8 Ocak 2012 Pazar

Taksiye binerken "abla", "Beni" diye seslenir yetkili merciye, "lütfen daha büyüğü ile sınama!"

2011 yılının bitmesine bir gün kala, ılık yağmurun yıkadığı evinde ağlayarak arındığı Aralık boyunca diktiği tül torbaları kargoya verdikten bir kaç gün sonra yola koyulup İstanbul'a giden "abla"nın niyeti yeni yıla kardeşleri, kızı ile girmek.

Alibeyköy'e varır, bagaj kuponu elinde iner; muavinle neredeyse boş bagajda yaptıkları araştırmadan anlaşılan "abla"nın, -Dünyanın öte ucuna yaptıkları gezilerde, koca uçak bagajlarından banda dökülen binlerce parça arasından çıkan- küçük bavulunun, kayıp oluşu! Uzun sürmeyen telefon konuşması sonucu, "abla"nın tanımına uyan bir bavulun Kozyatağı'nda bulunduğu, bu yöne gelecek filan plakalı otobüse verildiği bilgisi üzerine beklemeye geçilir.

Arada kızına telefon edip gecikeceğini bildirdiği bir saat yirmi dakika sonra bavul gelir; görevlilere iyi yıllar dileyip bu krizi kimseye bağırıp çağırmadan, kalp kırmadan çok iyi idare ettiği düşüncesiyle kendisini kutlayarak taksiye yönelirken "abla", "Beni" diye seslenir yetkili merciye, "lütfen daha büyüğü ile sınama!"

Asıl büyük -Kryon'un demesiyle- "kozmik şaka"nın sırada tüm ihtişamıyla kendisini beklediğinden habersiz kızına yollanan "abla", 1983'te taşındıklarından bu yana dolapları değiştirme ve bir iki badana hariç hiç şefkat görmemiş mutfağı yenileyen kızının sözünü tuttuğundan emindir.

Tüm çocukluğu ve genç kızlığı boyunca, yirmi kez -üşenmeyip "abla" tek tek saymıştır- beş kişinin üstü başı, çuvallara sarıp çuvaldızla dikerek yaptığı yatak yorgan denkleri, gazetelere tek tek sardığı kırılacaklar, kutular dolusu kitap, bir o kadar saksı... toplayıp, kamyonla varıldığında kırılıp döküleni, açık kalmış branda yüzünden ıslananı ayıklayıp yaydığı; doyurulması, okullar başlamışsa düzgünce giydirilip okula, işe yollanması gereken ev halkının ve elbet kendi memuriyetinin gerekleri bir yana, lojmanlarda karşılaşılan sorunlar yüzünden, çok sağlam güçlü kişiliğinin, moralinin yerle bir olduğu noktada gözyaşlarına tanık olduğu annesine yardım edemeyişi -daha sonraları kavradığı üzere, doz aşımı sorumluluk duygusuyla "abla" annesinin annesi rolüne bürünür- yüzünden kendisi için gerçek anlamda "travma" demek olan "tayin"lerle eş anlamlı "tadilat", kızının açtığı kapının ardında kendisini beklemekte...

Ego'su Sebastian çok net, "Hiç girme! Sürü bavulunu, sana yatacak yer mi yok, yürü git!" derken, "Sen gelene dek çoktaaaaan bitmiş olur, tertemiz eve gelirsin" sözü vermiş kızı, kırgın yorgun, "...bir şey yapmana gerek yok, yanımda ol yeter" demekte.

Gecenin dokuzunda mutfakta halâ çalışmakta iki usta, o harala gürelede üşüyüp kanepede örtülere sarınmış titremekte damat, gezdiği her yeri beyaz pati izleriyle noktalayan, toza bulanmışlıktan çamura yayılmış mandalar kadar mutlu Karapati, kap kacak yüzünden giremediği odası ve tarifi imkansız karışık salon atmosferinde, çok keskin bir bıçağın sırtında "abla" botlarıyla otururken, iyiden, güzelden, doğrudan yana seçim yapıp dengesini koruyarak, kayıp bavul olayında kazandığı puanı yitirmeme derdinde.

Geldiğini tahmin edip arayan arkadaşıyla yaptığı, bir saatten fazla süren telefon konuşması sırasında dengelenen, uyumaya hali olmayan damadı elinde kumanda salonda kanepede bırakıp, yatacak başka yer olmadığından ana-kız yatmaya gittiklerinde "abla", Sebastian'a uymaksızın, sesini dahi yükseltmeksizin, kendince bu sınavı da atlattığı, puanlarını koruduğu fikriyle ertesi sabah 2011 yılının son günü erkenden, akıllıca davranarak yaptıkları B Planı uyarınca orta ikinci sınıftan, en eski arkadaşının evine, bir anlamda firar eder. Kırk yıllık dost iki kadın telaşsız alışveriş eder, birlikte yemek hazırlarlar; televizyonu bir tek gece yarısı geri sayım için açan "abla", kız kardeşleri ve ev sahibesi arkadaşları, hafif bir mönü, güzel şarap ve uzun sohbetler eşliğinde yeni yıla girerler. Aynı kadro ertesi sabah, kızı ile damadının davetlisi olarak -Rum karosu döşeme ve "abla"nın plastik mermer dediği tezgahlı- malum mutfağın hizmete açılışı amacıyla 2012'nin ilk kahvaltısını beraberce yaparlar.

2012, zamanların son yılı ilk haftasında "abla", aralarına, arkasına iyi dilekler yazdığı, birer hareketli göz, küçük kırmızı bir üçgen ve parlak renkli kuş tüyleriyle süslediği kitap ayraçları koyduğu -çoğunluğu İskender Pala, Bir Yunus Romanı OD- kitaplar hediye ettiği bir çok buluşma yapar, dönmeden bir kaç da film izler:

Yönetmeni Pedro Almodovar'ın, yitirilen sevgililer evlatlar, cinsellik, çapraşık ilişkiler, uçlarda ruhsal rahatsızlıklar, takıntılar, araba kazası... türünden tipik yaklaşımını taşıyan İçinde Yaşadığım Deri, -doktor rolünde- giderek yakışıklı Antonio Banderas'ın, kendisini terk edip kaçarken geçirdiği kazada yanan karısı için domuzlardan faydalanarak ürettiği deriyi kullanma fırsatı bulamadan kadının intiharı, küçük kızının buna tanık oluşuyla yaşadığı travma, genç kızlığında tedavisi sürerken yaşadığı ilk cinsel deneyim, buna neden olan uyuşturucuyla bilinçsiz oğlan, doktorun, kızının kaybını hazmedemeyip kaçırdığı oğlana yitirdiği karısının yüzünü vererek cinsiyetini değiştirmesi, arada, annelerinin aynı olduğundan habersiz kardeşini vurması... Almodovar'ın kendine özgü sinemasını sevenler için diye düşünür "abla", bir güzel film daha.

Acımasız Tanrı, yönetmen Roman Polanski'den; Çocukları dövüşen iki çift -Kate Winslet, Jodie Foster...- bir araya gelir, "uygar bir yaklaşım"la durumu konuşurlar. Öyküsünü bir tiyatro eserinden alan film çiftlerden birinin salonunda geçer; kişilerin, büründükleri -olmak istedikleri- yapay kimliklerle başlattıkları konuşma, cep telefonu konuşmaları, saldırılar, kusmalar, gözyaşları... ile bölünür, egolarının işe karışmasıyla roller ile birlikte güç de sürekli el değiştirir. Olmak istediği gibi olmaya çalışan insanın barındırdıkları üzerine satır satır izlenesi güzel bir film.

Gösterimde bir Ümit Ünal filmi; "abla" elbette görmeden dönecek değildir; Nar, sistemin gereği denilerek çarpıtılmış gerçekten kaynaklanan trajediyle altüst olmuş yaşamını geri almaya niyetli yoksul ve "farklı yetenekleri" olan bir kadının öyküsünü anlatır. Serra Yılmaz, İrem Altuğ, Erdem Akakçe... oyunuyla, gerilimi hiç düşmeksizin, bu kez insanın olduğu gibi olmasının barındırdıkları üzerine bir güzel film.

"Abla"nın son zamanlarda küfrü sevmesine neden olan iki filmden biri (diğeri Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi) Entelköy Efeköy'e Karşı: Politik bilinç düzeyi yüksek, mesajını kahkahalar arasında türküler, şarkılarla veren filmin yönetmeni, Yüksel Aksu. Çok Güzel Hareketler Bunlar karakteri Hıyarlı Baba'dan tanıdık, sevdiği, "ortamları ayrı"kızın yüzüne bakamayan utangaç muhtar, çok sevimli Şahin Irmak, Entelköy'den Ayşe Bosse, rock'tan Harmandalı'na geçişi çok doğal Nejat Yavaşoğulları ile bir kaç oyuncuya ek olarak Ege Halkı, ortaya, "abla"nın iki kez sinemada olmak üzere üç-beş kez izlediği Dondurmam Kaymak tadında muhteşem bir film çıkarmışlar. Entel bıyıklara yapışan muhtarla toz duman devinen entel-köylü kalabalığının itiş kakışı, kendine özgü asil ritmiyle muhteşem yöre oyunu, adını amca oğlunun bile hatırlamakta zorlandığı "aşırı"nın kendisine deli muamelesi yapan köylü akıl danışmaya geldiğinde konuşurken yürüyüp gitmesi, rüyalanan oğluna gusül abdesti için su taşıyan ananın cinsellikle ilgili konuşması, sarhoş muhtarın yalpalayan cipi ile Entelköy'e gelip yaptığı baskın -ki "abla"nın bayıldığı sahnelerin başında gelir- hiç zorlamasız, son derece doğal akan öykünün en güzel sahneleri. Bir kaç kez görülesi film, "abla" için İstanbul seferinin en büyük ganimeti.

Hiç yorum yok: