29 Aralık 2011 Perşembe

"Abla"nın kağıt helva sağlamlığındaki doğrularını ufalayan küçücük bir hikaye

İskender Pala, Bir Yunus Romanı OD, sayfa 325'ten:
...Sonra bir nida duyuldu: "Elestü bi-Rabbiküm!.." yani ki "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Bu öyle bir nida idi ki cevabı herkesin hayranlığı içinde gizlenmişti; herkes bu sorunun cevabını kendiliğinden biliyordu; herkes aynı anda ve bir ağızdan "Kalu / dediler:" "Bela!.. Bela!.. Bela!.." Her dilde değil, tek dilde, ezel dilinde bu "bela"lar "Evet, elbette öyledir, Sen bizim Rabbimizsin!" demekti. Olumsuz sorulara verilen bir olumluluk cevabı. "Evet" anlamına gelen yığınla kelimeden biri... Buna rağmen hiçbir ruh, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna doğrudan doğruya "Evet!" demedi. Çünkü o vakit cevap, haşa ki "Evet, sen bizim Rabbimiz değilsin!" olacaktı...

Sinan Yağmur, Aşkın Gözyaşları III, Kimya Hatun, sayfa 181'den:
Elest bezminde Allah'ın "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye seslenmesine karşılık kulların "Evet" diye cevap vermesi, Allah ile kul arasındaki ilk muhabbet ve bir tür "misak", yani antlaşmadır. Hatta buna bir aşk sözleşmesi de diyebiliriz.

Habertürk'de Bilinmeyen isimli programda Darwin'in Evrim Teorisi: Diyanet'ten bir bey, -ne yapıp edip ebeveyninin onayını almaya çalışan yeniyetme hüznü içinde- "insanın kusursuz bir varlık" olduğu iddia ederken, "abla" için bile, aklının erdiği kadarıyla biyolojik döngünün gerçekleşebilmesi için, ölüm gereklilik iken, ODTÜ'den biyoloji hocası hanım katı ebeveyn rolünde, "hastalık ve ölüm insan varlığının kusurlarıdır" demekte.

Mayaların, Güneş lekelerinin döngüsü periyodu ile açıklayıp kanıtladıkları Zamanların Sonu'na (24 Aralık 2012) az zaman kala, fizik ile metafizik arasındaki boşluk giderek daralır, çakışmaya yaklaşırken tanık olunan her kafadan ayrı ses, -felsefeci ortanca kız kardeşinin sonsuz huzurunu kaçırarak, arada ortaya Darwin lâfı atıp, ihtimal ego'su Sebastian'ı tatmin peşinde- "abla"ya kalırsa, kullarının kendisine öykünmesine kızan Tanrı'nın ceza olarak dilleri karıştırmasından* bu yana, insanoğlunun da yüzyıllardır üşenmeyip yargıları, kavramları, değerleri... karıştırmasıyla, "körlerin fil tarifi"ne dönmüş. Sonuç, her bir körün tuttuğu yerin, "tartışılmaz tek fil gerçeği" iddiasıyla ortaya çıkan, eşsiz bir mizah başyapıtı!

"Son çıkış"ı olmayan köprüye girdiği duygusuyla, yaklaşanın kıyamet değil kıyam, yani bilincin ayağa kalkışı, uyanışı olduğunu bilip, giderek netleşen "abla"nın tül torba dikme maratonu sırasında, aç kalmayasın diyerek kendisine öteki koydan yemek taşıyan Ukraynalı sevgili komşusu bir hikaye anlatır. "Abla"nın, kağıt helva sağlamlığındaki doğrularını ufalayan bir hikaye.

"Odesa'da bir komşumuz vardı, iki kızı oldu, büyük kız normaldi, küçük cüce çıktı. Sirkten istediler, o zamanlarda sirklerde cüceleri gösterirdiler, cüce kızı annesi vermedi. Sonra annesi babası öldüler, ablası da 50 yaşlarında genç öldü. Bu gidişimde Odesa'da cüce kıza uğradım, çok yalnız kalmış ağlıyor, keşke dedi beni sirke verselerdi..."


19 Aralık 2011 Pazartesi

399 tül torba sonra "abla", sonunda, kendine yazma izni verir.

Kasım sonu Merkür geri gidişi ilk günlerinde, gazinodaki koca hasır şemsiyelerden üçünü kırıp savuran poyraz fırtınasından gözü yılıp kendini on günlüğüne İstanbul'a atan "abla"nın ilk durağı, gelişine, laptopunu da getir talimatıyla pek sevinen ortancanın Ataşehir'deki evi olur.

Ortancaya, yeni üniversitesinin akreditasyon işlemleriyle ilgili -küçük kız kardeşin "abla"nın haklı hayranlığını kazanan akıl kıvraklığıyla döşediği- listeleri temize çekmede yardım eden "abla", İstanbul'a gelişinden iki gün sonra kızının evine varır.

Ertesi sabah ana kızın ilk işi, Tarsem Singh'in Ölümsüzler'ini izlemek olur. Yönetmenin geniş hayal gücüne karşın, Ege Adaları'nda kehanet merkezi kayalıklarla göğün Tanrılar katı arasına sıkışmış görünen, üç boyut gözlükleriyle beğenerek izledikleri filmin esas oğlanı "abla"ya göre Angel Heart'tan bu yana hayran olduğu Mickey Rourke.

İzleyen günlerde, Cadde'de, önce kardeşleriyle Onur Ünlü'nün yönettiği Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi'ni gören "abla", Celal Tan'ın (Selçuk Yöntem) ödül konuşması sırasında kürsüde geçirdiği değişim ile, Turan Altaylı'nın (Köksal Engür) son nefesinde yarım yamalak şehadet getirişine bayıldığı kara komediyi beğenirken, -tahminen- dinî içerikli esprilere nasıl tepki vereceğini kestiremeyip pek çok kahkaha yerine ufak tefek kıkırtıyla yetinen izleyiciyi beğenmez.

Kuzenlerinin de katılımıyla üçüncü kuşak Giritliler olarak izledikleri Çağan Irmak'tan bir güzel film Dedemin İnsanları, oy birliğiyle beğenilir. Anlatılan sanki, Gülcemal vapuruyla Hanya'dan 1924'te göçmüş anneannelerinin, kendilerinin öyküsüdür. Plaj işletmecisinin nasılsa gözden kaçmış, "...sizin gezi de yalan oldu yani!" sözü hariç, ebeveyn evlat ilişkisinin kendine özgü dilini yansıtan muhteşem diyaloglar, oğlanın, annesinin müşterisi kadını taklit ederken kullandığı -"abla" ve kardeşlerine kendi çocukluklarından tanıdık- mimik, çevre düzeni; tarihin, değerlerin, kalplerin kırılışının, yönetmenin kendine özgü duyarlılığıyla anlatılışı çok başarılı.

Filmekimi filmlerini toplama merakındaki kızının önüne sürdüğü iki filmden ilki, Mike Cahill yönetiminde Another Earth: Genç bir kız, trafik kazasıyla karısının ve oğlunun ölümüne neden olduğu bestecinin yaşamına, cezasını çekmesine karşın, suçluluk duygusuyla dahil olur. Yükünden kurtulması, güzel bir yazıyla kazandığı "diğer Dünya'yı ziyaret ödülü"nü besteciye aktarmasıyla mümkün olur. Dünya'nın aynı bir Dünya'da "abla"nın aynı bir "abla" fikri bir zaman aklını kurcalasa da, bundan bir bilgi (fayda?) elde edemeyeceği, bir yere ulaşamayacağının bilincinde "abla" takibi bırakır.

İkinci Filmekimi filmi, çoktandır aklında, "abla"nın her daim, günümüzün en iyi yönetmeni dediği Lars von Trier'den Melancholia: Mayaların güneş lekeleri periyoduna bağlayarak Zamanların Sonu diye adlandırdıkları "bir üst bilinç düzeyine geçiş" sınırı yaklaştıkça, gişede daha başarılı olduğu kesin felaket-kehanet filmlerine bir ekleme de Trier'den; elbette onun, olağanüstü sinemacı bakışı farkıyla. Kırsaldaki şatosunda kız kardeşinin düğününü organize eden Claire (Charlotte Gainsbourg) ve kocası John (Kiefer Sutherlend) için tek amaç, duygusallığı dengesizlik sınırında Justine'in (Kirsten Dunst) mutluluğudur. Düğündeki küçük dokunuşlarla anne, her zaman muhteşem (Charlotte Rampling) ile babanın (John Hurt) karakterleri hakkında yeterli fikir edinen izleyici için Justine'in durumu anlaşılır gibi olursa da, -"abla"ya göre yaklaşmakta olan iri gök cisminin tetiklediği- krizlerden biriyle yine darmadağın, ablasına sığınan genç kadın, filmin finalinde yeğeniyle yaptıkları melek mağarasında el ele tutuşmuş otururlarken, nihayet huzur bulmuş gibidir. Oğlanın yaptığı -göğse dayayıp bakılarak gök cisminin mesafesinin ölçüldüğü- tel gereç, babanın teleskop başındaki gözlemi sırasında sürecin tersine döndüğünü anladığı andaki kısacık ifadesi, gelişmeler karşısında karısıyla değiştikleri karakter ve yaklaşım biçimi... Üç beş kişiyle, neredeyse tek mekanda, alçak gönüllü biçimde anlatılmış muhteşem bilimkurgu gerilim "abla"yı, -bir önceki filmi Antichrist'tan da çok etkilendiği yönetmen hakkında- bir kez daha haklı çıkarır. Ev halkına duygularını aktarırken "abla", "ben kollarımı açarak karşılardım" der, "o kısa aralıkta ölüm acı vermez; bir olmanın, evrenin bir parçası olup toza dönüşmenin, bunun tanığı olmanın ihtişamını düşünsenize!"

Arkadaşlarını arama fırsatı bulamayacağından İstanbul'a gelişini saklayan "abla", takı tasarımcısı müşterisinden gizlenmez. Hemen her zaman sevinç üreten bir araya gelişlerinin sonuncusunda, Amerika'ya mücevher ihracına niyetlenmiş hanımla yardımcısını yürekleri ağızlarında bulan "abla"nın, o telaştan payına 600 adet tül torba dikmek düşer.

Döner dönmez Burhaniye ve Edremit'ten topladığı malzemeyle annesinden kalma dikiş makinesine çöken "abla", ancak 399. torbayı diktikten sonra kendine yazma izni verse de eyleme geçmesi için, Yunus olmanın ne olduğunu pek güzel anlatan kitabın, -Bir "Yunus" Romanı OD, İskender Pala, Kapı Yayınları 2011- 167. sayfasının en altında rastladığı "...Şiir kavramı o gün içimde başka bir değer bulmuştu. O güne kadar şiir söylemek gibi bir arzum hiç olmamıştı. Allah Kur'an'daki "Şuara" suresinde "Şairlere sapkınlar uyar!" buyuruyor ve "Yasin" suresinde de "Biz o peygambere şiir öğretmedik; zaten ona yaraşmazdı!" diyordu. Ama Mevlâna Hüdavendigâr şiir söylüyor ve benimle kafiye oyunu oynuyordu. Bunu hiç unutmayacaktım..." satırlarını okuması gerekir.

Bu satırlar "abla"ya, Peygamber Enok'un Kitabı'nı hatırlatır: Hermes Yayınları'ndan çıkmış kitapta, Dünya yaşamına uyum amacıyla titreşimlerini düşürdüklerinden "düşmüş melekler" diye anılan, kendilerini baştan çıkaran insan kızlarıyla yatıp onlardan edindikleri çocuklara savaşmayı, madenciliği, bitkileri... öğreten, gözcülükle görevli bir tür teknik ekipten söz edilir.

Muhammed Peygamber'in kitabı Kur'an'da ..o peygambere şiir öğretmedik...lerini söyleyen "Biz" ile Peygamber Enok'un Kitabı'ndaki "gözcüler" "abla"ya göre birbirinden çok farklı değil; "Biz, gözcüler ve daha niceleri" diye düşünür, "denize dönme çabasıyla damlacık olarak yol alırken rastladığımız iyi niyetli rehberler, öğretmenler..."

Senbilirsinabla kitabı macerası sırasında -ki, sonradan anlaşıldığı üzere Burhaniye'deki matbaanın teknik olanaksızlığı nedeniyle kitabın baskı aşamasında İzmir'e yapacağı ziyaretlerin maddi zahmetinin eklenmesiyle ortaya çıkan bütçe, evdeki hesabı kat be kat aşacaktır; o ara "abla"nın aklına yeniden düşen "klasikler hurdacı arabalarında dağlar oluştururken bir senbilirsinabla kitabı şart mı?" sorusuyla proje bir ihtimal bir daha gündeme gelmeyecek biçimde askıya alınır- birmilyonkalem'deki editörlerine "haftada-on günde bir yazı" sözü vermiş "abla", yazacağı bunca şey varken siparişin üçte ikisini tamamlaması yetmez, 399. tül torbaya ilaveten "Biz..." iteklemesine ihtiyaç duyar.

İstanbul dönüşü, kırağı düşmüş bir kaç ayaz sabah sonrası sakinleşerek, papatyaları şaşırtıp dışarı uğratan mırıl mırıl yağışlı ılık lodos göğü 10 Aralık akşamı açılır, muhteşem ay tutulması elle tutulurcasına temiz izlenir. Yağmurla birlikte, bugün 30 yaşına basacak kızının -su grubu mensubu kocasını yaradılışına aykırı biçimde, ateş grubu kendisi hızıyla davranmadığı için şikayet etmesiyle- açtığı "abla"nın gözyaşı muslukları akar da akar. Belli ki, anneliği kayıtsız şartsız sorumluluk sanan "abla", "ikiniz de 30 yaşındasınız artık, aranızda halledin sorunlarınızı..." bilincine ulaşırken, bir yandan da geniş kapsamlı arınma yaşamakta.

Kitaplar, filmler, dikiş, bilinç değişikliği, arınma derken, telefon işletmesi de "abla"ya eşsiz bir fırsat sunar: Kasım ortası, arayan numarayı gösteren sabit telefonu beklenmedik biçimde bu vasfını kaybeder! "Yeni hizmetlerinden birini..." daha dinlemeye sabrının elvermediği günlerden edindiği "Fatma Hanım yurt dışında... Pazardan dönmedi, akşam ararsanız..." türünden savunma stratejisine misilleme saydığı/sandığı bu kayıp "abla" için önemlidir; eve her dönüşte ilk olarak aranıp aranmadığına bakar, kızının, kardeşlerinin, kendisiyle ilgili "orada yalnız, bir başına..." kaygılarını böylece savuşturur. Burhaniye'de emekli bir PTT şebeke memuruna kontrol ettirdiği telefonu sağlamdır, internetten yaptığı şikayet başvurusuna gelen teknik adamlar orayı burayı kurcalarlar, ilk başta arıza giderilmiş görünse de izleyen günlerde telefon arayan numarayı göstermemekte direnir. "Abla" ciddi ciddi yeniden cep telefonu edinmeyi düşünmeye başlar.

Demeye kalmadan, gözyaşı selleri sırasında bir kaç tıkanıklık daha açılmış olmalı ki "abla" birden bunun "kontrol!" takıntısıyla bağlantılı olabileceğini keşfeder. "Öyle ya" der kendi kendine, "eskiden de arayanı bilmiyorduk, alacaklımıza da vereceklimize de aynı tonda alo diyerek..." Telefon işletmesinden intikam rengi de taşıyan cep telefonu alma fikrini rafa kaldıran "abla", işi kendisini Dünyanın tüm acılarından sorumlu olduğu zannına vardıran ego'su Sebastian'ı göz altına alır.

Görünüşe göre, beyzbol topu iriliğinde nanoteknoloji ürünü yeşil plastik topla, "sadece su" ile çamaşır yıkamaya başladığı günlerde "abla", sonradan bağımlısı olduğu deterjan, yumuşatıcı, ille de kireç giderici gibisinden dayatılmış / yapay alışkanlıklarından sıyrıldığı gibi, deniz olmaya yürürken ayağına dolanan, korku temelli "kontrolü elden kaçırırsam..." dayatmasından da yavaşça arınmakta.

10 Kasım 2011 Perşembe

Senbilirsinabla yine Selçuk'ta: Bu kez yalnız, ego'su Sebastian yanında değil.

Adrian Gilbert ile Maurice Cotterell'in yazdıkları, Sınırötesi Yayınları'ndan 2001'de çıkmış, büyük bölümü kitabın yazılış macerasını anlatan, arkaya eklenmiş -güneş lekeleri döngüsü bağlantısı dışında aklının hiç ermediği- ayrıntılı bilimsel bölümlerle kehaneti kanıtlayan 389 sayfalık Maya Kehanetleri'ni okuyan "abla" için, "zamanların sonu" 24 Aralık 2012'den bir önceki enerjisi yüklemesi tarihi 11.11.2011 önemlidir.

2004'ten bu yana derinlerine daldığı ezoterik metinlerde karşılaştıkça ego'su Sebastian'ın "hadi canım", "olacak iş değil", "yok daha neler" türünden dürtmelerini geride bırakan "abla", konuyu bir kaç yıl önceki "abla"ya kıyasla bayağı ciddiye alır. İyice faydalanayım diye düşünerek kozmik üçgen diye bildiği Meryemana, Şirince, Pamucak ziyareti için Selçuk'a yollanır. Eskiye göre bir farkla; yola çıkalı beri yaşadıklarına tepkisine bakarak Sebastian'ın kendisine eşlik etmediği fikrine varan, 8:30 İzmir otobüsünü yakalamak için Karaağaç yol çatına çıkan"abla"nın ilk sınavı, Bayram'la karşılaşmasıdır.

Bitişik yazlık sitelerden birinde bekçi olan ailesiyle oturan Bayram konuşma özürlü. Ayvalık'taki özürlüler okuluna giderken, geçen yıllarda, saf yüreğinden taşan sevgiyle herkesle sohbet hevesiyle sağa sola lâf atarken onun menzili dışında kalmaya özenen, Sebastian'ın azmettirdiği "abla", yolculuk sabahında, kaçınmak ne kelime, okula gitmek üzere durağa yönelen Bayram'ın yolunu keser, Körfez Birlik minibüsü gelene dek derin bir de söyleşi tutturur.


Otobüs İzmir'de otogara girer, aynı kapıya yönelen yolculardan birine yol veren "abla"
bir sizden bir bizden mantığınca inmeye davrandığında yol verdiği adamın ardı sıra inmeye davranan genç kızı, istemeden sırt çantasıyla azıcık hırpalar. Kızın, ardından söylenmelerinden rahatsızlık duymadığında, ilk kez o anda, Sebastian'ı merak eder.

Birkaç peron ötedeki Selçuk minibüsüne adımını atmasıyla yola koyulmaları bir olur. Otoban çevresindeki yetişmekte ormanlarla bezeli tepeler arasını beyazlayan pamuk tarlalarını gözleyerek yol alırlar. Midesi kazınırken girdikleri Selçuk'ta merkezde inen "abla", otların da kullanıldığı güzel yemeklerini unutmadığı lokantaya varır. Güneş sırtını ısıtırken, göçen leyleklerin boş bıraktığı kemerlere nazır,
başrolde arapsaçı, yediği lezzetli yemeğin bedelini ödemek için dükkâna girecekken "afedersiniz hanımefendi, mesleğiniz nedir?" diyerek kapı dibindeki masadan seslenen adama -ilk kez- hırlamaz; çok uzun zamandır Sebastian hakkında hiç düşünmediğinin farkına varıp içinden "Allah Allaaaaah?" derken sorgulamaz, yargılamaz, saygıyla yanıtlar.

Müzenin arkasındaki, adreslerinden biri haline gelmiş pansiyona varır, akraba gibi karşılanır, odasına yerleşir. Günün ortası; Cemile Hanım'ın verdiği fikirle, sezonda denize varılana dek akla karanın seçildiği Pamucak kumsalında yürümek üzere garaja gider, Pamucak minibüsüne yönelir. Yarım saat sonra kalkacağını öğrenince ettiği
"Kuşadası minibüsüne mi binsem?" cümlesi, ufak masası başında hesap kitaba dalmış Hasan Bey'in dehşetli öfkesiyle "alamaz benim müşterimi!" diye karşılanan "abla" bozulmaz, kırılmaz, gücenmez. "Var öyle bir iki sütü bozuk..." diyerek onlardan biri de "abla"ymış gibi esip yağmakta Hasan Bey'in yatışmasını bekleyen "abla", kışın geldiğini, bilmediğinden böyle bir rota izlediğini anlatır, yumuşayan konuşma nasıl olduysa, Hasan Bey'in Avrupa Birliği'ne girmeyin aman! diyerek kendisini uyaran Alman müşterilerine dek uzanır.

Garajda bir tur atan "abla"
dolarsa ikiden önce kalkacak minibüsün ilk yolcusu, girer oturur; demeye kalmadan kalabalık bir grup arabaya yönelir, Hasan Bey yüzünde güller açarak direksiyona geçer, "bizi bu mevsimde Efes kurtarıyor zaten" dediği yöne yollanır. Efes yolcusunu bırakır arkasında oturan "abla"ya, "bak kalbin ne temizmiş" der, "bekle ki araba dolsun, boş geziyoruz, boş..." "Bereketli olsun" diye yanıtlayan "abla", işin -herşey gibi düşüncenin de enerji yüklü parçacıklardan ibaret olduğu, neyle yüklenirse onu taşıdığı- mantığını kavrayalı, düşünceleriyle karşılaşmaya, dahası düşüncesiyle yaratmaya başlayalı, bunun "bir üst boyutun normal durumu" olduğu bilinciyle ve çevrede böbürlenme mekanizmasını aktive edecek Sebastian da olmadığından sakin, sessiz.

Pamucak kumsalına iki yıl önce kardeşleriyle kaldıkları odanın yanından geçerek giren "abla" spor pabuçlarını, çoraplarını çıkarır, paçalarını sıvar, dalgaların ıslattığı altın ışıltılı kumda, geldiğini duyunca gömülen minicik yengeçlerin lekelediği kıyı boyunca uçtaki otellere dek yürür, döner. Bir buçuk saat süren yürüyüşü sırasında "abla", son zamanlarda kendi kendine şarkı söylemenin ihtişamını hatırlayıp, Cem Karaca, Timur Selçuk ağırlıklı repertuvarını dalgaların sesine sakladığı şarkılarıyla yürürken bir minik sınavı daha başarıyla atlatır. Uzaktan ten rengi mayo giymiş gibi görünen, yaklaştığında traşlı olduğundan oğlan çocuğu havasına bürünen
-otellerin yabancı müşterilerinden olsa gerek-, karşılaştığı yetişkin çıplak erkek "abla"nın, cinsellik, karşı cins, edep türünden hiç bir yargısına çarpmaz; tek açıklama, yargıdan sorumlu ego'su Sebastian buralarda değil!

Kampingin ortak kullanılan tuvalet, duş alanında ayaklarını yıkar, çorap ve ayakkabılarını giyer, birilerinden izin almadan yaptığı bu iş için suçluluk duymaz; evet, sebepleri ve sonuçlarıyla suçluluk işleri sorumlusu ego'su Sebastian kesinlikle civarda değil.


Selçuk'a dönüp sokak aralarında epey dolanarak bulduğu internet kafeye kapağı atan, maillerini yanıtlayıp yazısına yumulan "abla" kafasında evirip çevirmekte, Sebastian'la yollarının ne zaman ayrıldığını bulmaya çalışmakta. Kışlığa da çevirdiği yazlığına yaz-kış oturmak üzere göçtüğü 2005'ten bu yana,
-herkes gibi- "Tanrı'nın eşsiz güzellikte bir parçası" kendine yaptığı yolculuğun amaçlarından biri ego zahmetinden sıyrılmak; görülen o ki farkına varıp adını koyduğu ilk andan başlayarak, "abla"yı kimbilir kaç reenkarnasyonu boyunca eşlik edip hayatta tutarak buralara getiren sevgili ego'su Sebastian çıkınını toplamakta.

Dünya zamanıyla çok uzun zaman sürmüş beraberlikleri geride kalırken gözleri dolu dolu olsa da "abla", bir sonraki
-şimdilik 4 ve 5.- boyutta sevgili Sebastian'ın desteğine ve onu, ayartmalarına verdiği tepkilerle beslemeye ihtiyaç duymayacağından emin.


"Abla"nın düzensiz okurları için not: Adını, eski kara filmlerdeki katil uşak Sebastian klişesinden alan ego'su, aslında "abla"ya hizmet etmesi gerekirken, öğrenmek üzere Dünya'ya gelip gidişleri sırasında gemi azıya alıp onu kendine hizmet eder hale getirmiştir. Bu, bunda bir tuhaflık olduğunu sezen "abla"nın belki de kendine yola çıkışının ilk itişlerinden biridir.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

“Abla”nın evinin bahçe girişinde, çeşmeyle komşu bir incir ağacı var.

2005’te İstanbul’dan göçüp, yaz kış oturmak üzere yazlığında tadilât yaptırdığı sıra “abla”, büyümekte olan incir ağacıyla ilgili bir karar vermek zorunda kalır. Besbelli, geniş alana yayılan kökleriyle “ocağına incir dikilmesi” durumuna yol açmasın diye, ebeveyninin, sağlığında evden uzağa bahçenin girişine yerleştirdiği ağaçcığın, dibinden geçen alçak duvarın iç kısmında mı, evleri ayıran patika tarafında, dışarıda mı kalacağını bilmek isteyen ustayı, o aralar aklı mülkiyet konusuyla meşgul “abla”, “duvarın dışında kalsın” diyerek yanıtlar.

Geçmiş yaşamlarından getirdiğinden emin olduğu gün ışığı, su, toprak herkese aittir bilinciyle, son reenkarnasyonunda edindiği mülkiyet hırsızlıktır fikri uyarınca incir, duvar dışında kalmalı, gelip geçen canı çektiğince koparabilmelidir.

Kışın sonlarına doğru duvar örülür, bahar gelir geçer; “abla” incirin ilk meyveleriyle birlikte ilk sınavını verir ya da veremez. Penceresinden bahçe girişiyle incirin rahatça gözlenebildiği, atölye dediği köşeciğinde çalışırken üst mahalleden ya da kiracı olmalı, tanımadığı iki hanım ağacın dibinde duraklar. Açık pencereden “abla”nın kulağına ulaştığı kadarıyla hanımlardan biri incir hasadı peşindeyken diğeri bunun uygun olmadığı fikrindedir.

Diz hizasındaki alçak bahçe duvarını bir zikzakla dışarıda bırakma nedenini çoktaaan unutmuşa benzeyen “abla”, benliğine nereden sızdığını kestiremediği yakıcı “…benim!” hırsıyla tüyleri diken diken kulaklarını diker incir gölgesindeki konuşmanın nereye varacağını bekler.

Kendisini görebildikleri şüpheli “abla”nın incir dibindekilere “buyurun lütfen, koparabilirsiniz” diyerek seslenme hevesi, dileği nerede, daha ilk sınavda çakıldığı bilinçsizlik çukurunun dibi nerede?

Durum göründüğü kadar umutsuz değildir; izleyen yıllarda “abla”, her Ağustos ayında çok lezzetli meyvesiyle yüklenip sınavı tekrarlayan ağaca karşı, ağaçla birlikte, giderek daha eli açık olur. Hiçbir şey beklemeksizin zamanı geldiğinde, hava, su, topraktan payına düşeni toparlayan ağacın yuvarladığı, ballanarak büyüyen her bir incir, “abla”nın ilk sınavında yüzleştiği “…benim!” ateşine fısırtıyla düşen bir damla olur.

İncir haftaları boyunca “abla”, sabahları erkenden topladığı, kabuğu çıtırtıyla soyulan tazecik incir dolu naylon poşetleri, geceleri geç yatma alışkanlığındaki komşularını uyandırmamaya özenerek, kedi gibi sessizce süzüldüğü verandalarına, masalarına bırakma alışkanlığı edinir.

12 Ağustos 2011 Cuma

Hayır; kendisinden epeydir ses seda çıkmayan “abla” tembellik ediyor değil.

Yazlığında kendisi gibi yaz-kış oturan komşusunun azmettirmesiyle, üç hanım birlikte açtıkları “Artur’da kışın hanımlar ne yapar?” başlıklı, kış boyu boş zamanlarında ürettiği el yapımı kart, minikart, defter, ayraç, anahtarlık, kutu, çıngıraklı duvar süsü türünden kırtasiyeyi ortaya döktüğü sergi, “abla”nın umduğu ilgiyi görmez. Marketin üst katında, güneşin batarken yalayıp yaktığı, yüzüstü kapatılmış kasalarla yaptıkları alçakgönüllü standlara yaydıkları, “abla”nınkilere ek, takıların, kozmetik ve kumaş çantaların sergi sonunda –ortalama- üçte biri satılır. “Abla” sergi boyunca, yaş kış yazlıkta yalnızlıkta yaşamanın erdemlerini aktardığı ayaküstü ev yapımı terapi aralıklarında, üretimiyle ilgili daha çok “bu nedir, ne işe yarar?” sorusunu yanıtlamakla uğraşır. Son birkaç gününe yoldaşlık eden kızıyla, -gece saatlerinde- dokuz günlük serginin bitiminde Bursa’ya geçen “abla”nın niyeti, akademik kariyerine İstanbul’da bir üniversitede devam daveti alan ortanca kız kardeşini küçük kız kardeşle birlikte Ataşehir’e taşımak.


2011 yılı Temmuz’unun son birkaç, sıcak nemli Bursa günü zahmetini alışveriş merkezlerindeki serin sinemalara giderek aşan kardeşler, bir önceki festivalde izleyip çok beğenen “abla”nın önerisiyle, -ilk yarıda konusunun da bir parçası olan, sonradan merkezinin Marmara Denizi olduğu anlaşılan 5.2’lik depremle sallandıkları- Emre Şahin’in yönettiği, Ali Atay, Ntare Mwine, Deniz Çakır’ın oynadığı 40’ı, yine “abla”nın festivalde en beğendiklerinden Nigel Cole’un yönettiği, Sally Hawkins, Bob Hoskins, Miranda Richardson’un oynadığı Kadının Fendi’ni, Michael Greenspan’ın yönettiği Adrien Brody’liTuzak’ı izlerler. “7 boyutlu” denilerek tanıtılan, altındaki ince serum hortumlarının konuya paralel olarak ayaklara dolandığı, esintili, hareketli koltuklu mini salondaki birkaç dakikalık eğlenceli gösteri “abla”ya kalırsa film sanayiinin yeni yönüne örnek sayılsa gerek.


Güya toparlanma günlerinin birinde Uludağ yolundaki anıt ağaç, -35 m boyunda, 9,2 m çaplı 600 yaşındaki- İnkaya Çınarı dibinde kahvaltıyı, -ortancanın arkadaşlarının “görmeden Bursa ayrılma” dedikleri- Emir Sultan’ı ziyareti ihmal etmezler. “Abla”nın anahtarlık yaptığı tongurdak –yuvarlak köpek çanı- siparişi için Eski Tahıl’da Galle Han’da dökümcü bile araştırıp bulurlar.


Uzun zamandır uzmanlaşılmış taşıma işi, “taşınanın sorumluluğu sınırı”nı kestiremeyen kardeşleri “abla siz şöyle çekilin” diyerek kibarca kenara itip, ağırlıklı eşyası kitap olan evi iki saatte toplayan şirket elemanlarınca tamamlanır. Kamyondan epey zaman önce Ataşehir’e varılıp ev açılır, hafta sonu taşınmaya izin vermeyen sitenin, bereket, yaz dolayısıyla tenha halkı rahatsız edilmeden eşya eve taşınır. Blok kapısı önünde büyük sürpriz; “abla”nın yaşamına bir dizi reenkarnasyonla eşlik eden Lucky serisinden –sonuncusu damadın uzun ince kuyruğu dolayısıyla Anten Kuntin diye seslendiği- sevgili kedisi Ekran Koruma kapı önünde kendisini beklemekte!


Toparlanma gibi yerleşme de, daha çok çevrenin -alışveriş, aralarında zengin, güzel Afyon kahvaltısı yapılanın da bulunduğu hazır yemek noktalarının- keşfedildiği eğlenceli bir süreç olur. Açılmadık koli kalmayınca kızının evine Avrupa tarafına geçen “abla” 2011’in sekizinci ayı -ayın, haftanın bir de ramazanın- ilk günü, öğleden önce pasaportunu yenilemek üzere Beşiktaş Vergi dairesinde, çok şükür orucun kafalara henüz vurmadığı saatlerde, kuyrukta yerini alır.


Biyometrik fotoğraf ve pasaport yenileme başvurusu çok zaman almaz; ana-kız yakındaki alışveriş merkezinde buluşur; bu kez yapımcılığını Spielberg’in yaptığı J. J. Abrahams’ın yönettiği -“ablanın en sevdiği tür- bilimkurgu, gerilim filmi Süper 8’i pek beğenerek izlerler.


Ertesi günü olağan Tahtakale alışverişine ayıran, üç hafta sonra Peru-Bolivya gezisi için İstanbul’a döneceğinden kentin yoğunlaşıp, neredeyse bıçakla kesilebilecek katılığa ulaşmış öfkesine bulanmaya gönülsüz “abla” fazla oyalanmaz, Kuzey Ege’deki evine döner.


Birkaç gün sonra Dalaman’daki akranı kuzenince ziyaret edilir; birlikte geçirdikleri iki püfür püfür poyraz günü ardından, yol üzerinde bir huzur noktası Taylıeli’nde Daidalos Butik Otel’de engin panorama önünde konuşkan kedilerin süslediği manzara eşliğinde zengin köy kahvaltısı yapar, anneannelerinin 1924’te Girit’ten göçtüğü Küçükkuyu’ya yollanırlar.


İzleyen -en küçük teyzenin oğlu kuzenin de eklendiği- günlerde, dayılarının rehberliğindeMıhlı Çayı üzerindeki Başdeğirmen’i, yanı başındaki Roma Köprüsü’nü, “şelale” tabelasını izleyerek yine Mıhlı Çayı’nın yumuşattığı kayalarla bezeli bir başka kanyonu görür, ertesi gün de, Kazdağları Milli Parkı’nda –izledikleri tanıtım filmi ardından arabada “yanlarına verilmesi zorunlu rehber”e yer olmadığından zorunlu olarak yöneldikleri (rehbersiz rota)-Hasanboğuldu’ya giderler. Yıllar önce bir trekking grubuyla gelip, beraber atladıklarında, “abla”ya, “buraya kadarmış, kısmette 30 yaşımı görmemek varmış” dedirten suyun soğukluğu o günden bu yana, ayaklarını soktuklarında çok tutamayıp ateşe değmiş gibi çekmelerinden anlaşılır ki eskisinden farklı değil. Bazısı kayalar üzerinde dev sürüngenler gibi yürümüş çınarlarla gölgeli dupduru suyun bin bir huzur noktası yaratarak ilerlediği güzelim doğanın havası ise farklı; mangal noktasından yayılan yoğun dumanda arabalarını bulmaya çalışırlarken “abla”nın demesine bakılırsa, yöre adının “Hasan(dumandan)boğuldu’ya dönmesi an meselesi”.


İstanbul, “yarısı kış, yarısı yaz Ağustos” yarılanmadan kış ayarında yağmurla yıkanırken, Küçükkuyu ile evi arasındaki yolu muhteşem güzellikteki bulutlar altında alan “abla” evine varır. Yaşamaktan yazmaya fırsat bulamadığını döktüğü iki sayfanın bloguna yerleşmesi ertesi güne kalır.

10 Temmuz 2011 Pazar

“Abla”nın gerçek aksiyona tanıklığı, matbaanın eşiğinden adımını atmasıyla başlar

Matbaa “abla”nın bir önceki gelişindeki tempoda; selamlaşırlar. Ören festivali ile ilgili işlerin yığılması nedeniyle senbilirsinabla kitabı az geri kalmıştır, emekli öğretmen matbaacı “abla”nın ilk ödemesini kastederek “nasılsa parayı da aldım,” diye şakalaşır; “derneğin biletlerini bastık bırakmaya gideceğim, biraz beklerseniz sizi de evinize götürürüm.”

O ara dede ile torun gelirler, anlık gelişmelerle yatak değiştiren akışa göre iş bölümü kapı önünde ayaküstü yenilenir. “Abla”nın babasının pek severek tekrarladığı, insan, ömrünün başında dört ayaklıdır, ortasında iki, sonunda ise üç ayaklı döneminde dede minik adımlarla ulaştığı masanın köşesine yerleşmeden, babasının belediyeye yolladığı oğul matbaacı döner, dükkândaki iş trafiği bilgisini alır. Emekli öğretmenin “hadi…” startıyla kalkınan “abla”, “baba, seni de kahveye bırakırım” dediği dede arabaya yerleşir yola koyulurlar.

İlk durak, emekli öğretmen matbaacının çıkmadan az önce telefon konuşmasıyla çizdiği rotaya göre, 1985’te denize atlayıp geçirdiği kazadan sonra göğüs hizasından aşağısı felç olan, -“abla”nın matbaaya ilk uğrayışında gördüğü, bastıkları ilk kitap- Piskedi’nin yazarı küçük erkek kardeşin, anne babasıyla yaşadığı evi.

Burhaniye Ayvalık arasındaki yol / kıyı boyunca dizili yazlık sitelerin en yerleşiklerinden birinde, bir birinci kat girişinde arabadan iner, iki basamakla verandadan girilen salona ulaşırlar. Kapının, hayatın önüne konmuş yatakta, yanı başında bilgisayarı uzanmış, Piskedi’nin –burçdaşı- yazarı “abla”ya hiç de yenilmiş görünmez.

Robert Temple’ın bayıldığı kitabı Sirius Gizemi’nde gördüğünde çok anlamlı bulduğu, spazm halindeki bağırsaklarla resmedilmiş sıkıntılı yüzüyle Merkür gezegeninin yönettiği burcu İkizler’in ferdi “abla” bu zahmetten düzenli kefir yapıp içerek kurtulmuş olmanın verdiği geniş memnuniyetle, kendileri de kefir kullanan ev halkına bir kavanoz maya bırakır. Matbaacı emekli öğretmenin demesine göre küçük erkek kardeşi, kendi kitabının basımı sırasında ortaya çıkan pürüzleri çözerken iyice deneyim sahibi olmuştur; tanışmadan önceki günlerde yaptıkları uzun telefon konuşmasında –bu uzunluğu İkizler İkizler’le konuşuyor diyerek açıklayan “abla”nın- acemisi olduğu ISBN ve bandrol ile ilgili konularda yardımcı olmayı önerir.

Kendine özgü neşesiyle dede, oğlunu her ne şekilde olursa olsun geri almaktan memnun bilge tebessümüyle anne, aksiyon filmi yaşamın baş aktörü cep telefonuyla iş kotarmakta emekli öğretmen matbaacı ağabey, yardımcı genç kadın; herkes ayakta, yatağın başucuna konan sandalyede, “abla”, oturmakta. İncitir miyim kaygısıyla nasıl davranacağını bilemediğinden, belki bu yüzden bilmeden hüzne neden olan “abla”, kestiremediği kısalıktaki tanışma ziyareti ardından vedalaşır, arkaya yerleşir, görünüşe göre inmesine hiç de gerek olmayan dede önde, yolcusunu alan araba yola koyulur.

Çay bahçesi kıyısına park ederler, emekli öğretmen iner babasının koluna girer dedeyi yerine yerleştirir; yeniden hareket eder, balıkçının önünden geçerken çupra ısmarlar, Ayvalık yoluna çıkarken rastladıkları adama “bir saat sonra matbaaya döneceğini, o zaman gelmesini, işini halledeceklerini” söyler, yağmur sıkıntılı göğün cama yapıştırdığı üç beş damla eşliğinde yeniden yola düşer.

“Abla”nın “aksiyon filmi gibi” demesi boşuna değil: İkinci durak, emekli öğretmenin “hanıma buradan ev alan salak dedim, sonra gelip buradan…” diye anlattığı misler gibi kır kokan, huzurlu sonsuza yakın geniş panorama sunan evi; kapıdan güzeller güzeli köpek tarafından sıkıca koklanıp onaylanarak geçerler. Kendilerini sevgiyle karşılayan, emekli öğretmenin eşi güler yüzlü hanım, “abla”nın sevgili dünürünün memleketlisi çıkmaz mı? Masaya yaydığı fındıktan ikram ettiği “abla”dan bir kavanozla birlikte kefirin meziyetleri konuşması dinleyerek bir tür “kefir kardeşliği”ne dönüşen grubun parçası olur.

Bahçedeki hem güzel, hem akıllıca çiçekçilek düzeneğini “abla”ya gösteren öğretmen o arada, yumuşak, rahat diye matbaada giyip aksiyon filmi temposunda dışarı çıkarken değiştirmeyi yine unuttuğu ayakkabılarını fark ederek hayıflanır.

“Abla”nın demesiyle “sıradaki sahne için” yeniden arabaya binen ikili siteden ayrılır, yola koyulur. Öğretmen uzakta yazlıklarla beneklenmiş deniz kıyısını göstererek, “o zaman böyle değildi, hiç ev yoktu… buradan denize giriyorduk, bütün gün bir tane balık tutmuşuz onu denize attı… koştum ardından, yakalasam ne yapacağım… hepimiz çocuğuz daha…” Bir tür itirafa, günah çıkarmaya benzeyen konuşma “abla”nın evinin bulunduğu siteye sapan yol ayrımına gelmeleriyle kesintiye uğrar.

Site kapı kontrolde bir ahbabıyla daha karşılaşan öğretmen, yaptığı telefon konuşması sonucu gelen, dernekten hanıma biletleri verir, “abla”yı evine bırakır, hiçbir sahnesi 10 dakikayı geçmeyen aksiyon kurgusu gereği bir şişe maden suyu içme süresi sonunda, geride bıraktığı yarım binlerce cümleye birkaç tane daha ekleyerek ayrılır, Burhaniye’ye döner.

Ertesi sabah, öğlene doğru “abla” bardağın dolu yanına bakma eğiliminin bu kadarını tuhaf bularak öğretmenin yüzüne de söylediği, ailenin tüm fertlerine yayılmış genetik iyimserlik üzerine düşünürken birden fark eder; bir ihtimal trajedinin başlangıcından bu yana geçen zamanın da yardımıyla dengelenmiş görünen sükûnetin aykırı aktörleri –az da olsa- dede ile en çok matbaacı emekli öğretmenin, bir yanıyla hüzünden kaçar, diğer yanıyla küçük kardeşi hiçbir şeyden yoksun kalmasın diye kovalar görünen zamanla yarışır koşuşturması, yattığı yerden yaşamın tam ortasında kalabilme başarısını göstermiş küçük erkek kardeş adına, onun yerine!

7 Temmuz 2011 Perşembe

“Abla”nın ikinci kitabının birinci yazısında “aksiyon filmi gibi” yaşama tanıklık eder.

Cin olmadan çarpma meraklısı “abla”, -henüz kâğıt miktarı hesaplanmamış, kapağı tasarlanmamış, nasıl tüketileceği belirsiz 1000 adedin evin neresine sığacağı üzerine ufacık fikir üretilmemiş- birinci senbilirsinabla kitabının ikinci okuması düzeltmelerini yapar yapmaz hep sıvalı kollarıyla, “ikinci kitabının birinci yazısı”na girişir.

Haftanın ilk günü Burhaniye Pazarına gitme niyetiyle sabah 8:00 servisine binmek üzere, tekerlekli kareli pazar arabasını sürüyerek durağa dikilen “abla”, araba gelene dek, toparlanmakta yazlıkçı nüfusundan iki hanımdan bir hafta kıdemlisinin diğerine verdiği “kim hanım yazlığa, kim hanım öte tarafa göçmüş?” raporuna kulak verir.

Dolu iki Körfez Birlik arabası art arda Burhaniye’ye varır; hastane durağında inip arabanın bagajından aldığı pazar arabasıyla “abla”nın hedefi ilk iş bilgisayarcıya varıp, laptop’ı -kitabın düzeltmeleri sırasında indirip hiç ihtiyaç duymadığı- programın ağırlığından, boynunu da laptop çantasının ağırlığından kurtarmak.

Bilgisayarcı, yazlıkçı nüfusun görülebilir artışını gözden kaçırmış olmalı ki, dükkânını kış tarifesinde, -yandaki kargocunun verdiği bilgiye göre “on, on buçukta…”- açmakta. Eh bari o gelene dek saçımı kestireyim diyerek berberine seğirten “abla” orada da aynı durumu gözleyince, -Burhaniye’nin, matbaaya en yakın olduğu noktasında bulunmanın verdiği fikirle- Karınca Deresi köprüsünü aşar, pazara gitmek ne kelime, siteye son servisi ucu ucuna yakaladığı 17:30’a dek matbaanın hareketli macerasının bir parçası olur.

Çevre kasabalar arasında, yetkin makine parkıyla Ayvalık’a bile iş yaptıklarını anlatan çalışkan emekli öğretmen, büyük şehirde yeterince yorulmaksızın, okulu biter bitmez babasına yardıma koşmuş gayretli oğlu, çayın koyuluğu konusunda bir türlü mutabakata varılamamış sempatik sekreter gün boyu kapıdan, her, “ne oldu bizim iş?” diyerek dalanın derdine çare bulmaya koşuşur dururlar. Emekli öğretmen matbaacının, çalışanların saygı ve sevgiyle kolladıkları emekli subay babası, sessizce bulmaca çözdüğü köşeden, nadiren söze katılıp zamanın akışına dair bir ölçü, kıyas yaratmasa, bir bilgisayarları başında, bir matbaada, bir yukarıda personelin yarışırcasına koşuşması, acemi işi bir aksiyon filminin zorlama kurgusu gibi kalacak.

“Abla”nın gerçek aksiyon kurgusuna tanıklık etmesi için ise, birkaç gün geçmesi gerekecektir.

Kız kardeşleri “abla”nın, “TV izlememe” kararıyla paralı kanal aboneliğini sonlandırmasını desteklemezler; geldiklerinde, “hiç değilse haber alalım, çanak, uydu marifetiyle olsun TV’siz olmaz” diyerek, yazlık ahalisinin çoğunun seçtiği çözümde diretirler.

Küçük kız kardeşinin, altı yıl önce yazlığa yerleşirken kendisine, doğum günü bahanesiyle hediye ettiği paralı kanalın teknik desteğini sağlayan Burhaniye’li kardeşler, bu defa parasız yayın için “abla”nın çatısında… Ne var ki eski TV, yeni kutuya uyum sağlamakta zorlanır nostalji modu siyah beyaza geçer; “abla”nın “nasılsa eski, yumruklasak olur mu acaba?” fikri karşılık bulmaz, sorunun başka kutu ile çözüleceği söylenir, Burhaniye’ye bir indiğinde dükkâna uğraması önerilir.

Demeye kalmadan aynı gün içinde, kitabın düzeltilerinin yapıldığı uzun sıcak günler boyu çalışma temposundan yorgun, cızırdayıp duran laptop da susmaz mı?

Ertesi sabah çapraz geçirdiği kayışıyla laptop çantası boynunda “abla”, ev işlerine giden, birbiriyle tanış, cıvıldaşan kadınlarla dolu 8:00 servisine biner, Burhaniye’de 41 dereceyi gösteren ısı ölçer dibinde meydanda iner. Sergiye koyacağı el yapımı ürünler için bir rulo etiket, telefon kablosu içeri alınırken duvara açılan delikleri tıkamaya 25 kuruşluk alçı, yandaki evin bahçesinde öldürülen yılanın “dibinden çıktığı…” rivayet edilen, verandası önündeki yabani çitlembiğin adını temize çıkarmak için, etrafında -yeniden, sınırlı- kedi trafiği yaratma niyetiyle kedi maması alır. Ha bire üreyen kefir mayasını eşe dosta dağıtırken gereken numune kavanozu alışverişi ardından, bir buçuk ay önce 16 minik kavanoz maya bıraktığı aktara uğrayan “abla” adamın tadilâta gireceğini öğrenir, bir iki kavanoz dışında ne bıraktıysa alır, “yeni kutu”yu almak üzere uyducuya yönelir. Sinema kanallarının yerini belleyen “abla”, bir iki kavanoz mayayı “hanıma götürürsün” deyip bırakır, kefirin meziyetlerini aktardığı kısa konuşması ardından çıkar, yolu üzerinde bir diğer aktara uğrar, birkaç kavanoz da orada bırakıp bilgisayarcıya yönelir.

Hoparlörlerin ömrünü tamamladığı haberi üzerine, üst katından gelen kafesler dolusu kanarya cıvıldaşmasını “üretiyorum, benim de hobim bu” diye açıklayan bilgisayarcıdan seyyar iki hoparlör, bir de bazen, gazinodan gelen müzik yayınını bastırma gereğiyle kulaklık alan “abla”, -artık neredeyse bir tür sapık görüntüsü arz ederek- bir kavanoz maya da, soruları olursa diye telefonunu yazdığı bir not iliştirerek “hanıma” bırakır. Bir sonraki hedefi bir hafta önce düzeltmeleri yolladığı senbilirsinabla kitabının akıbetini sormak üzere, matbaa…

“Abla”nın gerçek aksiyon kurgusuna tanıklık etmesi, matbaanın eşiğinden adımını atmasıyla başlar.

25 Nisan 2011 Pazartesi

İstanbul'daki son günlerinde "abla" iki tiyatro oyunu izler: Festen/Kutlama ve Nereye Gidiyoruz?

Yakındaki okuldan 23 Nisan şenlikleri yükselirken, Cumartesi sabahı 11:00'de Taksim'e yollanan "abla" ile bir gece önce Bursa'dan gelen ortanca kızkardeşin niyeti, -arada bir iki kez görüşmüş olsalar da- gönülleri 60'lı yılların sonundan bu yana bir, eski dostlarla buluşmak.

Ortancanın ilkokul arkadaşı, eşi ve yengesi ile kahvaltıda bir araya gelen kız kardeşlerin, hayatta olmayanlar anımsanıp sessizce gözyaşı dökülürken, eski fotoğraflara bakıldığı, hediyelerin alınıp verildiği, Değirmendere'de yaşadıktan epey zaman sonra üstlerine çöken travmasıyla boğuşmak zorunda kaldıkları 99 depreminin konuşulduğu, yaşananlara bakınca gidenlere mi, kalanlara mı yanmak gerek kestirilemeyeceği sekiz saatlik sohbeti, Sarıyer Koleksiyon'daki Dot oyunu olmasa kimbilir daha ne kadar sürer.

Fotoğrafların çekildiği uzun kapı önü vedası ardından Tünel girişiyle dipsiz kuyu benzeri metroya inen kızkardeşler, son durak Darüşşafaka'da iner, taksiyle, 21:00'deki oyun için Hacı Osman Bayırı'ndaki Koleksiyon Sarıyer Kampüsü'ne yollanırlar.

"Abla"nın, küçük kızkardeşiyle yıllar önce Kadıköy'de daraşmalık bir salonda izledikten sonra çarpılıp, ensest üzerine yapılan en iyi filmler listesi tepesine yerleştirdiği, 1998 tarihli, Thomas Vinterberg, Mogens Rukov ve Bo Hr. Hansen'in Festen (Şölen) adlı ilk dogma filminden David Eldridge'in sahneye uyarladığı, Murat Daltaban'ın yönettiği Dot oyunu ilk kez 22 Ocak 2011'de sergilenir. Oyuncular, Cemil Büyükdöğerli, Köksal Engür, Rıza Kocaoğlu, Şebnem Bozoklu, İpek Bilgin... Bahçedeki merdivenlerde başlayan oyun, izleyicinin, -koltuk, yatak, hareketli iki masa çevresindeki beyaz oya sırtlı sandalyelerle döşeli- yuvarlak sahnenin bir tarafına yerleştiği şeffaf çadırın, içinde ve dışında sürer.

Bunca yıldan sonra, filmden aklında kalanların kendisini yanıltmasını istemeyen "abla", üşenmeyip filmi internetten bir kez daha izler. Elverişli film şartları içinde, geniş bahçe içindeki büyük ev, alt katta bir lokantanınki kadar donanımlı mutfak, babalarının 60. doğum günü için bir araya gelenlerin dağıldığı yatak odalarının sıralandığı uzun koridor, salonlar, oturma, çalışma... odaları, şeffaf çadırda, "tek mekânda bundan iyisi olmaz!" dedirtecek beceriyle toparlanır.

Yatak odalarında yaşananlar tek bir yatak üzerinde, gayet akıcı biçimde biri diğerine dolanmadan anlatır, yemek salonundaki hareketli iki masa bir kaç kez yeniden düzenlenir, çadırın, ortada boğuşmalara dek yükselen gerilimini bahçeye boşaltan kapıları habire açılır kapanır.

Muhteşem öyküsüyle oyun, babanın, bir ara baskın şarkıyla örtülen sözleri, Hacı Osman Bayırı trafiği vınıltısı, Koleksiyon'un rol çalan parlak beyaz oya sırtlı sandalyeleri olmasa, "abla"ya göre, kusursuz olacak.

Kızkardeşler, Pazar sabahı bu kez, -sonradan, sırf ortancayı görmek için, üşenmeyip Beykoz'dan çıkıp gelen ressam arkadaşlarının da katıldığı- kahvaltıda kuzenleriyle bir araya gelirler. Çok şen buluşma, -bereket!- arayı bir gün önceki buluşma kadar açmadıklarından, birbirlerine doyup 15:00'teki Dostlar Tiyatrosu oyununa huzurla gitmelerine izin verir.

Nereye Gidiyoruz?, Aziz Nesin'in öykü, taşlama, şiir, oyun, masal ve köşe yazılarından, Genco Erkal'ın, Azizlikler diyerek uyarladığı, güzel sahne tasarımını yaptığı ve oynadığı, izleyicinin gülmekten bayıldığı, abla"nın içi sızlayarak -kendisinin kendisi olmasında çok büyük rolü olan- Aziz Nesin okumayı nasıl da özlediğini anladığı muhteşem güzellikte bir oyun.

En çok taşra sinemacılarının rekabet öyküsüne, banliyö trenindeki muhalefet sohbetine gülen "abla" "...zatürre ve zatülcenpden de tehlikeli zatiâli hastalığına, bu hastalık öncesinde çevredekilerin bendeniz hastalığına tutulmuş olmaları gerekliliğine ve çok zor da olsa kesin tedavisine..." bayılır.

Ustanın yaşattığı kostümler, tırmandığı, uzandığı bir karış genişliğindeki rampalar, namaz boncuklu kürsü, içinden seslendiği televizyon çerçevesi, Karagöz perdesi... güzel anlatımın alçakgönüllü destekçileri.

1 Şubat 2011 Salı

-Eski- kedi bağımlısı "abla"dan bir kedi yazısı: Pamuk


Bir tuhaflık var!
Haftada en az bir kez arayıp "abla"nın hâlini, hatırını soran küçük kız kardeşten, neredeyse on gündür ne ses var, ne seda...

Lübnanlı iletişim şirketinin, kalan üç beş ev telefonu müşterisini de yitirmemek için düzenlediği bedava kampanyası başlar başlamaz küçük kız kardeşini arayan "abla", acı haberi almakta gecikmez: 1996'da ailenin kedi kadrosuna katılan beyazlar beyazı, kehribar gözlü, erkek kedi güzeli Pamuk, 2011'in 11. günü Dünyadan ayrılmış. Çok sevdiği kedisinden ayrılmak öyle ağır gelmiş ki küçük kız kardeş, ablalarına bile haber vermeyip acısının ağdasına gömülmüş.

İki buçuk yıl önce, epeydir niyetlendiği Afrika'ya, tam gidecekken, arızaya geçen Pamuk için, kardeşine seyahatini iptal etmesine gerek olmadığını bildirip, konuşmalarından birkaç saat sonra İstanbul otobüsüne binerek, onun Afrika'ya turu yoluna düştüğü saatlerde evine ulaşan "abla" ve Bursa'dan kalkıp İstanbul'a gelen ortancanın yoğun şefkatiyle hayvancık ölme niyetini erteler. Sabaha çıkmaz görünen Pamuk, ölüsünü sarıp sarmalayıp, geri dönerek verandanın yanı başındaki akasyanın dibine gömme planıyla gelmiş "abla", ortanca ve büyük aşkı küçük kız kardeşi iki yıldan fazla yaşayarak şaşırtır; son zamanlarında kaka kabının yerini unutur, avokado yemeğe başlayıp kedi olduğunu bile unutur ama, uzatmaları oynadığı süre boyunca büyük aşkı, sahibesi küçük kız kardeşi tek saat bile unutmaz.

Bir yaşındayken sahibesinin eve aldığı yine beyaz, uzun tüylü alımlı dişi kediye, -her ne kadar doğanın emrini yerine getirerek kocalık etse de- "ikisinin kedisi" gözüyle bakar. Biri bembeyaz bir gözü mavi, diğeri yeşil ve kulacıkları sağır, ikisi sarılı beyazlı, sonuncusu sarı siyah benekli dört bebelerinin olduğu günlerde tası tarağı toplayıp kız kardeşinin evine postu seren "abla", o muhteşem günleri, "...kulaklarımdan serotonin fışkırıyordu..." diye anlatır.

Boynu erkek kedilerce kırılmış bebek kedi anılarıyla yüklü çocukluklarından kalan sakınmayla Pamuk'u salonda tutup, anne ile bebeleri arka odada yalıtan "abla" ile kız kardeş bir zaman sonra, en çok da sağır erkek bebeği -süt vermeyen memeleriyle- "emziren baba kedi" Pamuk imajıyla birer yaşlarına daha girerler!

Kız kardeşinin evinin tadilât gördüğü günlerde, ailesi ile "abla"nın evinde bir dönem kalan Pamuk, güçlü öz güveniyle öyle bir hava yaratır ki, evin kedileri Lucky ile Karapati, konuklar gidinceye dek mutfak dolabı üzerinde yaşarlar.

2011 yılının 11. günü, çok uzun değilse de, güzel, aşkla dolu bir yaşam sürdüren Pamuk, Bursa'da, öğrencilerinin yazılı sınav kağıtlarını okumaya çalışan ortancanın bu eyleminin ortasına giren paralel sahnelerle ağır ağır ölür, küçük kız kardeş tarafından bir gün daha evde tutulur; kapıcının "...ön taraf gül bahçesi, arka taraf çim..." beyanı üzerine, -iki kız kardeş tarafından yine paralel düşünce akışıyla- bir çöp konteyneri belirlenir, sahibesi tarafından güzelce sarılarak gecenin geç bir zamanı, şehirli bir kedi olarak defnedilir.

Camlı veranda kapısı önünde, kıyıcı poyraz ayazına aldırmadan sabırla oturan kara yüzlü ürkek kara kediyi, kendisinden bile gizlice, bir gün parça peynir, ertesi gün bir kase kefir, tavuk suyu... ile -çığrından çıkmış eski duruma dönme kaygısı taşıyarak- besleyen "abla", Pamuk'un bundan çooook daha uzun bir yazıyı hak ettiğinin bilincindedir.