Torununun doğumu için kışı,
kızı ve damadıyla geçiren “abla” Mayıs ortası Kuzey Ege’ye dönüp evini, birkaç
gün sonra bebekle gelen minik aile için düzenler. Akşamları sobanın yandığı, oğlancığın
sağanakla tanıştığı yazın serin ilk günleri ılık Haziran’a, o da yerini, -2012’yi dengelenme yılı sayıp Yeni Çağ
takvimini 2013’ten başlatan ezoteriklerin yılbaşı- esintili Temmuz’a
bırakır. Önceki iki yılbaşı gibi bu üçüncü yılbaşı da, halâ bazı parçaları
yanlış yerlerde yapboz gibi hissettiğinden, kendisini, henüz güvenle hayata
bırakamayan “abla”ya, -arınma amaçlı
olduğundan emin olduğu- kişisel sağanaklar getirir.
“Hepimiz Allah’a inanıyoruz” der yeri geldikçe, “ama Allah’a güvenmiyoruz. Yarattığı her
şeyin iyi, doğru ve güzel olduğunu biliyoruz da hayatlarımızı kontrolden bir
türlü vazgeçmiyoruz; şunu şöyle, bunu böyle yaparsak daha iyi olacak
sanıyoruz”.
Teoride pekiyi görünse de,
“abla”, pratikte orta bile değil; zamanında beğendiği, her biri tartışılır
ifadeleri üst üste yığıp büründüğü, sonunda da aslında, “kendi” sandığı
ego’sunca itilip kakıldığını anladığında, peşine düştüğü Tanrısal yanını
taşıyan Yüksek Benliği, saflık, duruluk gerektirir. Böylece “abla”, bebeği
büyütürken ana-kız kendilerinin de büyüyeceği bilinciyle, olmazsa olmaz
sürtüşmeleri ders konusu sayar, inceler, olabildiğince dürüst sonuçlar
çıkarmaya gayret eder.
Bebek her şey yolunda
büyürken, her adımını sorgulayan genç kadın, “iyi bir anne olabilecek miyim?” paniğiyle boncuk boncuk gözyaşı
döker: “Abla”nın, sorumluluk bilinci eğitimi sürecinde kızına, arkadaşlarıyla
ilişkisinden odasını toplamasına kadar tekrarlayıp durduğu, “seçimini düşünerek yap, yoksa sonuçlarına
katlanırsın” sözü, görünüşe göre tehdit olarak algılanmakla kalmayıp
bilinçaltında yerini sağlamca almıştır.
“Abla”nın çeyrek yüzyıl
geriden yankılanan annelik hatalarından bir başkası da, kendini, bu gecikmiş (liseyi yatılı okumak üzere başka bir kente
gittiğinden, ana-kız arasında zamanında yaşanamamış) ergenlik krizi
ortamında ifadede gecikmez: Tartışmalardan birinde “sen anne,” der kızı, “telefonda
hep, bana kendimi yetersiz hissettiriyorsun derdin”; yetersizlik “abla”nın her daim ders konularının en
başındadır, acıyla hatırlar ve itiraf eder: “Hatta
sana, yine (“yine”) ne istiyorsun,
derdim değil mi?”.
Ömrü boyunca, yetersiz
olduğu düşüncesini içinden atamamış “abla”, söyledikleri canını yakacağından
küçük kızın konuşmasına izin vermez. Dahası bu, kendini sorumlu hissettiği
herkes için böyledir, bir olumsuzluk ihtimali varsa -ki yetersizlik duygusuyla boğuşan bilir, mutlaka vardır-, ne yapar
eder konuyu değiştirir, karşısındakini susturur. Zamansız ölümüne dek her daim
onayını almaya çalıştığı, her yönüyle mükemmel bir kadın, annesinden aldığı
yetersizlik mirasını, tüm tazeliğiyle kızına devreden “abla”nın, toy annenin
döktüğü onca yaşın nedeninin, kendi yetersizliğini kabul edip affedememesi
olduğunu anlaması zaman alır.
Sonunda beklenen olur:
Kanlı dolunayların, Ağustos’un sonuna rastlayan ikincisi suları, tam olarak 27
Ağustos 2015 akşamında, görünürde belli bir neden olmaksızın patlayan –görünmezdeki neden, ezoterik açıklamaya
göre, bebeği büyütürken ana-kızın, altı ay boyunca birbirlerinin enerji alanına
tehlikeli biçimde girip yayılmalarından kaynaklanan- tahrip gücü yüksek çatışma
sonunda, kızının, ulaştığı yeni bilinç düzeyinde “seninle oldukça, senin kızın oldukça ben büyüyemeyeceğim, çocuğumun
sorumluluğunu tek başıma taşımalıyım” diyerek dile getirdiği, “abla”nın da yerden
göğe haklı bulduğu yeni durum, bebek
palazlansın düşüncesiyle üç ay boyunca yazlıktaki ailesine hasret babanın
gelmesi, 30 Ağustos sabahı yola çıkmalarıyla, geride katlanılması zor bir
boşluk bırakır.
Torununun uyuduğu araba
koltuğunun bulunduğu tarafa bakamayan “abla” kimseyle vedalaşamaz, arkalarından
dökeceği bir bardak suyu saksılığa bırakıp kendini poyrazın coşturduğu iri
dalgalı denize atar; döner dönmez de son 10 yılını bir başına geçirdiği ev burası
değilmiş gibi ne yapacağını bilmez bir halde koşuşturarak, bebekten kalan
boşlukla kendisine büyük acı ilham eden her bir köşeyi, eşyaları itip çekerek
doldurmaya çalışır. Konu komşunun sessizce uğrayıp, ağlamaktan ölüp ölmediğini
kontrol ettikleri “abla” evin kokusunu bile değiştirmek için deliler gibi
çamaşır yıkar, temizlik yapar.
Dünürüne durumu telefonda
gözyaşları arasında, “evin canı gitti”
diyerek betimlerken, bir hafta sonra gelen kız kardeşlerine denizde, tuhaf
saptamalar eşliğinde anlatır: Ağlarken ayaklarının bir zemine basmıyor olması
garip duygudur, bir de tuzlu suda gözyaşı silme refleksi anlamsız kaçar.
Ardından, ısmarladığı 12
kilo kâğıt kargoyla ulaşır ulaşmaz, Mayıs ayından beri ertelenen 300 kutuluk
siparişe gömülen “abla” bir yandan ağlamaya devam eder. Ansızın terk edilişin,
duygusal bedeninin ihanet olarak algıladığı, karın göğüs bölgesi merkezli
keskin acıyı tarif ederken “abla” komşularına, “şimdi çok iyi anlıyorum,” der,
“yaz boyu evlerde, bahçelerde beslenen kedilerin köpeklerin, yaz sonu geride
bırakıldıklarında yaşadığı hüznü…”
Aman bir eksik kalmasın kaygısıyla kışla
disiplininde 06:30-21:30 koşuşturup elinden gelenin en iyisini yaptığını
sanırken, nasılsa birkaç yıl bir aradayız
diye düşünen “abla” sonradan “keşke” diye
hayıflanır, “işi gücü boş verip doya doya
bebeği seveydim”. Yüreğini dağlayan sırtından bıçaklanmışlık duygusunun
yanı başında, en az onun kadar acıklı diğer bir duygu, oyundan çıkarılıp devre
dışı bırakılmışlık. Daha dürüst bir anlatımla, hiiiiç kendine yakıştıramasa da
kıskançlık!
Görünürde, pek öğündüğü torununun
özlemiyle gözyaşı döken “abla” görünmezde, -tek
başına büyütürken doğru dürüst annelik edemediğini düşündüğünden, borcunu,
torununa bakarak ödemeyi dilediği- kızının, emir eri oluşuna, bu aşırı
teslim halinde de ağır yaralara yol açan tatbikatlarda hırpalanışına, en çok,
en çok da buna “kendisinin izin verişi”ne içerler.
Sabır, sessizlik “abla”nın
vasıfları arasında değildir; susmak kendisi için çok zordur ama elbette, hamileliğin
ilk üç ayında hormonlarının alt üst ettiği metabolizmasının, doğum sonrası
dengelenmeye çalışmasıyla yeniden alt üst olan genç annenin, sükûnetle
karşılanıp üstüne gidilmemesi gerekir.
Bir yanıyla da aslında, sorumluluğunun
sınırlarının nerede bittiğini hiç kestirememiş “abla” altından kalkıp
kalkamayacağını bilemediği bir duruma, yaşamının 3-5 yılını askıya almak dâhil,
kendini uydurmaya çalışmıştır; pek de hevesli olmadığı halde sadece, böyle yapması, öyle olması gerektiğini
sandığından kendini zorlar; haddini bilmez, iki numara ufak ayakkabıyla dağcılığa
sıvanır.
“Abla” yalnızlığında, olup
bitenin kendisini niçin bu kadar acıttığını bulmaya çalışırken en çok, kendisini
ikiye bölen, beklentisini karşılayamayan kendisine toslar; zamanın en önemli
ezoterik tebliği, kendini sevip şefkat göstermek iken, ve aynı davranış
içindeki herkesi hoş görürken “abla”nın, acemi “senbilirsinanneanne”ye en ufak sempatisi
yoktur.
Tüm ömrünce bundan daha çok
köşeye sıkışmışlık yaşamamış, ego’su Sebastian’ın diline yığdığı kötü sözler
yerine derin bir soluk alıp iyilikler dilediği bir zaman hiç olmamış “abla”
kendini bunca sıkı takipten çok yorgun. Yarın ne kelime, on dakika sonrası için
bile hâli yokken, kendi tarikatının biricik şeyhi ve yegâne müridi “abla”nın
önünde, hatalarının sorumluluğunu kabullenip öğrenme ve hatalarıyla birlikte
kendini sevip şefkat gösterme konularında yığınla ders var.
Becerikli annesinin kopulması
çok zor yörüngesinden, zor bela kendininkine geçen kızı İstanbul’a varır
varmaz, başlangıçta, epey zorlanır ama “abla” yanlışların tekrarlanması riskini
göze almaz; karşılıklı gözyaşının döküldüğü telefon konuşmalarına karşın
sağlamca bastığı pozisyonunu terk etmeksizin uzaktan, ana oğulun tek başlarına
ilk zamanlarını kolaylaştırmaya çalışır.
Gidişlerinden on gün sonra Eylül
ortası, düğün için İstanbul’a giderken “abla” yol boyu, ağlamaksızın gidip dönmeyi diler, dualar eder. O arada görüşülüp anlaşılan,
“abla”nın da tanıştığı, bebeğin bakımını sevgiyle şefkatle –Allah vergisi- büyük doğallıkla yapan genç kız, anneye yardımcı
olmaya başladığından, her şey daha dengelenmiş görünür. Görünmezdeyse “abla”,
kendi yokluğunda da her şeyin pekâlâ yolunda gittiğini görmekten bir yanıyla memnunken,
eksikliğinin hiç hissedilmemesinin yarattığı hüzün alttan alta içini yakar.
Evine döner, Kasım’ın
ikinci yarısı pastırma yazı; Karatepe tırmanışlarından birinde, Kıbrıs Barış
Harekâtı sırasında Jandarmanın yaptığı, şimdilerde içinde çamlar katırtırnakları
bittiğinden kaybolmaya yüz tutmuş taş bayrağın yıldızında soluklandıkları ara,
arkadaşına “abla”, “çok zaman aldı ama sonunda
anladım” der, anladığından beri de utandığından dillendiremediklerini –hatalar, kıskançlık, kibir, sahiplenme…-
yazabilip bir de yayına koymadan huzur bulamayacağını itiraf eder: Aşeren
komşusunun canının çektiği meyve karşılığında bebeği isteyen cadı masalındaki
gibi “ben,” der, “bu çocuğu benim sandım, ayrılığın bu kadar acı vermesi bundan…”
Öte yandan birlikte oldukları
zaman boyunca tüm yorgunluğuna karşın kendisini tam, bütünlenmiş hissederken,
yokluğunda ağır sakatlıkla yerle bir olan “abla”ya göre, muhteşem enerjiyle
gelen torunu, emsâli, akranı Yeni İnsan’lar gibi, yol açtığı itiraflar,
kendiyle yüzleşmeler hesaba katıldığında bir ihtimal, daha çok büyük resmin ya
da -Dünyanın tekâmülünü sürdürmekte
sakinleriyle daha yüksek, beşinci, altıncı boyutlara yol almakta olduğu son
zamanda- büyük planın parçası, dahası jeneratörüdür. Öyle ki, önce kendine
karşı, dürüst olunup arınmadan yol alınamayan bu yolda, bir yandan tüm bedeni –her hücresi tek tek üst boyutlara
uyumlanırken-, geniş, koskoca bir yaraymış gibi sızlayan “abla”, gürül
gürül de ağlayarak -ne olsa eski
modeldir- çok zorlu bir tür arınma yaşadığının bilincindedir.
İçindeki acıdan yılgın, dışındaki
sızıdan bezgin, aylardır ağlamaktan yorgun, çok ama çok üzgün, kendini tez
elden sağaltma peşindeyken “abla”, Geçmişin Etkisini Temizleme Şifası aldığı
seanslardan birinde, kafatasına enerji aktardığı sıra, takdir noktalarının
aşırı çalışmasına dikkatini çeken, eğitmen şifacı arkadaşıyla konuşurken,
gözyaşları arasında, “bu dönemi
atlatabilirsem” der içtenlikle, “bu
sanırım, benim yeniden doğuşum olacak”.