üzere, matbaa…
“Abla”nın gerçek aksiyon kurgusuna tanıklık etmesi, matbaanın eşiğinden adımını atmasıyla başlar.
25 Nisan 2011 Pazartesi
İstanbul'daki son günlerinde "abla" iki tiyatro oyunu izler: Festen/Kutlama ve Nereye Gidiyoruz?
Ortancanın ilkokul arkadaşı, eşi ve yengesi ile kahvaltıda bir araya gelen kız kardeşlerin, hayatta olmayanlar anımsanıp sessizce gözyaşı dökülürken, eski fotoğraflara bakıldığı, hediyelerin alınıp verildiği, Değirmendere'de yaşadıktan epey zaman sonra üstlerine çöken travmasıyla boğuşmak zorunda kaldıkları 99 depreminin konuşulduğu, yaşananlara bakınca gidenlere mi, kalanlara mı yanmak gerek kestirilemeyeceği sekiz saatlik sohbeti, Sarıyer Koleksiyon'daki Dot oyunu olmasa kimbilir daha ne kadar sürer.
Fotoğrafların çekildiği uzun kapı önü vedası ardından Tünel girişiyle dipsiz kuyu benzeri metroya inen kızkardeşler, son durak Darüşşafaka'da iner, taksiyle, 21:00'deki oyun için Hacı Osman Bayırı'ndaki Koleksiyon Sarıyer Kampüsü'ne yollanırlar.
"Abla"nın, küçük kızkardeşiyle yıllar önce Kadıköy'de daraşmalık bir salonda izledikten sonra çarpılıp, ensest üzerine yapılan en iyi filmler listesi tepesine yerleştirdiği, 1998 tarihli, Thomas Vinterberg, Mogens Rukov ve Bo Hr. Hansen'in Festen (Şölen) adlı ilk dogma filminden David Eldridge'in sahneye uyarladığı, Murat Daltaban'ın yönettiği Dot oyunu ilk kez 22 Ocak 2011'de sergilenir. Oyuncular, Cemil Büyükdöğerli, Köksal Engür, Rıza Kocaoğlu, Şebnem Bozoklu, İpek Bilgin... Bahçedeki merdivenlerde başlayan oyun, izleyicinin, -koltuk, yatak, hareketli iki masa çevresindeki beyaz oya sırtlı sandalyelerle döşeli- yuvarlak sahnenin bir tarafına yerleştiği şeffaf çadırın, içinde ve dışında sürer.
Bunca yıldan sonra, filmden aklında kalanların kendisini yanıltmasını istemeyen "abla", üşenmeyip filmi internetten bir kez daha izler. Elverişli film şartları içinde, geniş bahçe içindeki büyük ev, alt katta bir lokantanınki kadar donanımlı mutfak, babalarının 60. doğum günü için bir araya gelenlerin dağıldığı yatak odalarının sıralandığı uzun koridor, salonlar, oturma, çalışma... odaları, şeffaf çadırda, "tek mekânda bundan iyisi olmaz!" dedirtecek beceriyle toparlanır.
Yatak odalarında yaşananlar tek bir yatak üzerinde, gayet akıcı biçimde biri diğerine dolanmadan anlatır, yemek salonundaki hareketli iki masa bir kaç kez yeniden düzenlenir, çadırın, ortada boğuşmalara dek yükselen gerilimini bahçeye boşaltan kapıları habire açılır kapanır.
Muhteşem öyküsüyle oyun, babanın, bir ara baskın şarkıyla örtülen sözleri, Hacı Osman Bayırı trafiği vınıltısı, Koleksiyon'un rol çalan parlak beyaz oya sırtlı sandalyeleri olmasa, "abla"ya göre, kusursuz olacak.
Kızkardeşler, Pazar sabahı bu kez, -sonradan, sırf ortancayı görmek için, üşenmeyip Beykoz'dan çıkıp gelen ressam arkadaşlarının da katıldığı- kahvaltıda kuzenleriyle bir araya gelirler. Çok şen buluşma, -bereket!- arayı bir gün önceki buluşma kadar açmadıklarından, birbirlerine doyup 15:00'teki Dostlar Tiyatrosu oyununa huzurla gitmelerine izin verir.
Nereye Gidiyoruz?, Aziz Nesin'in öykü, taşlama, şiir, oyun, masal ve köşe yazılarından, Genco Erkal'ın, Azizlikler diyerek uyarladığı, güzel sahne tasarımını yaptığı ve oynadığı, izleyicinin gülmekten bayıldığı, abla"nın içi sızlayarak -kendisinin kendisi olmasında çok büyük rolü olan- Aziz Nesin okumayı nasıl da özlediğini anladığı muhteşem güzellikte bir oyun.
En çok taşra sinemacılarının rekabet öyküsüne, banliyö trenindeki muhalefet sohbetine gülen "abla" "...zatürre ve zatülcenpden de tehlikeli zatiâli hastalığına, bu hastalık öncesinde çevredekilerin bendeniz hastalığına tutulmuş olmaları gerekliliğine ve çok zor da olsa kesin tedavisine..." bayılır.
Ustanın yaşattığı kostümler, tırmandığı, uzandığı bir karış genişliğindeki rampalar, namaz boncuklu kürsü, içinden seslendiği televizyon çerçevesi, Karagöz perdesi... güzel anlatımın alçakgönüllü destekçileri.