8 Haziran 2014 Pazar

Yeni yaşından 10 gün almış “abla”, nihai konumunu gözden geçirip günceller: 2

 
Tepesinde, neon ışıklarla yanıp sönmekte “HUZUR” yazısının parıltısında, hayatın yorduğu “abla” şaşkınlıkla da olsa bunu anlamlı bulup bu kez “huzur”un peşine düşer. Henüz ne ego’su Sebastian’la, ne de hep orada ama şirret Sebastian’dan ötürü sesi duyulmayan -Yüksek Benliği- Ben’im Varlığı Basiret Hanım’la tanışmışlığı vardır. “Her şey bundan ibaret!” görünen üç boyut Dünya’sından, bakışını çevirdiği “her şey bundan ibaret olamaz, olmamalı!” bilinç düzeyinde, -çok sonra startı verenin Ben’im Varlığı olduğunu keşfettiği- huzur arayışıyla, nasıl yapacağını bilmediğinden, siste yürür gibi eliyle ayağıyla yoklayarak yola düşer.
 
2004’te birkaç ay, Kadıköy’de bir dershanenin en üst katında, iş saatleri dışında, bir arkadaşının “senin söz ettiğin şeyler konuşuluyor” diyerek haber verdiği birkaç seminere katılan “abla” aldığı bilgiyle yeni bir dönüm noktasına ulaşır, yaşamını yeniden düzenlemeye niyetlenir: Bir sabah kızıyla ve kahvaltıya çağrılı erkek arkadaşıyla söyleşirlerken, kaynağı sonradan açığa çıkan ses, Basiret Hanım yine “abla” yerine konuşur: “Eee,” der, “siz evlenin bari”.
 
Bir yıl sonra, kızıyla damadı ekonomik bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz Kuzey Ege’ye, yavaşlama, sadeleşme, öfkeden, korkudan, para ve zaman baskısından kurtulma türünden çok da netleşmemiş niyetlerle ve biri dikiş makinesi 16 koli eşyayla taşınan “abla”, izleyen iki yıl boyunca okur, yüzer, dağ tepe yürür, Karatepe’de minik mağarayı gizleyen kayaya tüneyip şehirde fırsat bulamadığı üzüntülerine ağlar.
 
Yazlığı, doğramaları değiştirilip uyuyan sobayla kışlığa dönüştürdüğü sitede, çevrede kimse olmadığından, kendisiyle iyi geçinmek zorunda kalan “abla”nın, ilk elde, “Tanrı’nın eşsiz güzellikteki bir parçası” olduğu bilgisine ulaşıp hazmedinceye dek, -mükemmeliyetçi ebeveyninden miras, Allah yarattı demeden acımasızca yargıladığı- “abla”yı hoş görmesi, başkasına gösterdiği şefkatten, azıcık da olsa kendisine ayırmayı öğrenmesi gerekir.
 
Münzevinin avantajı gibi görünen, kalabalıktan uzak olma durumunun dezavantajı, Truva atı laptopu ile Dünya’ya bağlı olması bir yana, insanın gittiği her yere kendini de götürdüğünün farkında “abla” elbet birden huzura kavuşmaz. Ego’su Sebastian’ın bulandırdığı zihninde iz bırakmadığından, tekrar tekrar başa döndüğü yığınla kitap okur; “bakarak olsaydı kediler kasap olurdu” demeyip ezoterik sitelerden, maillerden becerebildiğince meditasyon, bolca imgeleme yapar; hatta bir seferinde, rahatlatıcı müzik eşliğinde, yere bir mum koyup yakan arkadaşının, kağıttan okuduğu yönergeleri izleyerek inisiye bile olur. Ablalarını dehşet içinde dinleyen kardeşlerine daha sonra ameliyeyi, “…çekyattayım, şöyle sol omzum üzerinden akarak geldi, jel gibi bir his, tüm bedenimi kapladı, çok tuhaftı…” diyerek anlatır.
 
2007 Mart ekinoksunda, soba borusunun damlattığı yere serdiği gazetede gözüne takılan, onpunto’dan söz eden yazı üzerine, -yıllar boyu “kelin merhemi olsa kendi başına sürer” demeyip danışan arkadaşlarından esinle- senbilirsinabla adıyla blog yazmaya başlar; böylece günlük, sinema, gezi, anı yazarken, ekrana döktüğü yazıdan yansıyan kendisine bakarak evyapımı terapi’nin mucidi olur.
 
Yorumlarla yamulmuş da olsa tüm dinlerin ortak paydası sevgi, hoşgörü, şefkat, merhameti ruhsal bünyeye nasıl katıp katlayacağını düşünürken “abla”, kendince basit bir formüle ulaşır: Uyanık olacak, olay anında kendisini yakalayıp, vak’a bazında olabildiğince doğru seçimlerle “kredi”sini, -ruhsal anlamda titreşimini- yükseltecek! Böylece tüm gayretiyle, bela okumak yerine, pencerenin vasistası sıkıştığında “yaaa sabır”; komşular yemyeşil toprağı kazıtıp kilittaşı döşettiklerinde “Allahım bilinçlerini yükselt, yeşili sevdir”; politik içerikli bir maille sinirleri zıpladığında “herkese huzur”; sabırla izlediği filmin dangalakça sonu için “eh vardır bunda da bir ders!”… diyebileceği o daracık seçim anlarını kollamaya başlar.
 
Seçim sonuçlarının, çevresinde küçük ölçekte örneğini gördüğü, devasa korkudan kaynaklandığından emin “abla”, konuya yatkın komşularına “enerjinin, iyi-kötü türünden değer yargısı yok ki” der, “sistem, çok güçlü bir enerji olan korkuları toplayıp bize sonuç olarak yansıttı.” Yaşlıların ana konusu için de “Hastalıklar da aynı, kaygıya kapılıp olasılıkları güçlendirmek yerine, sağlığa odaklanıp iyi olduğunuzu düşünün, aklınızdan kötü düşünceyi, masanın kırıntısını süpürür gibi sıyırıp atın” diye akıl verir; örnek olsun diye de, epeydir “bana değmez” deyip nazarı bile savuşturduğunu söyler.
 
Paranın yerine “ihtiyaçlarının her zaman karşılanacağı” bolluk kavramını geçireli işi epey kolaylaşan, incelikli bütçe yapmayı bir yana bırakan “abla” için artık sevap da günah da yoktur: “Her şey, bir sonraki boyut için gerekli kredi miktarı sağlanana dek tekrarlanan derslerden ibaret” der. Üstelik sevap-günah kavramını, eksi/artı kredi olarak algıladığı bilinç düzeyi, ona muhteşem bir de hediye getirmiştir: Sınırlarını belirleyemediği sorumluluk duygusuyla, olup biten, olamayıp bitemeyen her şey için duyduğu, ömrünün büyük bölümünü kaplamış, her sabah uyandığında göğsü üzerinde çöreklenmiş bulduğu, hantal bir piton kadar ağır suçluluk duygusu, “abla” için birden anlamsızlaşıp hafifler, küçük pembe beyaz bir kelebek olur.
 
Tanrı’ya inanmakla kalmaz, -korkularından kaynaklanan- kontrolü O’na bırakıp, her şeyin kendisi için en iyisi olacağına güvenir; ayaklarını yere güvenle bastığından olsa gerek, “abla” için bir zamanların gündelik olayı burkulmalar, epeydir geride kalmışa benzer. Pazara çıkmadan almayı düşündüğü yürüyüş pantolonu için, tam ayırdığı miktar istenir; iki dükkân sonra, hayalindeki mor ışıltılı kordonet rafta, nazlı nazlı kendisini bekler; bedelini İstanbul’a gitmeden ödemek istediği elektrik saati gününden önce okunur; olasılıklara kapılıp formüle eksi sokmadığı, saf biçimde istediği her şey, gönlünce gelişir.
 
Bir şey/olgu/iş/kişi hakkında düşünürken –ihtimal, fizikötesi bedenleri ile dolanmaktan- ne çok yorulduğunu keşfettiğinde, planlamayı, zamanlamayı, tasarlamayı bırakıp, son icadı “canım ne/ne zaman isterse kriterleri” uyarınca, o şey/olgu/iş/kişi için gerekli şartların gelişmesini, o şey/olgu/iş/kişinin kendisine sevimli gelmesini bekler: Meşeyi, yağlı zeytin odunu ve kozalakla tutuşturduğundan, sobanın tıkanan borularını değiştirmesi gerektiğinde yaptığı gibi: Pazara bir gidişinde boruları ısmarlar, öder; ertesi gün teslim edildiği servisten alır; havanın kapalı, boruların sevimli göründüğü bir öğle sonrası eskileri çıkarıp yenileri döşer. İşlerin sanki kendiliğinden oluverdiği bu, “canım ne/ne zaman isterse kriterleri”ni “abla” pek beğenir, benimser.
 
Olaylara değil, olay çevresinde beliren duygularına bakar: “Neden bu benim başıma geldi, bana bu nasıl yapılır, insanlar nasıl oluyor da böyle…” yerine, kendine, doğru soruları sorar: “Ben niye hayal kırıklığına uğradım / üzüldüm / korktum / kızdım / kırıldım / değersizlik hissettim?” Böylece duygunun kaynağına inip genellikle “…meli, …malı” türünden değer yargılarıyla kemikleşmiş –her şeyi doğru yapma gerekliliği gibi- bir beklentiden kaynaklanan sorunuyla yüzleşme fırsatı yakalar: Farkındalığı yükseldikçe, kendisininkiler dâhil, insan sayısınca “doğru” olduğunu keşfeden “abla”, “hoşgörü”ye yatırım yapmaya başladıkça “doğru yapma gerekliliği” konusunda “şefkat” geliştirir. “Ne de olsa,” diye düşünür, “doğru seçimle, kusur giderip kredi yükseltme esasına dayalı Dünya müfredatı, kusurluluk üzerine kurulu.”
 
Dışarısını bırakıp içine yöneleli, titreşimi/kredisi/frekansı arttıkça, dedikodunun eski tadını yitirdiğini fark edip eski tiryakiliğin peşine düşen ego’su Sebastian’ın girişimleri, Tanrısal yanı, Ben’im Varlığı Basiret Hanım marifetiyle sönümlenir. Verme eğitimi aldığından, verileni alma özürlü “abla”, eşi dostu eskisi gibi yalvartmaz; sitedeki tek akrabasının şık bir sofra değirmeninde harmanladığı, anason, çörek otu, keten tohumu karışımını nazlanmadan alır; kendisi için öğle yemeği ile doğum günü pastası hazırlayan komşusunun davetini ikiletmez. Bedeniyle kendini ifade etmede özürlü, göze görünmekten hoşlanmayan “abla” spor alanına eklenen yeni aletleri –ki eski dört tanesi birkaç yıldır oradadır- günde iki kez ziyaret eder. Eskiden başına gelmiş olsa cinnet sınırında gezecekken, birden bastıran yağmur, evin, yeni boyanmış iki cephesini şırıl şırıl yıkarken, akan boya yere yapışmasın diye, yağmurluğunu giyer, bir elinde süpürge, sakince, yağışla yarışan hortumla yağmura eşlik eder.
 
“Abla”nın tüm gayretine karşın, öfkelenmesine neden olan şeyler yok değil; Gökçeada sarsıntısını ilk ağızda büyük sevinçle “İstanbul Depremi!” diye duyurup ardından hızla başlık değiştirip, izleyen günlerde “TETİKLER Mİ?” başlığıyla dehşet üreten medya; birkaç komedi dizisi, programı, film dışında, -“abla”nın uzun zamandır en çok mute düğmesini kullandığı kumandasına karşın yıldırıcı- TV yayıncılığının mide bulandıran çığırtkanlığı; kaşığın kavanozun ağzına takılmasıyla saçılan çay… En çok da, başta kendisi, aymazlık: Günbatımını izlemekten zevk alırken –bunca farklı zihniyetin aynı bedende nasıl barındığını “abla”nın aklı almaz- boş bira şişeleriyle midye dolma kabuklarını, sigara izmaritlerini geride bırakmak; şehirden kaçıp yeşil için, deniz için gelirken ardı sıra betonu sürükleyip caanım bahçeleri sökerek toprağı, -açık kalp ameliyatı yapılacakmış gibi- “tertemiz” seramikle döşemek; sağlık sorunları gün gibi ortadayken, kahvaltıdan kalkmadan öğlen, öğle sofrası toplanmadan akşam “ne yiyeceğiz?” derdine düşmek; “abla” gibi eski enerjiye, düzenine, birbaşınalığına yapışıp –bir yandan güvenden dem vururken, eldeki bir kuş daldaki iki kuştan yeğ korkaklığıyla- yeninin sonsuz olasılıklarına sırt çevirip görmezden, kulak üstüne yatıp büyük iyiliği duymazdan gelmek…
 
Elceğiziyle yonttuğu kendi yargılarından mamûl çubuklarını, başkalarının yargılarıyla sıkıca perçinleyerek, zeminini özgürlüğünü yitirme korkusuyla döşediği kafesinin, dışına çıkma çabasını gayretle sürdüren “abla”nın mantraları: “Her şey yolunda; güvendeyim, özgürüm.”
 
Yalnızlık korkusunun, tüketimin bir aracı olduğunu keşfedeli, gitgide, kendi kalabalığının eşsiz tadına varan “abla”, şehirden kopuşunun –bir bitişin enerjisini taşıyan- dokuzuncu yılında, başlangıç ayarlarına dönmekte olduğu düşüncesinde. Bunda, 2006’dan bu yana gazete okumayıp, haber izlemeyişinin de etkisi var elbet; kardeşleriyle, kızıyla ilişkilerinde çok daha sakin, kaçındığı insan sayısı hiçten az. “Tanrı’nın yarattığı her şey iyi, güzel, doğru ve her şey sebep sonuç bağlantısı içinde tam olması gereken yerde ise,” diye düşünür “abla”, “sebeplerini değiştiremediğim şeyler için niye üzülüp öfkeleneyim?”

3 Haziran 2014 Salı

Yeni yaşından 10 gün almış “abla”, nihai konumunu gözden geçirip günceller: 1

 
Tasarım, hatta tasarımcıları arasında olduğu inancında “abla”, Dünya denen -kimilerine göre zaman yolcusu, uzay gemisi- gezegende, 50’li yaşlarının ikinci yarısında, son yıllarda adet edindiği üzere, kendi tarikatının biricik şeyhi ve yegâne müridi sıfatıyla, ulaştığı mertebeyi, güncelleme niyetiyle gözden geçirir.
 
“Abla”, babasının şark hizmeti için tayin edildiği Tekman’da ebe bulunmadığından, annesinin güvenli sıcacık karnında, karda, kızakla taşındığı Erzurum’da, -bir rivayete göre Yıldız Çocukları’nın geldiği- 1958 yılının, 5. ayı 23. günü sabah saatleri Dünya nüfusuna katılır. Albay büyük dayının yanında, lojmanda, –düşük kilolu doğup yaşamaz dendiğinden, annesinin, Girit göçmeni, Türkçe bilmeyen anneannesi dâhil bilge bir grup tarafından- bir zaman palazlanması beklenen “abla”, yazacak, söylenecek çok sözü olduğundan toparlanır; babasının, altına sığdığını söylediği –törenlerde ahalinin bayramını kutlamakta kullandığı- fötr şapkası ebadına ulaşarak yaşama başlar.
 
Kendi görevlerinin yanı sıra, eksik öğretmen açığının memurlarca kapatılmaya çalışıldığı kasabalarda, elbette göreve koşmuş hukukçu anne ile kaymakam babanın, ilk çocuğu “abla” ile 13 ay sonra doğan ortanca kız kardeşi, tanık ifadelerine bakılırsa, önünden geçtikleri her evin sofrasına davet edilip, komşu teyzeler gözetiminde düğün evleri gezerek; yarı yarıya, –dönüşlerinde annelerinin, uyuyakalan kızların, yorgunluktan yıkayamadıkları ayaklarını silerken söylenip kedi, köpek gibi kokuyorsunuz dediği- sokakta özgür, mutlu, ilkokul yaşına ulaşırlar.
 
“Abla”, dört buçuk yaşındayken kadroya eklenen ikinci kız kardeşe, göz kulak olma görevinin getirdiği ağır sorumluluğu ciddiyetle özümser, ki bu, onun karakterinin en önemli özelliklerinden biri olarak yerleşecektir. İleriki yıllarda, yaşadıklarının sorumluluğunu kabullenip, bir sonraki, kendini sevmesi için gerekli “hoş görme” aşamasına geçebilmesi ancak bu sayede mümkün olabilecektir. “Abla”nın, ebeveyninin kasaba yerlisiyle ilişkisini gözlemleyip örnek alarak, karakterine alçakgönüllüğü eklemesi de bu döneme rastlasa gerek, ki alçakgönüllülük uzun vadede, “kendi değerini bilme” gayretinin çekirdeğini oluşturacaktır.
 
Sorumluluk duygusu yüksek “abla”nın öğrenim yıllarının, evde, olağan karşılanan bir tür rutine dönüşen takdirnamelerle sürmesinin ikinci nedeni ise, mantıklı anne ile duygusal babanın ortak merakı ansiklopedi, sözlük, deneme, roman, klasiklerle dolu –kızların ebeveynlerini bunaltmadan temel eğitimlerini aldıkları, Fritz Kahn’ın Tenasül Hayatımız ile Haydar Dümen’in bol fotoğraflı Cinsel Hayatımız’ını da barındıran- zengin kitaplıktır. Kardeşlerin birkaç şiirinin yayınlandığı Doğan Kardeş Dergisi başta çocuk yayınları izlenirken; üşenilmeyip, bir keresinde Soma’dan İzmir’e, cümbür cemaat, -belki de “abla”nın grafik tasarıma yönelişinin yolunu açan, çizgi film-roman hayranlığının ilk nedeni- Walt Disney’in Fantasia’sı seyre gidilir. Taşrada bulunmak bir yana, filmlerin, gösterime girdikten birkaç yıl sonra ülkeye ulaşabildiği o yıllarda; İstanbul’a, Ankara’ya yapılan akraba ziyaretlerinin bir diğer kolu tiyatro, sinema, sergi türünden sanat faaliyetleri, ana-babanın öncelikleri arasındadır.
 
Erken gelişen “abla”nın ortaokula başladığı yıllarda dikkati, akranlarından biraz daha önce karşı cinse yönelir; bu konudaki eksik -ebeveynin entelektüel kaygıları dışında kaldığından, arkadaşlardan alınıp okunan- cep fotoromanlarla giderilirken, “abla” için, başka bir estetik anlayışıyla şekillenen romantik, platonik aşkların yolunu açılacaktır.
 
O ara ulaşılan ergenlik “abla”nın yaşamına bir boyut daha ekler; artık en yüksek mercie karşı da sorumludur. Annenin kıldığı teravih namazlarına dâhil olmasalar da kızlar, birbiri ardı sıra, sahurdan öğleye, öğlenden iftara dek tuttukları oruçları tam güne çevirerek dinî vecibeleri kendilerince yerine getirirler; çorapların, pazen geceliklerin üzerine el örgüsü hırkaların giyilip çevresine sıralandıkları, sıyrılamadıkları uykuları gözlerinden akarak, acıkmadan telaşla yenen serin sahur sofralarında, aynı niyetle yapılan bir işin -büyüklüğü belli belirsiz sezilen bir şeyin- ihtişamı paylaşılır.
 
Okulda din dersinde, ezberlenip sıra ile okunan dualar işin en kolay kısmıdır; hocanın, sıralardan biri üzerinde tüm sınıfın gözü önünde tek tek namaz kıldırdığı öğrenci kuyruğundaki sıra ise, ailede zekâ üzerine yatırım yapıldığından kendini bedeniyle ifade etmede özürlü “abla”ya gelmeden, -çok şükür!- dönem, hatta ortaokul biter. Babasının topladığı 1961-62 tarihli birkaç Ruh ve Madde Dergisi, Bedri Ruhselman’nın yazdığı 1949 basımı Ruhlar Arasında isimli kitap, “abla”nın ilgisini, bir ihtimal o aralar çekmiş olsa gerek…
 
Öğle uykuları öncesi, sesli okunup kahkahalara neden olan Aziz Nesin’ler yanı sıra J. Verne’lerin, C. Dickens’ların, yerlerini, bazısı birkaç cilt, klasiklere bıraktığı lise yıllarında, bilinmeyene merakı her dem taze “abla”ya, E. von Daniken, muhteşem olasılıklar sunan yepyeni bir pencere açar. Ardına aldığı destekle, oldum olası yıldızlara bakmaya bayılan “abla”, konu açıldığında gayet cesur, “ben burada isem, orada da –uzayda, evrende- birileri vardır” der.
 
Yüksekokul bitmeden iş yaşamına başlayan, biter bitmez de lise aşkıyla evlenen “abla”nın, her şeyden çok kendini öğrenme niyetiyle, kitaplar, başta –aykırı, diğer iklimleri anlatan, yasaklı, farklı- sinema, sanat, geziler, yürüyüşler aracılığıyla insanı gözlemleyip vardığı, “her şey bundan ibaret!” noktasında uğradığı hayal kırıklığı, onda yanlış Dünya’ya geldiği düşüncesine yol açar. Bu arada kızını doğurur, boşanır, bir kez daha evlenir, bir daha boşanır, üstelik henüz otuzlu yaşların başındadır.
 
Böylece, neşeyle, merakla çıktığı Dünya yolculuğunda vardığı, -başka türlü düzelmesi mümkün görünmediğinden, benzeri geçmişte onlarca kez yaşanmış top yekûn bir yok oluşa hiç itirazı olmadan geçen- depresif “batsın bu Dünya!” dönemi de bir on yıl sürer.
 
Biri aşk, diğeri mantık evliliği, iki bozgunun yıkımını grup terapileriyle onarmaya çalıştığı sıralar, içinde beliren kaynağı belirsiz soruyu, gözlerinden yaşlar gelerek “Dünya yok edilemeyecek kadar güzel” diye yanıtladıktan bir zaman sonra “her şey bundan ibaret olamaz, olmamalı!” fikrine vardığı 40’lı yaşlarında, yalnız başına büyüttüğü kızını, Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim bölümü için, -sonradan kendisine damadını armağan edecek- Kütahya’ya uğurlar uğurlamaz, Dünya’ya yapacağı yeni keşif gezisi için yola çıkacakken, birden başı üzerinde, yine kaynağı belirsiz “gerçekte ne istediği” sorusunun yanıtı, parlak neon ışıklarla yanıp sönmeye başlar: “HUZUR”
 
3 Haziran; bugün “abla”nın annesinin ölüm yıldönümü: Aynalara, fotoğraflarda kendine bakmaya bile katlanamama noktasından, şimdilerde bulunduğu, parçası olduğunu derinden hep bildiği Tanrı denen ihtişamdan payına düşen ışıkla, kendisine hayran olma noktasına, çok zor gelmiş de olsa “abla”, Dünya deneyinde kim bilir kaçıncı kez bedenlenişinin son aracısının yarısı annesine binlerce kez teşekkür eder.