11 Kasım 2010 Perşembe

"Ben," der "abla", "...bir tek kendimden şikâyetçiyim."

Sevgili bir çok klavyedaşıyla mutlu mutlu yazdıkları Birmilyonkalem'in, üç yaşına bastığı Kasım ayının başından bu yana, hemen her gün denize girerek kendisini bile şaşırtan "abla", havaların güzel gidişiyle, kötü olsa kaytaracağı, -bayram bu kadar yakınken pek çok kadının neredeyse içgüdüsel olarak yaptığı- perde yıkama, cam silme türünden doğasına aykırı pek çok işi de neşeyle yapar.

Öğleden sonra, güneş arkaya düşer düşmez dışarı fırlar; "ya yağmur yağarsa, ıslanmadan..." der, kozalak toplamaya tepeye sarar, ya denizin yumuşatıp jöleye benzettiği cam kırıkları için eşelenmeye Tilki Koyu'na, ya da gün batımı için Güvercin Koyu'nda, yazın randevu alınmadan yer bulunmayan Denizatı Restaurant'ın ardındaki kayalıklara yürür. Kendisini evlerine buyur eden eşi dostu da, göbeğini işaret ederek "birbirimizin evine oturmaya, çay yanında kek börek yemeye ihtiyacımız yok, beraberce yürüyüşe gidelim" diyerek ayartmaya çalışır.

Geceleri sobanın yanına açtığı çamaşır ızgarasında kuruttuğu deniz havlusuyla mayosunu, ertesi öğlen, yeleğini, çoraplarını çıkarıp kuşanan "abla"nın, güzelim Kasım günleri akıp giderken tek derdi, sümüklü kedileri: Her sabah ve akşam, Burhaniye'de ucuz kedi krakeri alışverişi yaptığı veterinerden aldığı kuzu antibiyotiğini, kraker koyduğu plastik tabağın dibine damlatır, kaşıkla yayar, üzerine boca ettiği mamayı güzelce karıştırarak ilaca bular, sürgülü tel kapıdan çıkar çıkmaz bacaklarını sardıklarından, ağır çekim yürüyüşle, mamayı serdiği akasyanın dibine dek sürecek uzun yolculuğa başlar.

Ilık lodos gecelerinin desteğiyle, iyi kötü önü alınmışa benzeyen nezle salgınının, havaların mevsim normallerine dönmesiyle nüksetmesinden kaygılanan "abla"nın, Ekim'in ikinci yarısında, soğuk ıslak bir günde verandanın duvarına çıkıp, az sonra düşüp ölecekmiş gibi bağıran, koku almasını engellediğinden çok aç bebek kedinin burnundaki kalın tabakayı, sulandırılmış İsveç Şurubuna batmış pamukla temizlemesi birkaç gün alır. Bir yandan, geldiğinde içi boşmuş gibi görünen postunun, kulak arkalarından başlayan kelliği de zeytinyağı sürerek tedaviye çalışır.

Kuzenlerinin düzenlediği "Küçükkuyu'daki mandalinaları toplama" başlıklı, teyzenin hazırladığı mantarlı ciğerli çok özel menülü, eskilerin, gidenlerin anılarıyla hüzünlü, serin, aydınlık, çok güzel 29 Ekim buluşması için ablasını ziyaret eden küçük kız kardeşin bayıldığı bebek kediye bir ev bulma derdindeki "abla"nın hevesi, -kendisi de, biri kaka kumunun yerini çoktaaaan unutmuş bunak, iki kedi sahibi- kız kardeşinin "çiçek dalında güzeldir" demesi üzerine, kursağında kalır.

Geldiği soğuk gecelerde konaklaması için yaptığı koli ev, -damadın ürkekliğinden esinlenerek koyduğu Tırstım ismi, "abla"nın Filmekimi dönüşü, o on günlük arada ne olduysa Yılıştım'a dönmüş- daha iri tekirle, biraderi tek gözü kör kara kedi tarafından işgal edilince, açıkta kalan bebek kedinin burnu yeniden akmaya başlar.

İsveç Şurubu bittiğinden, Burhaniye'den aldığı, bu kez alkolsüz yerlisiyle ıslatılmış pamuk topaklarıyla dolu minik tepsiyle verandaya çıkıp, hapşırdığında hangi noktadaysa o çevreyi de süsleyen kedilerin, ensesinden yakalayabildiklerini silen "abla", yere serili mama aracılığıyla birbirlerine bulaşan, kâh yatışan, kâh coşan salgına her zaman aynı sabırla bakamaz. Özellikle cama, kapıya, hele hele tele yapışmış, temizlenmesi çok zor ifrazat, zaman zaman "abla"yı "hepinize bulaşsın, hepiniz ölün, siz de kurtulun, ben de!.." noktasına getirir.

Açıkta bir gece daha geçirdiği belli sümüklü üçüncü günde, bebek kedinin burnunu şefkatle temizlerken, "ah bebeğim, canım yavrum, kızıııım" duygusu ile verandada tıksırıldıkça "ölün de, hepimiz kurtulalım!.." duygusu arasında yaşadığı yorucu gelgit sırasında aldığı ani radikal kararla yerinden fırlayarak koli evi sobaya tıkıp yakan "abla", gece ne yaptığına baktığı bebeği kapı önünde görünce, durdurulması zor sulu selli gözyaşlarıyla acı acı ağlarken odanın tavanına bakıp bakıp "bunu bana neden yapıyorsun?" diyerek yetkili merciye sitem ettiği, uzun, ağır bir gece geçirir.

İzleyen gün, tadilât için gelmiş komşularından, plajda deniz dönüşü rastladığı beye, sorusu üzerine, çevresindeki kediler için mama alışveriş adres verirken, zahmetli gecenin etkisiyle, en ucuz mamadan almasını öneren, bu hayvanların doğada beslenmeye uygun donanıma sahip olduklarını, onları pahalı, lezzetli krakerlere, mamalara alıştırarak, aslında iyilik değil kötülük yaptıklarını... söyleyen "abla", -sevmek, sevilmek, ait/sahip olmak türünden alt başlıkları olan-, ego kökenli gerçek nedenin pekala farkında olarak, "ben..." der "hiçbirinden değil, bir tek kendimden şikâyetçiyim."

9 Mayıs 2010 Pazar

Senbilirsinanne "abla", sevgili editörlerinin doğru bir seçim yaptıkları konusunda şüphelidir.

Bir gün önce, damacanasını ustaca yuvarlayarak getiren sucu gencin uzattığı beyaz karanfille başlayan anneler günü kutlamaları, "abla"nın, ertesi sabah postasında bulduğu, birmilyonkalem'den editörlerinin kafa kafaya verip kendisini oybirliğiyle yılın annesi seçtiklerini haberleyen senbilirsinanne başlıklı, (aylar önce gelen, ağlayarak okuyup bir kenara bıraktığı mektubu, yeniden okuma cesareti veren) iletiyle sürer.

Yeni yılın ilk günlerinde gelen büyük zarftan çıkan, ilki, İl Sosyal Hizmetler Müdürü'nün "Birmilyonkalem.com sitesi tarafından başlatılmış olunan ve ulusal düzeyde katılım sağlanan "Adıyaman'da bir çocuğum var" kampanyasına...." diye başlayıp "...onlar için tek önemli olan şey onları düşünmüş olmanızdır." diye sonlanan, teşekkür ve yeni yıl için içten dilekler taşıyan mesajına eklenmiş üç mektubu okuyup, gözlerini kurulayarak zarfına koyan "abla", yeniden eline alacak gücü, ancak, editörünün sevgi dolu mesajı üzerine bulur:

"... Menderes ilköğretim Okulunda gidiyorum. 7. sınıfa gidiyorum. Keşke sizinle tanışmış olsaydık Nasılsınız İyimisiniz? Umarım iyisinizdir. Keşke bir gün yuvaya gelseydiniz. Hem sizinle tanışmış oluruz. Hediyeler için çok ama çok teşekkür ederim. Herkez hediyelerini beğendiler. Eğer birgün yuvaya gelirseniz çok mutlu olurum. Hemde tanışmış oluruz. Hediyeleri çok beğendik çok teşekkür ederim. Hediyeler çok önemli değil sizin gelmeniz daha iyidir. Sizi çok ama çok seviyorum iyi bir insan olduğunuzu hissediyorum. Sizleri hiç ama hiç unutmayacağım. Kendinize iyi bakın. Yeni yıllınız kutlu olsun. -
Bir yanında okla işaretli Fatma, diğer yanında bir başka okun ucunda Evren yazılı kocaman kalbin altında- Sizleri çok seviyorum... Hoşçakalın."

Sayfanın sol üstünde mor renkli kalemle yazılı ad, soyad yanında gülen bir yüz ve kalplerle süslü, özenli el yazısıyla mektup:
"Segili fatma abla." diye başlar. "...ilk önce hediyeleriniz için çok teşekkürler size bir kere anne diye bilirmiyim siz bana izin verir seniz anne diyebilirmiyim belki anne sevgisini verebilirsiniz. Ben sizin kızınız olabilirmiyim siz belki evet dersiniz belkide hayır dersiniz lütfen kızınız gibi görün lütfen yalvarıyorum acaba benim adımı severmisiniz. Benim adım zahide sizinki ise fatma... benim bir kardeşim var onuda kızınız gibi görürseniz mutlu olurum... lütfen benim yanıma bir kere gel bir kere öpüp koklayıp sarılmak istiyorum. Siz benim canımsınız ve Herşeyimsiniz Hep kalbimdesiniz Lütfen öpüp koklamak istiyorum ve anne demek istiyorum sevgiyle sayıyorum. ama lütfen gelin görün gidin fatma abla içim yanıyor SİZ BENİM ÇOK GÜZEL ANNEM sizsiniz?!?" Sayfanın altını mor çiçeklerle süsleyen Zahide, "abla"ya, bir de şiir yazar: "4 Ocak 1. 2010 / ANNE sizi çok seviyorum / yüzümde duyuyorum / Bakışını uyurken de / Ellerin öyle sıcak ki / Kış gecesinde / sen olmasan / Kimden duyarım / Yavru kelimesini / evimiz senle dolu / sokaklar / sana dönüşü var diye güzel / ANNE ne olursun / Hiç Eksilmez / Başımızda"

Naciye Hanım, "Asansörde birlikte indik, kadın çok tanıdık geldi ama... Oğlu tanıdı beni, o seslendi." diye anlatır. "Biz 66'da İstanbul'a geldiğimizde, babasıyla büyük oğlan inşaatlarda çalışıyorlardı, annesiyle kardeşleri daha köyde... bizim yanımıza bir kondu yaptılar, gece kalıyorlar ama zabıta gündüz dolaşıyor, içinde yaşayan kimse yoksa konduları yıkıyorladı. Bunlar da, işe giderken anahtarı babaanneme bırakıyorlar, babaannem gidiyor, bütün gün evde, evin sahibi gibi girip çıkıyor, evde yaşayan var diye yani... Bir gün, iki zabıta görünmüş sokağın başından, babaannem korkudan... adamlar bakmışlar kadının ayağı dibinde göl olmuş, yok anne korkma! deyip yüzgeri dönüp gitmişler..."

"
Geçende babam telefon etti, bu annenle başa çıkamıyorum, gel bununla konuş; Annem deniz kıyısına iniyor, gençleri takip ediyormuş, kayaların arasına oturuyorlar, ya kızlara bir şey yaparsalar diye, oralarda dolaşıp duruyor. Anne dedim, sen seksen yaşında kadınsın, senin ne işin var yalnız başına, gideceksen babamla git deniz kıyısına, bu halâ, ama kızlara... deyip duruyor, başına bir iş gelecek..."

Bir başkasının çatısını, kızını kendi evlâdı gibi koruyup kollayan, muhteşem anneler gözü önündeyken, Zahide ile Evren'in mektuplarını ağlaya ağlaya okuyup,
üstesinden gelemeyeceğim bir bağlılık yaratırım, yolum düşmez, elim ermez, gücüm yetmez daha büyük üzüntüye neden olurum diye düşündüğünden yanıtlamadığı mektupları sessizce bir yana koyan, -kendi annesi kadar mükemmel bir anne olamayacağı kaygısıyla, kızının (bile) ablası olmayı seçen, bundan fazlasını beceremeyeceğinden emin- "abla", sevgili editörlerinin doğru bir seçim yaptıkları konusunda şüphelidir.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Genç kadın, "abla"yı dehşete düşürerek, "...babam" der, "elimi tutar... o ıslak bir bez derdi, ıslak bez..." diye anlatır.

Birmilyonkalem'den sevgili editörünün Radyo 1'e yaptığı, çocuk istismarının, cinsellikle sınırlı olmadığı fikrine katıldığı, istismarın sınırları araştıran, bu konuda eğitimin nasıl yapılabileceğine dair değerli ipuçları veren özlü, güzel konuşmayı dinleyip, epeydir toparlamaya çalıştığı yazısını bitiren "abla", dağıtıma geçmeden, "Çocuğuma Dokunma" diye de etiketler.

1989 ile 1990 arasında bir yıl süreyle Abide-i Hürriyet Caddesi üzerinde 110 numara çatı katında,
"abla"nın da katıldığı, çoğunluğunu kadınların oluşturduğu toplantılarda, her perşembe ortalama 10 kadın, iki saatliğine bir araya gelir, hayatın ruhlarında açtığı gedikleri onarmak üzere, iki terapist gözetiminde konuşur, konuşurlar.

Bir seferinde, -grup terapisine bir kereliğine katılan, ağır bir vak'a olduğu için birebir terapi yanında ilâç desteği de alan- çok genç bir kadın, "abla"yı dehşete düşürerek, "...babam" der, "...gelirdi yatağa, yanıma, yorganı boğazıma kadar çeker, elimi tutar..." bir yandan yanaklarından seller gibi inen gözyaşlarının boğduğu sesiyle, "...o ıslak bir bez, derdi, ıslak bez..."
diye anlatır. Yeni evlidir, omuzlarından -yorgan hizası- aşağısı hiç bir şey hissetmediği için, eşiyle, yaşadığı eksik cinselliğin arızasını giderme peşindedir.

Toplumun yargıları yüzünden gizlenen,
-yalnızca %30'unun ortaya çıktığı- taciz olaylarının büyük kısmının, çocukların güvendikleri, genelde baba, ağabey, amca, dayı gibi en yakın kişilerce gerçekleştirildiğini, annelerin farkına vardıklarında, bu duruma, hep birlikte sokağa atılır kötü yola düşeriz korkusuyla göz yumduğunu öğrenen "abla", son yıllarda ensest olaylarının, aynı ailenin cezaî ehliyeti olmayan genç fertlerinden biri eliyle örtbas ettirilişinin pek çok örneğine tanık olur.

Tim Roth filmi The War Zone, babanın kızıyla yıllar süren ilişkisini anlatır; anne durumun farkına, ancak, yeni doğurduğu kız bebeğin kundağında kan gördüğünde varır. İlk Dogma filmlerinin en iyilerinden, Thomas Vinterberg'in Şölen'i, annelerin kapı aralığından sessizce izleyip suskun kaldığı yıllar boyu, tecavüzüne uğradıkları babalarının, 60. doğum gününde bir araya gelen yetişkin erkek kardeşler çevresinde döner; ifşaatlara karşın şölen/düzen sürer.

Todd Solondz
filmi Mutluluk'ta akranı küçük oğlanlara ilgisini farkedip, sevgisi uğruna, babasına kendisini "öneren" küçük oğul, Savaş Sırasında Yaşam'da, -artık- üniversiteye gitmekte, bonobolar arasındaki ensest ilişkiler üzerine tez hazırlamaktadır. Terapi de gördüğü hapisten çıktığında, kendisini, üniversitedeki odasında ziyarete gelip özür dileyen babasına, tezini, "baba oğulla, kızıyla, ana oğluyla... huzur içindeler..." diye anlatır. Filmin sonunda -bu kez- küçük oğlan, öldüğü söylenen babası hakkındaki gerçeği bilerek, -adamın siyah takım elbisesiyle karşı kaldırımda sessizce süzüldüğü sahnede, beride- "ben" der, "babamı istiyorum!"

Çocuklar sadece aile üyelerinin tacizine uğramaz. Hiç bilmedikleri bir konuda küçük bir çocuğu -ne diyerek, nasıl yaparak- uyarmanın zorluğu ortadayken, tanımadıkları kişilere karşı "çocuğu yaşamdan yalıtmadan korumanın yolu ne olabilir?" diye düşündüğü günlerde "abla", -Konsomasyon Taburesi 157'de yazdığı üzere- bir belgesel izler: Şempanzeler üzerine siyah beyaz eski bölüm “abla”nın dikkatini çeker. Biri, elinde dolu bir süt şişesi tutan tellerle üretilmiş anne maketi, diğeri süt şişesi taşımayıp tellerin üzeri yumuşak kumaşla kaplanmış bir başka bir anne maketi: Yavru şempanzeler acıktıklarında gidip süt içerler ve geride kalan zamanlarının tamamını yumuşak kumaş kaplı maketin kucağında geçirirler! Muhteşem!

Dokunmanın önemi üzerine inanılması zor, etkileyici bir gözlem! “Abla”nın, Irvin D. Yalom’un Nietzsche Ağladığında ve Divan kitaplarında okuyup, terapistinin onu ille de omzuna dokunarak uğurlayışında test ettiği dokunulmak, bazı ruhsal hastaların dokunulmaya tepkileri, dokunulmanın taciz başlangıçı olabileceği kaygısıyla bir diğerine dokunmayan -örn. Amerikan- toplumların arızalı duygusal yaşamları, bizim sıkı sıkı sarılmaya yatkın, sevecen ve çoook daha dengeli duygusal toplumumuz, bir çok gözleminin yerli yerine oturduğu, bütünleşen bir manzara oluşturur. Bu çok önemli diye düşünür "abla" dokunulmak; bu anda, burada! olduğumuzun yaşamsal kanıtıdır ona göre...


Her parçası başlı başına bir anlam taşısa da, parçalı resim tamamlandığında ortaya tuhaf bir manzara çıktığını gören "abla", sağduyusu Basiret Hanım rehberliğiyle şu noktaya varır: "Saldım çayıra Mevlâm kayıra!..", "Allah rızkını verir...", Dünyada aç mezarı yok!" yaklaşımı bir yana bırakılıp, -özellikle sevmeye zaman ayrılarak, bakılabilecek sayıda edinilen- çocuk, güven duygusu, yakınlık ihtiyacı zedelenmeden, ebeveyninin gözetiminde sevgiyle
büyü(tül)meli...

7 Mart 2010 Pazar

Bir Kadınlar Günü fiyaskosu: "Abla"nın evinde tirbüşon yok!

Dünya Kadınlar Günü'nün, Türkiye'ye ithâl edildiği ilk yıllarda "abla", ağırlıklı olarak "kadınlıklarını kabullenip onunla barışma, beraberce uyum içinde yaşama..." dersi çalıştıkları grup terapilerinden edindiği, dostluğu bugünlere -20 yıl- dek süren arkadaşlarından birkaçıyla, şaraplarını alıp kutlama yapmak niyetiyle güle oynaya "abla"nın evine doğru giderken kendilerini durduran polisin takıldığı ufak bürokratik engeli, günün anlamı üzerine minik bir konuşma yapıp hoşgörüsünü talep ederek aşarlar.

Güzel sohbet eşliğinde kutlama yapmaya hevesli, bir arada bulunmaktan mutlu neşeli kadınlar, alışverişlerini poşetlerden çıkarır, mezeleri küçük kaselere koyarak masaya dizerler; ekmek sepeti, tuzluk biberlik, peçeteler, şarap kadehleri... her şey hazır.

Sıra, şişelerin açılmasına gelir, -o ne?-, tirbüşon yok!, "Abla"nın evinde tirbüşon yok!

Şişeyi, mantarı şarabın içine doğrayarak açma fikri içlerine sinmez; görüşmeler sonunda, ev sahibesi sıfatıyla "abla", botlarını giyer, şişeleri sapı sağlam bir torbaya yerleştirir, beş kat aşağı iner, bakkala girer, öyküsünü anlattığı şişeleri açmalarını rica eder.

Hemen ertesinde, koşup, vidalandıkça yükselen kolları gövdesine yapıştırıldığında, mantarın şişeyi kolayca terkettiği bir tirbüşon aldığı günden bu yana "abla", her kadınlar gününde, hep beraber esefle, "evde bir tirbüşon bulundursaydık, karşı cinse boyun eğmezdik!" diyerek gülüştükleri akşamı hatırlar.

26 Ocak 2010 Salı

"Abla" 2010 yılının ilk kar günlerinde bir kitap okur öğrenir, bir film izler ağlar.

Hastanenin jeneratöründen gelen, elektriğin kesik olduğunu anlatan uğultuyla uyanıp bahçeye bakan ana-kızın gördüğü, bir gün önceden duyurusu/uyarısı yapılan incecik tozuyan karın örttüğü beyazı bol manzara, tanelerin irileştiği üçüncü kar günü daha bir güzel!

Perşembe Pazarı'ndan aldığı zincir ve cırtbantlarla ürettiği bot zincirleri Kuzey Ege'deki evinde kaldığından alışverişe gidemeyen, buzdolabını açıp uzun uzun bakıp yaratıcılığını seferber ederek ürettiği yemek listesinin nereye kadar gideceğini merak eden "abla", Japon filmleriyle aynı zamanlara rastlayışı ilginç, kızının "büyük ilerleme!" diye dalga geçtiği tetris'ten terfi ettiği mahjong'un başına oturur: Geride, son zamanlarda tutkunu olduğu aol radio yayını meditasyon müziği, mahjong taşlarına bakmaktan şaşılaşan gözlerle, galip gelip, dalgalar arkasındaki yanardağın homurtuyla püskürttüğü kızıl alevde ellerini ısıtana dek, üstüste, oynar da oynar.

Eskiden olsa, bunca zaman ziyanına neden olduğunu düşündüğü bilgisayar oyunlarının tümünü aynı kefeye koyup "zararlı!" ilân eder, kendini oynamaktan alıkoyamadığı için suçluluk duyarken, şimdilerde "abla", pet society bağımlısı kızının, elektrik kesikken oynayarak oyalanamadığı, çok da uzun olmayan zaman aralığında, asker kocasını özleyip sulu selli ağladığını göreli, bilgisayar oyunlarına muhalefet ne kelime, ateşli yandaşı olmuştur.

Ellerini yanardağ ateşiyle ısıtmaktan kalan zamanda "abla", kar günlerinin kârı, bir de kitap bitirir: Butik Yayıncılık'tan, kapağında YAŞAM KİTABI "Yeni Çağın Rehberi" YÜKSELİŞ VE İLÂHİ DÜNYA DÜZENİ yazan, fiyatının 14 YTL'den 5YTL'ye indirildiğini belirten bir patlangacın bulunduğu kitabın yazarı Dr. Michael Sharp... Adından anlaşılacağı gibi, konusu, "abla"nın, daha öncesinde belli belirsiz, 2004'ten bu yana adı konmuş biçimde ilgi alanına giren Yeniçağ bilgeliği. Korku ve uzantısı öfkenin, kendisine hizmet etmediğini belirleyeli, sezgisel seçimlerle okuduğu pekçok kitap içinde bu sonuncusu, fiyaskoyla sonuçlanan, ilki Lemurya, ikincisi Atlantis, üçüncüsü -bedenlendikleri gezegenin çok zor yaşam şartları yüzünden küçülen yürekleri nedeniyle işlevini yitirmiş kalp çakraları sonucu- duygusuz, kontrol takıntılı, Z. Sitchin kitaplarından tanıdık Anunnakilerin günümüze dek bizleri nasıl etkilediğini, içinde bulunduğumuz zamanların sonunda yeniden deneyeceğimiz Yükseliş'in, Dünyanın, spritüel tarihini anlatır. "Abla"nın severek, öğrenerek okuyup beğendiği kitap, konunun meraklısına...

İlk kar akşamı, küçük kız kardeşinden gelen telefon üzerine TRT3'de, artistik buz pateni ustası Evgeni Plushenko'nun -bir kez daha- Avrupa Şampiyonu oluşunu izler, ardından da ateşli hayranı kızının internette arayıp bulduğu, izlediklerinde -ve halâ- bayıldıkları ilk gala gösterisini seyrederler.

Kar akşamlarından bir diğerinde, paralı kanalda güzel bir film: 2003 İspanya, Kanada yapımı Bensiz Hayatım: Nanci Kincaid'in kitabından senaryolaştırıp yöneten İsabel Coixet, oyuncular Sarah Polley, Scott Speedman, Mark Ruffalo, Deborah Harry, Maria de Medeiros... İlkini, ilk ilişkisinden 17, ikincisini 19 yaşında doğurduğu iki kızı ve sevdiği eşi için iki ayrı işte çalışarak, annesinin arka bahçesindeki karavanda sıkış tepiş ama şikâyet etmeden yaşayıp giderken kanserden iki ay ömrü kaldığını öğrenen Ann, sınırlı zamanı hastane odalarında yitirmek istemediğinden ağrı kesiciler dışında tıbbî önerileri reddeder. İlk işi, "ölmeden önce yapılacaklar listesi"dir: Annesi, kocası ve sevgilisine veda konuşması kaydettiği birer, 18 yaşlarına kadar kızlarının her doğum günü için bir çok kutlama kasedi doldurur; gider takma tırnak taktırır, bir niyeti birini kendisine âşık etmek ve başka bir erkekle sevişmekken, kızlarının benimseyeceği bir yeni anne bulmak için de planlar yapar. Beceriksiz bir yönetmenin harcayacağı güzel konu, iyi oyunculukla hüzünlü ve ışıltılı bir güzel filme dönüşür.

TV'de, sohbet programları dahil film dışında pek bir şey izlemeyen "abla", paralı kanalda, doğum haritasını çıkaran sevgili arkadaşının ortağı hanımla, Cuma akşamları cinsellik konusunda uzmanca, dürüst, dobra konuşmalar yapan Billur Kalkavan'ın, içten kişiliğiyle öne çıkan Konuşmazsak Çatlarız programını keşfeder, beğeni ve kuşağının bastırılmış kadınlığından yüzüne çalan hafif kızarıklıkla izler.

11 Ocak 2010 Pazartesi

"Abla" ve kız kardeşleri, yeni yılın ilk günlerinde iki de tiyatro oyunu izlerler: Kraliçe Lear ve Testosteron

Yılbaşı için bir araya gelmişken bir iki de tiyatro oyunu görelim... niyetiyle eleştirileri tarayan ailenin kültür gurusu küçük kız kardeşin biletlerini de aldığı iki oyundan ilki, Kanadalı yazar Eugene Stickland'in Urban Curvz Kadın Tiyatrosu kurucularından Joyce Doolittle için yazdığı Kraliçe Lear: Oyuncular Yıldız Kenter, Sedef Şahin, çello da Feride Berin Varol, ya da Jülide Calca Eke.

Erken yaşta kaybedip çok özlediği annesinin oyuncu arkadaşına -babasının zoruyla- asistanlığa yollanan yeniyetmeyle, erkeklerin daralttığı yaşam/iş alanlarını geri alma fikrinden çıkan Kraliçe Lear rolüne çalışan deneyimli ileri yaştaki tiyaro oyuncusu kadının bir dönem arkadaşlığını anlatan oyunun, sade sahne düzeninin bir köşesinden mırıldanan çello, kafası karışan oyuncunun iç sesi olarak, arada oyuna katılır, zemine, güzel klâsik parçalardan melodiler döşer.

Saati 8 dolarlık asistanlığa, oyuncunun verdiği izinlere sevincini zıplayıp "tşk!" diyerek belirten, arkadaşlarıyla üç harfli mesajlarla hızlıca anlaşabilen yeniyetme, yaşamlarındaki -anne, sanatçının sevgili eş- kayıplarını yeni şeyler üreterek dengelemeye çalışırken birbirlerinin desteğinden güç alırlar. Diğerinin 1/3'ü yaştaki kız, kuşağının yaklaşımını safça ortaya koyarken, yaşlı oyuncu onu yargılamayarak aradaki uçurumu kapatır.

Bir tiyatro oyunu ezberi çalışılırken, çalışılan, aslında hayat ezberidir. 81 yaşında, sahnede, "abla"nın lisede bile yapmayı beceremediği, duvara dayalı amuda kalkabilen Yıldız Kenter, bu oyunla yaşı/yaşlılık ile tüm zerafeti ve gücüyle yüzleşmekte. Görülmesi kişiye mutlaka birşeyler ekleyecek oyun Kenter Tiyatrosu, Harbiye'de...

Testosteron, yazan Andrzej Saramonowicz, yöneten Kemal Aydoğan, oyuncular Stavros Metin Coşkun, Kornel Onur Ünsal, Fistach Emre Karayel, Robal İnan Ulaş Torun, Tretyn Mert Fırat, Janis Timur Acar, Tytus Tuna Kırlı.

Damadın büyük mutlulukla "evet!" dediği nikâh töreni sırasında, "kalbim bir başkasına ait!" diyip bir gazeteci öperek
"event yaratan" gelin Alicia büyük bir kargaşaya neden olur. Düğün yemeğinin verileceği lokantaya yumruklaşıp tekmeleşerek giren, biri damat iki biliminsanı, bir müzisyen, bir gazeteci, bir avukat, bir garson, bir de -neredeyse profesyonel- baba, her fırsatta yumruklaşarak, sahnede hakim rengi kırmızıya dönüştürdükleri bir dizi soruşturma ile işin aslını anlamaya çalışırlar.

Mağara devrinden bu yana milim değişmemiş yöntemle öğrenip sonuç almaya çalışan, böylece, -ortak- erkek olma noktasında buluşan değişik eğitim/yetenek/birikim düzeylerindeki adamlar, alkolünde etkisiyle işi, "boyut" yarıştırmaya vardırırlar. Sürpriz sonuçla, aralarından birinin özgüven probleminin çözüldüğü finalde, geride, -oyunun başında Quentin Tarantino'nun Pulp Fiction'ından erkekler arası uzuuun geyiğin yayınlandığı iki ekranda- Marilyn Monroe'nun baygın gözleri, önde sahne dibinde dudakları önünde, asıl kabahatın testosteron denen erkeklik hormonunda olduğu fikrine varırken, ne yapıyorlarsa kadınlar için yaptıkları... gerçeğinin de altını, kalınca çizerler. Şiddetin sürekli yön değiştirdiği, içeriği nedeniyle 18 yaş üzeri... notuyla tanıtılan, dizilerin tanıdık yüzlerini barındıran, kafası sarılı damadın, kalın camlı gözlükler ardında sinir krizleri geçirirken yarattığı çok komik tozşeker salvosu sahnesi unutulmaz, çok eğlenceli oyun, Kadıköy'de Oyun Atölyesi'nde...

Erkeklerin, "erkeklik"leriyle erkekçe yüzleştikleri oyun, Kraliçe Lear örneğinde yaşlı oyuncunun yaşla, yaşlılıkla yüzleşmesinde sergilediği yüreklilikte de gözlendiği üzere, "abla"ya kalırsa, 2012'de kuantum sıçrayışına hazırlanan Dünyanın, değişmekte olan manyetiklerinin destekleyip yükselttiği bilinç değişiminin bir başka göstergesi.