3 Haziran 2014 Salı

Yeni yaşından 10 gün almış “abla”, nihai konumunu gözden geçirip günceller: 1

 
Tasarım, hatta tasarımcıları arasında olduğu inancında “abla”, Dünya denen -kimilerine göre zaman yolcusu, uzay gemisi- gezegende, 50’li yaşlarının ikinci yarısında, son yıllarda adet edindiği üzere, kendi tarikatının biricik şeyhi ve yegâne müridi sıfatıyla, ulaştığı mertebeyi, güncelleme niyetiyle gözden geçirir.
 
“Abla”, babasının şark hizmeti için tayin edildiği Tekman’da ebe bulunmadığından, annesinin güvenli sıcacık karnında, karda, kızakla taşındığı Erzurum’da, -bir rivayete göre Yıldız Çocukları’nın geldiği- 1958 yılının, 5. ayı 23. günü sabah saatleri Dünya nüfusuna katılır. Albay büyük dayının yanında, lojmanda, –düşük kilolu doğup yaşamaz dendiğinden, annesinin, Girit göçmeni, Türkçe bilmeyen anneannesi dâhil bilge bir grup tarafından- bir zaman palazlanması beklenen “abla”, yazacak, söylenecek çok sözü olduğundan toparlanır; babasının, altına sığdığını söylediği –törenlerde ahalinin bayramını kutlamakta kullandığı- fötr şapkası ebadına ulaşarak yaşama başlar.
 
Kendi görevlerinin yanı sıra, eksik öğretmen açığının memurlarca kapatılmaya çalışıldığı kasabalarda, elbette göreve koşmuş hukukçu anne ile kaymakam babanın, ilk çocuğu “abla” ile 13 ay sonra doğan ortanca kız kardeşi, tanık ifadelerine bakılırsa, önünden geçtikleri her evin sofrasına davet edilip, komşu teyzeler gözetiminde düğün evleri gezerek; yarı yarıya, –dönüşlerinde annelerinin, uyuyakalan kızların, yorgunluktan yıkayamadıkları ayaklarını silerken söylenip kedi, köpek gibi kokuyorsunuz dediği- sokakta özgür, mutlu, ilkokul yaşına ulaşırlar.
 
“Abla”, dört buçuk yaşındayken kadroya eklenen ikinci kız kardeşe, göz kulak olma görevinin getirdiği ağır sorumluluğu ciddiyetle özümser, ki bu, onun karakterinin en önemli özelliklerinden biri olarak yerleşecektir. İleriki yıllarda, yaşadıklarının sorumluluğunu kabullenip, bir sonraki, kendini sevmesi için gerekli “hoş görme” aşamasına geçebilmesi ancak bu sayede mümkün olabilecektir. “Abla”nın, ebeveyninin kasaba yerlisiyle ilişkisini gözlemleyip örnek alarak, karakterine alçakgönüllüğü eklemesi de bu döneme rastlasa gerek, ki alçakgönüllülük uzun vadede, “kendi değerini bilme” gayretinin çekirdeğini oluşturacaktır.
 
Sorumluluk duygusu yüksek “abla”nın öğrenim yıllarının, evde, olağan karşılanan bir tür rutine dönüşen takdirnamelerle sürmesinin ikinci nedeni ise, mantıklı anne ile duygusal babanın ortak merakı ansiklopedi, sözlük, deneme, roman, klasiklerle dolu –kızların ebeveynlerini bunaltmadan temel eğitimlerini aldıkları, Fritz Kahn’ın Tenasül Hayatımız ile Haydar Dümen’in bol fotoğraflı Cinsel Hayatımız’ını da barındıran- zengin kitaplıktır. Kardeşlerin birkaç şiirinin yayınlandığı Doğan Kardeş Dergisi başta çocuk yayınları izlenirken; üşenilmeyip, bir keresinde Soma’dan İzmir’e, cümbür cemaat, -belki de “abla”nın grafik tasarıma yönelişinin yolunu açan, çizgi film-roman hayranlığının ilk nedeni- Walt Disney’in Fantasia’sı seyre gidilir. Taşrada bulunmak bir yana, filmlerin, gösterime girdikten birkaç yıl sonra ülkeye ulaşabildiği o yıllarda; İstanbul’a, Ankara’ya yapılan akraba ziyaretlerinin bir diğer kolu tiyatro, sinema, sergi türünden sanat faaliyetleri, ana-babanın öncelikleri arasındadır.
 
Erken gelişen “abla”nın ortaokula başladığı yıllarda dikkati, akranlarından biraz daha önce karşı cinse yönelir; bu konudaki eksik -ebeveynin entelektüel kaygıları dışında kaldığından, arkadaşlardan alınıp okunan- cep fotoromanlarla giderilirken, “abla” için, başka bir estetik anlayışıyla şekillenen romantik, platonik aşkların yolunu açılacaktır.
 
O ara ulaşılan ergenlik “abla”nın yaşamına bir boyut daha ekler; artık en yüksek mercie karşı da sorumludur. Annenin kıldığı teravih namazlarına dâhil olmasalar da kızlar, birbiri ardı sıra, sahurdan öğleye, öğlenden iftara dek tuttukları oruçları tam güne çevirerek dinî vecibeleri kendilerince yerine getirirler; çorapların, pazen geceliklerin üzerine el örgüsü hırkaların giyilip çevresine sıralandıkları, sıyrılamadıkları uykuları gözlerinden akarak, acıkmadan telaşla yenen serin sahur sofralarında, aynı niyetle yapılan bir işin -büyüklüğü belli belirsiz sezilen bir şeyin- ihtişamı paylaşılır.
 
Okulda din dersinde, ezberlenip sıra ile okunan dualar işin en kolay kısmıdır; hocanın, sıralardan biri üzerinde tüm sınıfın gözü önünde tek tek namaz kıldırdığı öğrenci kuyruğundaki sıra ise, ailede zekâ üzerine yatırım yapıldığından kendini bedeniyle ifade etmede özürlü “abla”ya gelmeden, -çok şükür!- dönem, hatta ortaokul biter. Babasının topladığı 1961-62 tarihli birkaç Ruh ve Madde Dergisi, Bedri Ruhselman’nın yazdığı 1949 basımı Ruhlar Arasında isimli kitap, “abla”nın ilgisini, bir ihtimal o aralar çekmiş olsa gerek…
 
Öğle uykuları öncesi, sesli okunup kahkahalara neden olan Aziz Nesin’ler yanı sıra J. Verne’lerin, C. Dickens’ların, yerlerini, bazısı birkaç cilt, klasiklere bıraktığı lise yıllarında, bilinmeyene merakı her dem taze “abla”ya, E. von Daniken, muhteşem olasılıklar sunan yepyeni bir pencere açar. Ardına aldığı destekle, oldum olası yıldızlara bakmaya bayılan “abla”, konu açıldığında gayet cesur, “ben burada isem, orada da –uzayda, evrende- birileri vardır” der.
 
Yüksekokul bitmeden iş yaşamına başlayan, biter bitmez de lise aşkıyla evlenen “abla”nın, her şeyden çok kendini öğrenme niyetiyle, kitaplar, başta –aykırı, diğer iklimleri anlatan, yasaklı, farklı- sinema, sanat, geziler, yürüyüşler aracılığıyla insanı gözlemleyip vardığı, “her şey bundan ibaret!” noktasında uğradığı hayal kırıklığı, onda yanlış Dünya’ya geldiği düşüncesine yol açar. Bu arada kızını doğurur, boşanır, bir kez daha evlenir, bir daha boşanır, üstelik henüz otuzlu yaşların başındadır.
 
Böylece, neşeyle, merakla çıktığı Dünya yolculuğunda vardığı, -başka türlü düzelmesi mümkün görünmediğinden, benzeri geçmişte onlarca kez yaşanmış top yekûn bir yok oluşa hiç itirazı olmadan geçen- depresif “batsın bu Dünya!” dönemi de bir on yıl sürer.
 
Biri aşk, diğeri mantık evliliği, iki bozgunun yıkımını grup terapileriyle onarmaya çalıştığı sıralar, içinde beliren kaynağı belirsiz soruyu, gözlerinden yaşlar gelerek “Dünya yok edilemeyecek kadar güzel” diye yanıtladıktan bir zaman sonra “her şey bundan ibaret olamaz, olmamalı!” fikrine vardığı 40’lı yaşlarında, yalnız başına büyüttüğü kızını, Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümü için, -sonradan kendisine damadını armağan edecek- Kütahya’ya uğurlar uğurlamaz, Dünya’ya yapacağı yeni keşif gezisi için yola çıkacakken, birden başı üzerinde, yine kaynağı belirsiz “gerçekte ne istediği” sorusunun yanıtı, parlak neon ışıklarla yanıp sönmeye başlar: “HUZUR”
 
3 Haziran; bugün “abla”nın annesinin ölüm yıldönümü: Aynalara, fotoğraflarda kendine bakmaya bile katlanamama noktasından, şimdilerde bulunduğu, parçası olduğunu derinden hep bildiği Tanrı denen ihtişamdan payına düşen ışıkla, kendisine hayran olma noktasına, çok zor gelmiş de olsa “abla”, Dünya deneyinde kim bilir kaçıncı kez bedenlenişinin son aracısının yarısı annesine binlerce kez teşekkür eder.

Hiç yorum yok: