7 Mayıs 2014 Çarşamba

“Abla”nın Nisan yolculukları: İlki İzmir, ikincisi Kapadokya, diğeri de… 4


2014 yılı Nisan’ının 27. Günü sabah, kahvaltıda, tümü son derece kibar, saygılı, güler yüzlü garsonlardan biriyle damadın tutturduğu “ne çok satılık yapı var, fiyatlar ne civarda…” konulu sohbette “…genelde yatırım amacıyla alınan konakların onarılıp satıldığı, arkadaki binayı bir armatörün, Rumlara satış yapılmadığından aracıyla aldırdığı, öndeki 450 m2, iki katta 14 oda ile 1000 m2 kapalı alana sahip yenilenmiş konağın 350.000 USD olan fiyatının bir yılda yarıya düştüğü…” bilgisi alınır.

Dönüş yolunda, Mustafapaşa’dan çıkıp Kaymaklı’dan geçerek (80 km) Ihlara Vadisi’ne de uğramayı planlayan üçlünün dikkatini çeken, Mazı köyünü geçer geçmez sağlı sollu, havalandırma bacalarıyla delik deşik tepelerin eteğine oyulmuş, kamyon girebilecek kadar geniş ağızlı mağaraların, izleyen yol boyunca rastlanılan birkaç büyük binaya ve yapılan patates hasadının hacmine bakıldığında depo amaçlı olabileceği sonucuna varılır.

Ihlara’ya 20 km kala gördükleri Narlıgöl*, Krater Gölü tabelasıyla sapan üçlü, yakınında bir kaç termal otel de yer alan küçük, dingin, güzel renkli su parçasını çepeçevre dolanır, fotoğraflar, yollarına devam ederler.

Ihlara Vadisi, köyden alışveriş sırasında öğrendikleri rota ile vardıkları otoparktan, yürüyerek ulaştıkları, vadinin başlangıcından 3250 m içerideki noktadan bilet alınarak girilen ve rahat inilen çok basamaklı merdivenle tabanına varıldıktan sonra yürüyüşe geçilen, 3750 m sonra (kültür emperyalizminin etkisiyle grubun Bellissima diye okuduğu) Belisırma noktasında bir girişi daha bulunan, bir 7750 m sonra da öteki ucu Selime’de sonlanan, Melendiz Çayı’nın yeşillendirdiği iki yanda yüksekliğin yer yer 150 m.ye ulaştığı kayalıklarda sayısız kilise barındıran 14 km’lik cıvıltılı güzel bir vadi.

Suda kayarak giden bir yılanı fotoğraflayıp Yılanlı Kilise’yi gezdikten sonra acıkmış üçlü, tüm grupların soluklandığı gözlemecide mola verir, yola devam edileceği için oradan döner, sıcakta tırmanışı zahmetli merdivenlerin başlangıcına yakın noktada Ağaçaltı Kilisesi’ni de gördükten sonra, yokuş yukarı olduğundan hemen herkesin tepkisini çeken otoparka yürür, yola koyulurlar. Vadinin bıçakla kesilmiş gibi duran diğer ucundaki Selime’de uzaktan gördükleri katedral, gördükleri kadarıyla bile etkileyici.

Giderek bulutlanan havada Aksaray, Ankara geride kalırken “abla”yı gülümseten bir kamyon arkası yazısı: “Tek hayalim tek hayalin olmak”.

Bir mola verip karın doyurmak için, yaklaşırken araştırıp karar kıldıkları,  artık seri biçimde yağan yağmurda Bolu’ya girip D 100 üzerinde, 1981’in son günlerinde “abla”nın kızını doğurduğu Bolu SSK Hastanesi’ni 200 m geçer geçmez karşılarına çıkan Haşim Restaurant’ta inerler. 1938 tarihli lokantanın biri iri yarı diğeri ufak tefek iki kurucusu, S/B bir fotoğrafta eski lokanta önünde, -ihtimal işin bu kadar uzun soluklu olabileceğini hiç akıllarına getirmeden- poz da vermeksizin durmakta… 

Temurhind, gül, kızılcık, kiraz sapı, keçiboynuzu, nane-limon… Osmanlı şerbetleriyle yapılan giriş ardından çok lezzetli mısır çorbası içtiğine, yemekler geldiğinde pişman olan grup, bir kap manda kaymağı alışverişi yaptıkları, işinin erbabı mekândan keşke daha aç gelmiş olsaydık diyerek ayrılırlar.

Bulutlar çökelmiş harika manzaralı dağlar arasından yağmurla kayıp giderken yol, İstanbul’a varmadan giderek kurur. Şanslı üçlü, Fenerbahçe’nin şampiyonluk coşkusunun sokaklara taşmasına az kala burun farkıyla eve kapağı atar; damat maç yorumlarını izlemek üzere TV’ye yönelirken uzak yakın çevreden silah patırtısı başlamıştır bile... Özel araba konforu bir yana “abla”, ikilinin planlamaksızın, bir tür güven duygusuyla kendilerini akışa bırakıp gezme tarzlarına bayılmıştır.

Başlıkta yolculuklarının, …diğeri şeklinde adlandırıp, nereye koyacağını bilemediği kısmını tam olarak kavrayıp yerine yerleştirebilmek için “abla”, bebek kedi sevme bahanesiyle –daha çok, izlediği sitede okuduğu yazılardan birindeki “…Beyninizin “Realite Projektörü” olarak tasarlandığını ve her günün her anında sizi bombardıman eden tüm itkilerden ve deneyimlerden “süreklilik” fikrini yaratmaya hizmet ettiğini anlamanızı istiyoruz. Bu, aslında deneyim ve realite süreksiz ve yanıltıcı olsa da süreklilik “yanılsaması” içinde yaşamanızı sağlar…” bilgisine paralel süreklilik arayışı ile- kızıyla, biraz da korkuyla yine damadın ofisine gider: Belli ki “abla” bu muhteşem enerjiden bir doz daha alabilmek niyetinde; ne yazık, kendisini eşekten düşmüş karpuza döndüren enerji –belki korku ya da yargı yüzünden- artık aynı değil!

Henüz yürümeye başlamadığı 9 aylıktan bu yana şakır şakır konuşurken, ofise ayak basar basmaz sesinin, sözünün tükenişini “yeni insan”ın telepatik iletişime yatkınlığının göstergesi olarak değerlendiren “abla”, ofis dolusu adam farklı frekanstaki arkadaşlarıyla farkına varmaksızın çalışırken en ağır darbeyi neden kendisinin aldığı sorusunu içsel/ruhsal bedeninin değişime, enerjiye açık olmasıyla açıklar. Dışsal/fizik bedeninin ayak uyduramadığı yüksek frekans ise bir tür tehdit olarak algılandığından, -genelde stres altında olduğu zamanlardaki gibi- kesilen soluğunu düzenleyebilmesi “abla”nın iki gün sonra Kuzey Ege’deki evine döndükten sonra birkaç gününü daha alacaktır.

Torununun sergisi için İzmir’e gittiklerinde, Kordon’da, kızının kolunda yürürken nasıl olup da sıyrılıp yere düştüğünü anlayamayan 80’li yaşlardaki komşusuna geçmiş olsun’a uğradığında “abla” kazayı kendince, “kozmik enerji/rahmetle, yeni boyutundaki Yeni Dünya için güncellenirken, eski model bedenlerimiz, değişim enerjisine açık olamadığımız için direnç gösterdiğinden, kısa da olsa bir süre bilincimizin askıya alınması gerekiyor” diye açıklar, ardından da böyle bir ameliyeyi anlatan Lobsang Rampa’nın İkinci Beden kitabını örnek olarak gösterir.

 
Ihlara Vadisi:


Ihlara Vadisi görselleri:


*Narlıgöl efsanesi:


Selime Katedrali görselleri
https://www.google.com.tr/search?q=selime+katedrali&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=n9hpU5zELMmByQPP_oGYAg&sqi=2&ved=0CCcQsAQ&biw=1093&bih=550

 
Haşim Restaurant

1 yorum:

senbilirsinabla dedi ki...

Gidişte ve dönüşte yanından geçtikleri Tuz Gölü'nden söz etmeyi unutarak haksızlık ettiğini düşünen "abla", damadın askerliğini yaptığı Şereflikoçhisar'a komşu, boz bulanık kıyısı tuz beyazı ışıldayan, en derin yeri adam boyu, tuz yoğunluğundan ötürü yaşam barındırmayan tuhaf suyun bir kaç satırla da olsa anılması gereğinin yanı sıra;

"...sesinin, sözünün tükenişini “yeni insan”ın telepatik iletişime yatkınlığının göstergesi olarak değerlendiren..." anlatımdaki söz konusu "telepatik iletişime yatkınlık"la ile ilgili güçlü kanıtı da aktarması gerektiği fikrindedir:

Bu "yeni insan" bilgisayarında bir yandan çalışırken, ofiste bulunduğu sürece, "abla"nın dönemine ait, en sevdiği parçaları -şakıyan küçük bir kuş gibi- çalıp sunar. "Bu konuda tek söz geçmemişken..." diye düşünür "abla", "bu ne derin sezgidir?"