Metis
Yayınları, 2011, Murathan Mungan, Şairin
Romanı, s.509’dan: “…Nasıl kadim
taşlar yüzyıllardan beri yerkürede olup bitenlerin kaydını tutuyorsa, tılsımlı
Toteh kristalleri de insanların kişisel kayıtlarını tutar, onların duygularını,
düşüncelerini, anılarını, hayallerini saklardı. Her kristal sahibiyle algısal
ilişkiye geçtiği için, kendisine bir başkasının dokunması halinde bu algı
bulanır, kirlenir, hatta kimi zaman hasara uğradığı olurdu. Onu arada bir
zamanın tozundan, kötü hatıraların biriktirdiklerinden temizlemek gerekir;
bunun için belli aralarla yanardağ külleriyle ovulup, açık denizlerin tuzlu
suyuyla yıkanıp, ay ışığından geçirilerek arındırılırdı…”
Kristallerin,
akaşik kayıtları –Levh-i Mahfuz- sakladığını
fikrine pek aşina “abla”ya, kitaptaki kar kızağı Roasanayma, Orson Welles’in 1941 yapımı filmi Yurttaş Kane’den bir başka kızağı Rosebud’ı; muhteşem rüya terbiyecileri bölümündeki detaylar ise Steven
Spielberg’in, -Philip K. Dick’in kısa
öyküsünden uyarlanmış- çok beğendiği, 2002 yapımı Azınlık Raporu’nu hatırlatır.
Remzi
Kitabevi, 2007, Ömer Zülfü Livaneli, Sevdalım
Hayat, s.253’ten: “…Türkân Şoray’ın
önerisi bir karar almama neden oldu. Evet, film yapacaktım. O güne kadar
filmlerine müzik yaptığım yönetmenlerle hep çatışmıştık. Gerek Helma Sanders
gibi yabancı yönetmenlerin, gerekse çalıştığım Türk yönetmenlerden bazılarının
aşırı duygusallığa bir eğilimi vardı. Bazı sahneler bana çok melodramatik ve
ağdalı geliyordu. Bu sahneleri müzikle daha da duygusal hale getirmek
istiyorlardı. Oysa ben böyle ‘melo’ sahneleri ters bir müzikle kırma ve
yabancılaştırma eğilimindeydim. Bu noktada yönetmenlerle çatışma çıkıyordu.
Kendi filmimi yapmak ve istediğim yoruma ulaşmak çok çekici bir şeydi.
Müzikte edebiyatta ve filmde deyim yerindeyse
‘mesafeli’ bir anlatımı yeğliyordum. Bilinçli bir karar değildi bu. Yapım
böyleydi; daha doğrusu içimden bu geliyordu. Günlük yaşamda bile, abartılı
hareket eden birini gördüm mü onun yerine beni bir utanç kaplıyordu. Şarkılarım
duyarlıydı ama hiç birinde hıçkırıklı bir acı ya da göbek atan bir sevinç
yoktu. Bir buzdağının ucu gibi, o duyguya ait alçakgönüllü ipuçları vermeyi
yeğliyordum. Ötesi kişinin çağrışımlarına kalmıştı…”
Derin
saygıyla okurken, aynı zamanda yaşamış olmaktan onur duyduğu, sinemada müzik
kullanımına ise yerden göğe katıldığı bu muhteşem insanın son satırları,
“abla”ya göre gerçek bir bilge oluşunun kanıtıdır: “…Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp
sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.”
2005, ABD yapımı Constantine’de
Keanu Reeves bir sahnede, kendisine kapıyı açana “kiizmet!” diyerek bir açıklama yapar; cümlenin gelişinden
anlaşılır ki kısmet sözcüğü, içeriği bu kültürde hiç anlaşılamamıştır. Sınır
Ötesi Yayınları, Ergun Candan, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre
Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi s. 490’dan: "Kısmet sözcüğünü biraz
açmak istiyorum… Batı dilinde
kısmet sözcüğüne rastlanmaz. Tevrat ve İncil'de de böyle bir kavram bulunmaz.
Sadece şans vardır. Şans başka bir şey, bir işin kısmet olması başka bir
şeydir. Kısmette çok şuurlu bir hareket söz konusudur... Sizin gidişinizin
liyakatine göre bir karşılığı size veriyorlar manası vardır. O sizin dışınızda
gerçekleşen bir olaydır ama içinde sizin çabalarınızın ve niyetinizin karşılığı
bulunmaktadır. Yani kısmet sizin ayağınıza kadar getiriliyor ama sizin
çabalarınızın sonucunda uzatılan bir yardım eli gibi…
Kısmet meselesi tamamen
kozmik bir himaye ve rehberlik mekanizmasının bir fonksiyonundan ibarettir.
Birçok üstün zekânın, yüksek seviyeli, gelişmiş varlığın, yaşam planımızın
içindeki hedeflerimize ulaşabilmemiz için gösterdiğimiz çabalara paralel bir
yardım mekanizması tarzında çalışır.
Kısmetli olmak demek himaye
altında bulunmak demektir. Ama bu himayeyi hak etmek şarttır. Oturduğumuz yerde
bir himaye altına girebilmemiz mümkün olamamaktadır…"
Doğan Kitap yayını, Jean-Christophe Grange, Kaiken:
s.126; “…Etrafındaki rıhtım boştu. Su simsiyahtı. Arada bir, asla
yakalayamayacakları umutsuz bir şeyin, sonsuz gençlik hayalinin peşinde koşan
joggingciler geçiyordu…”
s.153; “…Passan
oğluna yeni baştan çalmasını söyleyecekti ki çocuğun ayaklarının yere
değmediğini fark etti. Bu tek bir ayrıntı bile çocuğun kırılganlığını –ve
mücadelenin eşitsizliğini- göstermeye yeterliydi…”
s.220; “…Aslında
etraf, penceresiz bina cepheleriyle, apartman avlularıyla ve bir bahçıvanlık
fuarının stantları kadar ürkütücü küçük bahçeleriyle doluydu…”
s.239; “…-1970’li
yıllarda Stevie Wonder bir basın toplantısı düzenlemiş. Toplantıya katılan
gazetecilerden biri ona, kör olarak doğduğu için üzgün olup olmadığını sormuş.
Stevie Wonder kısa bir duraksamadan sonra cevap vermiş: “Çok daha kötüsü de
olabilirdi. Siyah olarak da doğabilirdim.”…”
s.335; “…Tepelerinde
ise, bir balık ağı gibi Tokyo göğünü karelere bölen kablolar ve elektrik
telleri vardı. Uzun süre bu ileri teknoloji cennetinin enerji ve iletim
konusunda neden Uzak Batı evresinde kaldığını ve elektrik direkleri
kullandığını düşünmüştü. Cevabı çok basitti: Deprem ülkesinde, kabloları
yeraltına indirmek ve en ufak bir sarsıntıda kısa devre riskini göze almak söz
konusu olamazdı…”
s.364; “…Sorun,
bu noktaya neden gelindiği. İbranilerin On Emir’i gibi, Japonların da bu eski
kuralları neden benimsediği. Çünkü bu bizim içimizde Olivier-san. Yüzyıllardan
beri. Oldum olası. Bizleri genlerle belirlenmiş bedenler dünyaya getirir, ama
çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”
…sonsuz gençlik hayalinin peşinden koşmak, ayakların
yere değmemesindeki eşitsizlik anlatımındaki derinlikli gözlem ile bahçıvanlık
standı benzeri bahçeler ve Stevie Wonder’ın yanıtındaki mizah, Jean-Christophe
Grange’ı, “abla”nın polisiye yazarlar listesinin başlarına taşır. Hatta Japonya
gezisinden bu yana aklını kurcalayan soruya, s.335’te, -“…Hanım rehberin "Kobe'de
elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır"
diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş
maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği
manzara, Japonların, mimaride, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine
bakıldığında anlaşılması zor bir durum…”- gayet doyurucu bir yanıt alır.
İçerdiği konuda detaylı bilgi de veren kitapları yanı
sıra, izlemiş olduğu Kızıl Nehirler
ile gayet ezoterik Taş Meclisi
filmine hayran kaldığı Grange’ı “abla” gözünde bilgelik mertebesine yükselten
ise s.364’teki paragrafın son sözleri: “…ama
çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”