27 Kasım 2015 Cuma

“Abla”, ruh hali sağanaktan parçalı buluta geçer geçmez, geçen üç ayın becerebildiğince dürüst bir dökümünü yapar.


Torununun doğumu için kışı, kızı ve damadıyla geçiren “abla” Mayıs ortası Kuzey Ege’ye dönüp evini, birkaç gün sonra bebekle gelen minik aile için düzenler. Akşamları sobanın yandığı, oğlancığın sağanakla tanıştığı yazın serin ilk günleri ılık Haziran’a, o da yerini, -2012’yi dengelenme yılı sayıp Yeni Çağ takvimini 2013’ten başlatan ezoteriklerin yılbaşı- esintili Temmuz’a bırakır. Önceki iki yılbaşı gibi bu üçüncü yılbaşı da, halâ bazı parçaları yanlış yerlerde yapboz gibi hissettiğinden, kendisini, henüz güvenle hayata bırakamayan “abla”ya, -arınma amaçlı olduğundan emin olduğu- kişisel sağanaklar getirir.

“Hepimiz Allah’a inanıyoruz” der yeri geldikçe, “ama Allah’a güvenmiyoruz. Yarattığı her şeyin iyi, doğru ve güzel olduğunu biliyoruz da hayatlarımızı kontrolden bir türlü vazgeçmiyoruz; şunu şöyle, bunu böyle yaparsak daha iyi olacak sanıyoruz”. 

Teoride pekiyi görünse de, “abla”, pratikte orta bile değil; zamanında beğendiği, her biri tartışılır ifadeleri üst üste yığıp büründüğü, sonunda da aslında, “kendi” sandığı ego’sunca itilip kakıldığını anladığında, peşine düştüğü Tanrısal yanını taşıyan Yüksek Benliği, saflık, duruluk gerektirir. Böylece “abla”, bebeği büyütürken ana-kız kendilerinin de büyüyeceği bilinciyle, olmazsa olmaz sürtüşmeleri ders konusu sayar, inceler, olabildiğince dürüst sonuçlar çıkarmaya gayret eder.

Bebek her şey yolunda büyürken, her adımını sorgulayan genç kadın, “iyi bir anne olabilecek miyim?” paniğiyle boncuk boncuk gözyaşı döker: “Abla”nın, sorumluluk bilinci eğitimi sürecinde kızına, arkadaşlarıyla ilişkisinden odasını toplamasına kadar tekrarlayıp durduğu, “seçimini düşünerek yap, yoksa sonuçlarına katlanırsın” sözü, görünüşe göre tehdit olarak algılanmakla kalmayıp bilinçaltında yerini sağlamca almıştır.

“Abla”nın çeyrek yüzyıl geriden yankılanan annelik hatalarından bir başkası da, kendini, bu gecikmiş (liseyi yatılı okumak üzere başka bir kente gittiğinden, ana-kız arasında zamanında yaşanamamış) ergenlik krizi ortamında ifadede gecikmez: Tartışmalardan birinde “sen anne,” der kızı, “telefonda hep, bana kendimi yetersiz hissettiriyorsun derdin”; yetersizlik “abla”nın her daim ders konularının en başındadır, acıyla hatırlar ve itiraf eder: “Hatta sana, yine (“yine”) ne istiyorsun, derdim değil mi?”.
 
Ömrü boyunca, yetersiz olduğu düşüncesini içinden atamamış “abla”, söyledikleri canını yakacağından küçük kızın konuşmasına izin vermez. Dahası bu, kendini sorumlu hissettiği herkes için böyledir, bir olumsuzluk ihtimali varsa -ki yetersizlik duygusuyla boğuşan bilir, mutlaka vardır-, ne yapar eder konuyu değiştirir, karşısındakini susturur. Zamansız ölümüne dek her daim onayını almaya çalıştığı, her yönüyle mükemmel bir kadın, annesinden aldığı yetersizlik mirasını, tüm tazeliğiyle kızına devreden “abla”nın, toy annenin döktüğü onca yaşın nedeninin, kendi yetersizliğini kabul edip affedememesi olduğunu anlaması zaman alır.

Sonunda beklenen olur: Kanlı dolunayların, Ağustos’un sonuna rastlayan ikincisi suları, tam olarak 27 Ağustos 2015 akşamında, görünürde belli bir neden olmaksızın patlayan –görünmezdeki neden, ezoterik açıklamaya göre, bebeği büyütürken ana-kızın, altı ay boyunca birbirlerinin enerji alanına tehlikeli biçimde girip yayılmalarından kaynaklanan- tahrip gücü yüksek çatışma sonunda, kızının, ulaştığı yeni bilinç düzeyinde “seninle oldukça, senin kızın oldukça ben büyüyemeyeceğim, çocuğumun sorumluluğunu tek başıma taşımalıyım” diyerek dile getirdiği, “abla”nın da yerden göğe haklı bulduğu yeni durum, bebek palazlansın düşüncesiyle üç ay boyunca yazlıktaki ailesine hasret babanın gelmesi, 30 Ağustos sabahı yola çıkmalarıyla, geride katlanılması zor bir boşluk bırakır.

Torununun uyuduğu araba koltuğunun bulunduğu tarafa bakamayan “abla” kimseyle vedalaşamaz, arkalarından dökeceği bir bardak suyu saksılığa bırakıp kendini poyrazın coşturduğu iri dalgalı denize atar; döner dönmez de son 10 yılını bir başına geçirdiği ev burası değilmiş gibi ne yapacağını bilmez bir halde koşuşturarak, bebekten kalan boşlukla kendisine büyük acı ilham eden her bir köşeyi, eşyaları itip çekerek doldurmaya çalışır. Konu komşunun sessizce uğrayıp, ağlamaktan ölüp ölmediğini kontrol ettikleri “abla” evin kokusunu bile değiştirmek için deliler gibi çamaşır yıkar, temizlik yapar. 

Dünürüne durumu telefonda gözyaşları arasında, “evin canı gitti” diyerek betimlerken, bir hafta sonra gelen kız kardeşlerine denizde, tuhaf saptamalar eşliğinde anlatır: Ağlarken ayaklarının bir zemine basmıyor olması garip duygudur, bir de tuzlu suda gözyaşı silme refleksi anlamsız kaçar.

Ardından, ısmarladığı 12 kilo kâğıt kargoyla ulaşır ulaşmaz, Mayıs ayından beri ertelenen 300 kutuluk siparişe gömülen “abla” bir yandan ağlamaya devam eder. Ansızın terk edilişin, duygusal bedeninin ihanet olarak algıladığı, karın göğüs bölgesi merkezli keskin acıyı tarif ederken “abla” komşularına, “şimdi çok iyi anlıyorum,” der, “yaz boyu evlerde, bahçelerde beslenen kedilerin köpeklerin, yaz sonu geride bırakıldıklarında yaşadığı hüznü…”

Aman bir eksik kalmasın kaygısıyla kışla disiplininde 06:30-21:30 koşuşturup elinden gelenin en iyisini yaptığını sanırken, nasılsa birkaç yıl bir aradayız diye düşünen “abla” sonradan “keşke” diye hayıflanır, “işi gücü boş verip doya doya bebeği seveydim”. Yüreğini dağlayan sırtından bıçaklanmışlık duygusunun yanı başında, en az onun kadar acıklı diğer bir duygu, oyundan çıkarılıp devre dışı bırakılmışlık. Daha dürüst bir anlatımla, hiiiiç kendine yakıştıramasa da kıskançlık!

Görünürde, pek öğündüğü torununun özlemiyle gözyaşı döken “abla” görünmezde, -tek başına büyütürken doğru dürüst annelik edemediğini düşündüğünden, borcunu, torununa bakarak ödemeyi dilediği- kızının, emir eri oluşuna, bu aşırı teslim halinde de ağır yaralara yol açan tatbikatlarda hırpalanışına, en çok, en çok da buna “kendisinin izin verişi”ne içerler. 

Sabır, sessizlik “abla”nın vasıfları arasında değildir; susmak kendisi için çok zordur ama elbette, hamileliğin ilk üç ayında hormonlarının alt üst ettiği metabolizmasının, doğum sonrası dengelenmeye çalışmasıyla yeniden alt üst olan genç annenin, sükûnetle karşılanıp üstüne gidilmemesi gerekir.

Bir yanıyla da aslında, sorumluluğunun sınırlarının nerede bittiğini hiç kestirememiş “abla” altından kalkıp kalkamayacağını bilemediği bir duruma, yaşamının 3-5 yılını askıya almak dâhil, kendini uydurmaya çalışmıştır; pek de hevesli olmadığı halde sadece, böyle yapması, öyle olması gerektiğini sandığından kendini zorlar; haddini bilmez, iki numara ufak ayakkabıyla dağcılığa sıvanır.

“Abla” yalnızlığında, olup bitenin kendisini niçin bu kadar acıttığını bulmaya çalışırken en çok, kendisini ikiye bölen, beklentisini karşılayamayan kendisine toslar; zamanın en önemli ezoterik tebliği, kendini sevip şefkat göstermek iken, ve aynı davranış içindeki herkesi hoş görürken “abla”nın, acemi “senbilirsinanneanne”ye en ufak sempatisi yoktur. 

Tüm ömrünce bundan daha çok köşeye sıkışmışlık yaşamamış, ego’su Sebastian’ın diline yığdığı kötü sözler yerine derin bir soluk alıp iyilikler dilediği bir zaman hiç olmamış “abla” kendini bunca sıkı takipten çok yorgun. Yarın ne kelime, on dakika sonrası için bile hâli yokken, kendi tarikatının biricik şeyhi ve yegâne müridi “abla”nın önünde, hatalarının sorumluluğunu kabullenip öğrenme ve hatalarıyla birlikte kendini sevip şefkat gösterme konularında yığınla ders var.

Becerikli annesinin kopulması çok zor yörüngesinden, zor bela kendininkine geçen kızı İstanbul’a varır varmaz, başlangıçta, epey zorlanır ama “abla” yanlışların tekrarlanması riskini göze almaz; karşılıklı gözyaşının döküldüğü telefon konuşmalarına karşın sağlamca bastığı pozisyonunu terk etmeksizin uzaktan, ana oğulun tek başlarına ilk zamanlarını kolaylaştırmaya çalışır.

Gidişlerinden on gün sonra Eylül ortası, düğün için İstanbul’a giderken “abla” yol boyu, ağlamaksızın gidip dönmeyi diler, dualar eder. O arada görüşülüp anlaşılan, “abla”nın da tanıştığı, bebeğin bakımını sevgiyle şefkatle –Allah vergisi- büyük doğallıkla yapan genç kız, anneye yardımcı olmaya başladığından, her şey daha dengelenmiş görünür. Görünmezdeyse “abla”, kendi yokluğunda da her şeyin pekâlâ yolunda gittiğini görmekten bir yanıyla memnunken, eksikliğinin hiç hissedilmemesinin yarattığı hüzün alttan alta içini yakar.

Evine döner, Kasım’ın ikinci yarısı pastırma yazı; Karatepe tırmanışlarından birinde, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Jandarmanın yaptığı, şimdilerde içinde çamlar katırtırnakları bittiğinden kaybolmaya yüz tutmuş taş bayrağın yıldızında soluklandıkları ara, arkadaşına “abla”, “çok zaman aldı ama sonunda anladım” der, anladığından beri de utandığından dillendiremediklerini –hatalar, kıskançlık, kibir, sahiplenme…- yazabilip bir de yayına koymadan huzur bulamayacağını itiraf eder: Aşeren komşusunun canının çektiği meyve karşılığında bebeği isteyen cadı masalındaki gibi “ben,” der, “bu çocuğu benim sandım, ayrılığın bu kadar acı vermesi bundan…”

Öte yandan birlikte oldukları zaman boyunca tüm yorgunluğuna karşın kendisini tam, bütünlenmiş hissederken, yokluğunda ağır sakatlıkla yerle bir olan “abla”ya göre, muhteşem enerjiyle gelen torunu, emsâli, akranı Yeni İnsan’lar gibi, yol açtığı itiraflar, kendiyle yüzleşmeler hesaba katıldığında bir ihtimal, daha çok büyük resmin ya da -Dünyanın tekâmülünü sürdürmekte sakinleriyle daha yüksek, beşinci, altıncı boyutlara yol almakta olduğu son zamanda- büyük planın parçası, dahası jeneratörüdür. Öyle ki, önce kendine karşı, dürüst olunup arınmadan yol alınamayan bu yolda, bir yandan tüm bedeni –her hücresi tek tek üst boyutlara uyumlanırken-, geniş, koskoca bir yaraymış gibi sızlayan “abla”, gürül gürül de ağlayarak -ne olsa eski modeldir- çok zorlu bir tür arınma yaşadığının bilincindedir. 

İçindeki acıdan yılgın, dışındaki sızıdan bezgin, aylardır ağlamaktan yorgun, çok ama çok üzgün, kendini tez elden sağaltma peşindeyken “abla”, Geçmişin Etkisini Temizleme Şifası aldığı seanslardan birinde, kafatasına enerji aktardığı sıra, takdir noktalarının aşırı çalışmasına dikkatini çeken, eğitmen şifacı arkadaşıyla konuşurken, gözyaşları arasında, “bu dönemi atlatabilirsem” der içtenlikle, “bu sanırım, benim yeniden doğuşum olacak”.

Hiç yorum yok: