Birmilyonkalem'den
aldığı birincilik ödülü tam piyango biletini özenle vitrine yerleştirip
kendisini Yeni Dünya'nın ikinci yılı 2014'ün, uzun süren bahar
benzeri şefkatli ilk ayına bırakan "abla"nın geceleri, duygusal
kalıntılardan arınmaların gerçekleştiğini düşündüğü zorlu rüyalarla geçer:
Elbette başrol işlevsiz tuvaletlerle ilgilidir; ardından yarım kalmış,
yaşanmamış aşklar sökün eder. Yarısının karşı tarafa ait olduğunu düşündüğü
duygularından, sorumluluk sahibi "abla"nın, "bir şey
beklemiyorum, bir şey vaat etmiyorum" diyerek haberdar
ettiği eski sevgililer, geceler, rüyalar boyu yüzleşilerek tek tek
salıverilir.
Günışığında
daha çok, büyük sınav mekânı pazara inişlerinde -bir ay geçmeden çay
sızdıran, tamir sırasında da sapı sıyrılan demlik benzeri olaylarla- sınanan
"abla", eski ihtişamını çoktan yitirip bir tür taklide dönüşmüş öfke
krizleri, kızgınlık, kıskançlık türünden duygularını hatırlamak zorunda kalır.
Alışkanlıklarını
gözler; yıllardır sadakatle, gözüne iliştiği an istemsiz ayak
hareketleriyle tam ortaya kaydırdığı mutfak paspası epeydir lavabonun
önündedir, bornozunu nemli banyoda tutmakta ısrar etmez ama yarısının ziyan
olduğunu gördüğü demliğe her sabah tepeleme bir çorba kaşığı çay koymaktan bir
türlü vazgeçemez. Duygusal alışkanlıkları da gözaltındadır; empati kurarken kötülük
ürettiğini fark eder etmez, orada kullanılacak zararsız cümle arayışına
yönelir, bulur: Tutkuyla bağlı olduğu sitenin, -ortaklarının adını, ada
parselini, araba plakasını ezberinde tutup göz göze gelindiğinde çatır çatır
sayıp döken- 30 yıllık kapı görevlisi, gecikmiş mektubunu vermeye
geldiğinde, evini satan -dolayısıyla artık bir "hain"- komşudan
söz ederken, "abla", - sözü uygun biçimde sonlandıran-yeni
cümlesini kullanma fırsatı bulur; sükûnetle "o" der, "öyle
uygun görmüş..."
Arada,
gürül gürül akarak Yeni Dünya'yı şekillendirmeye devam eden kozmik
enerji/rahmete, -bir ihtimal eski beden(ler)i direnerek- tepki
verirken "abla", tuhaf “kısa devre” örnekleri sergiler. Bahçıvanı
ile konuşurken iki kez "sarmaşık" dediğinden emin "sarımsak";
"limontuzu" yerine kararlı bir şekilde "tuzruhu"
demekle kalmaz, yürüyüş sırasında Güvercin kumsalında rastladığı ölü kuş için "martı"
sözcüğünü ararken zihninde canlanan yelpaze, yelken imgelerine kapılır.
Tanıdıkları, benzer sıkıntılarla dehşet içinde doktorlara koşarken o, sakince
gözlemlerine devam eder. Yalnız değildir; Burhaniye'deki aktar
"boza" soran (?) müşterisine üşenmeyip imalat sürecini uzun uzun
anlatırken kısa devreden şüphelenip araya giren "abla", adamı, "hem
leblebi de satar onlar..." diyerek kuruyemişçilere yönlendirir. Direncin
ruhsal bedenlerine verdiği zahmeti gözlerken “abla”, fizik bedenindeki
sıkıntıyı gözden kaçırır; ortanca kardeşinin, yılbaşında yanına kattığı sodyum
bikarbonattan bir çay kaşığı kadarını suda eritip içerek sindirim sistemini
rahatlatmayı akletmesi epey zaman alır.
Aklı uzun
zamandır, diğer boyutlar konusuyla meşgulken bir gün, sokak kapısı girişindeki
odunluktan tekerlekli arabasını doldurduğu sıra içeri bakar; demin içeride
olduğunu bilerek, "Dünya'nın dönüşüyle bağlantılı olduğuna göre" diye
düşünür "zamanı, formülden çıkarırsam, odun alırken içeride de masa
önünde oturuyor olabilirim pek ala" fikrine varıp “boyut” kavramını
kendisi için bir miktar kolaylaştırır.
Körlerin
fil tarifine benzeyen "karma" kavramını ise çözmüştür; "her
şey enerjiden ibaretse" der bilgiç bilgiç, "karma, orada
burada birikip gerekli ivmeyi yakalayan enerjinin öteye beriye akıp dengelenme
gayretinden ibaret olsa gerek". Kızının evine dolap yapan
ustanın, çok ağır malzemeyi yaşlı yardımcısına, vicdanı elverip de nasıl beş
kat taşıtabildiği meselesini "abla" -ev halkını
neşelendirerek- şöyle çözümler; "önceki yaşamlarında usta,
yardımcısı yaşlı adamın eşeğiydi bir ihtimal, şimdi karma dengeleniyor, yaşlı
adam borcunu ödüyor". Eşte dostta, kendi yaşamında tanık olduğu,
dengesiz, açıklanamaz bulduğu -artık pek ala boşanılabilecek zalim, bencil
koca türünden bir türlü yola girmeyen- ilişkileri açıklamakta "karma
dengelenmesi" formülüne varalı "abla", sokuşturulmuş çürük sebze
meyve ile kazıklanmaktan da eskisi kadar şikâyetçi değil; "enkarnasyonlarımdan
birinde, benzer enerji birikimine neden olabilecek bir şey yapmış olmalıyım"
deyip susarken, hizmetçilikten masajcı olma bilincine atlamasına yardımcı
olduğu komşusunun, elleri dua pozunda "beni sen yükselttin Fatoş
Abla" demesini de, aynı mantıkla "sen de bir yaşamda beni
ayağa kaldırdın demek" diyerek karşılar. Bilir ki "iyi" ya
da "kötü" değildir söz konusu olan, enerji enerjidir, kendi yasalarıyla
davranır.
Ayandon
Fırtınası ile bademlerin, papatyaların açmasına, börtü böceğin zamansız
uyanmasına neden olan, verandada Sarman'la sarmaş dolaş uzun bahardan
silkinip uyuyan sobayı gün boyu ara sıra attığı meşe ile uyanık tutan
"abla" Ocak sonu vardığı, koordinatlarını beğendiği noktadan
Sevgililer Günü'ne uzanır:
Ego'su
Sebastian'ın güdümünde, sağduyusu Basiret Hanım'ın varlığından habersiz,
kendisiyle arasının açık olduğu, en çok değersizlik, yetersizlikle boğuştuğu
uzun yıllar boyunca, içindeki boşluğu doldurmasını beklediği sevgili arayışı
sırasında "abla", hah, işte bu sefer tamam!" ile "ı
ıh, şusu busu eksik, bu da değil yanılmışım" arasında gidip
gelirken, aynı senaryoyu farklı isimlerle tekrarlayıp durduğunu birden
fark ederek, en çok da tekrardan duyduğu rahatsızlık üzerine oyundan çıkar.
İzleyen birkaç yılı da "…hayata, bedenine ihanet etmeyip, şöyle, böyle
yapmasını..." öneren arkadaşlarına, acı çekmek istemediğini
açıklama çabasıyla geçiren "abla", tam o aralar, "kendini
sevmek, kendinin sevgilisi olmak" kavramlarıyla karşılaşır; bu nedir, nasıl yapacaktır?
Bilinen
en eski yollardan biri, inziva ile başlar; sessiz, sade, yavaşlamış bir yaşam
için Kuzey Ege'deki yazlık evi kışlığa çevirip 2005’te İstanbul'dan ayrılır. "Dağda
ermek kolay, becerebiliyorsan pazarda er!" diyen arkadaşlarına hak
vermekle beraber çok yakından tanıklık eder ki, kendini götürmeden çıkılacak
dağ da yok.
Kendisine
şah damarı kadar yakın Tanrısal parçasından gelen sesi duyabilmesi için
"abla"nın, -1958 yılının
beşinci ayı sonunda karlı bir günde, Dünya’nın Türkiye denen köşesinin Erzurum
isimli bucağında beyaz bir kız bebek olarak doğmuş olması, ana babasının
toplumdaki konumu, ekonomik durumu…- doğduğu andan başlayarak dayatılmış
yargılardan üretip “kendisi” sanacak kadar benimsediği egosunun sessizleşmesi
gerekir. O ise varlığını sürdürme çabasıyla monoloğunu sürdürür, "Dünya
kötülükle dolu” der, “her şey, herkes
yanlış". Bu uğurda can vermiş nicesinin akıbetine bakıp,
gerekli bilinç düzeyine varılmamışsa, Dünya’yı kurtarmanın olanaksızlığını görmüş
“abla”, ayaklarının bastığı yerden başlayıp önce kendini kurtarmaya sıvanmışken
gündemine, “sorumluluk alması gerektiği” bilgisi düşer.
Yirmili
yaşlarında, mezar taşında “özür dilerim”
yazmasını dileyecek kadar sorumluluk duygusu taşımaktaysa da anlaşılan “abla”
yanlış yere bakmıştır; odağını kendisine çevirir, kabahat samur kürk olmuş, kimse omzuna almamış demeyip, hatalarının
sorumluluğunu yüklenmesi gerektiğini kavrar. Böylece üzerinden esaslı yük kalkacak
olsa da bir tür aile geleneği olup, genlere işlemiş mükemmelcilik “abla”nın
bünyesini kolayca terk edeceğe benzemez. Yine de geliş amacının, “kendini
iyileştirmeye çalışırken Dünya’yı da iyileştirmek” olduğunu anlaması uzun
sürmeyen “abla”nın rotası artık bellidir:
Cesaret
ve dürüstlükle kusurlarını görecek, sorumluluk alıp açık yüreklilikle kabul
edecek, ardından da, önce kendisini –sonra
herkesi, her şeyi- hoş görüp kendini sevmenin yolunu döşeyecek. “Zaten iyi” olanlara evliya deniyor, onlar da
yüz yılda bir geliyor, o zaman Dünya’ya kusurlu gelmiş olmakta utanılacak bir şey
yok diye düşünür. Böylece en iyi öğrenci, en iyi öğretmen olarak kendi
yöntemiyle –ki “abla” daha sonra bunu
“kendi tarikatının biricik şeyhi ve müridi” olarak formüle eder- kendi
sevgililiğine giden yola düşer.
Yol
çetrefillidir, uyanık olmayı gerektirir; ego ile Tanrısal kimliğini ayırt
ettikten sonra işi biraz daha netleşen “abla”, doğru, iyi, güzel seçimler
yapabilmek için, gözlerini dört açar. Ufak tefek olaylarla sınanıp, ele
geçirilme, suçlanma korkusu, yeterince iyi olmadığı kaygısı, kendisini önemsiz
hissetme… türünden duygulara kapıldığı olur elbet ama bir sonraki sınavda daha iyi olacağını bilerek avunur.
Başlangıçta
bir gün, kızıyla daldıkları derin sohbete dâhil olup, “e, nasıl olacak, nasıl yapacağız yani?” diye soran damadına “kendi hakkında iyi düşün!” diyerek
start verdiğinde “abla”, “hiç zor değil," der, "Dünya’ya, taa bu yaşa gelişinin tüm şartları aynen yaratılamayacağına göre,” diye
de yüreklendirir, “koskoca evrende senden
bir tane var, bu da seni eşsiz ve çok değerli kılmaz mı?”
Çok yavaş
da olsa sarmallanarak süren yükseliş yolculuğu sırasında “abla” en çok
sessizlik, sadelik ve yavaşlamaya ihtiyaç duyar: 2006’da gazete okumayı, TV’de
haber izlemeyi bırakır. Cep telefonu, kredi kartı edinmez. Her şeyin ihtiyaç olduğu tuzağını görerek yaşamını “gerçek” ihtiyaçlarıyla
sınırlar. Olabildiğince temiz havada, toprağın üstünde, suyun yanında, güneşin
altında yürür; bedenini dinler sade beslenir. “Her şey yolunda, iyiyim, seviliyorum, güvendeyim, mutluyum…” (ve
neye ihtiyaç duyuyorsa o) duygusunun kaynağının içinde olduğunu keşfedeli, çekingen,
küçücük bir çocuğa benzettiği huzur duygusunun kaynağından çıkıp benliğine
yayılabilmesi, yerleşebilmesi için gerekli boşluğu yarattıkça, çevresini ıvır
zıvırdan arındırmanın ödülünü alır.
Böylece
“abla”nın, ebeveyn, evlât, kardeş, arkadaş, karşı cins, hemcins sevgili… her
türden sevgili için alışılmadık hediye önerisi, “ona, kendi hakkında iyi düşünebilmesi için kendisiyle baş başa
kalabilme fırsatı verin” olacaktır: İçinden gelen Tanrısal sesi duyabilsin
diye sessizlik, koşuşturmayı bırakıp yavaşlayabilmesi için sorumluluklarını
paylaşarak yardım, sadeleşebilmesi için tümüyle kendine ait boş bir oda.