30 Kasım 2014 Pazar

Yeni Dünya’nın 3. yılı başından, miladi 2015 yılı başına, “abla”nın gözlemleri, eylemleri:


Ezoteriklerin Yeni Dünya’nın yeni yılı başı saydıkları Temmuz’un 3. günü aldığı “torun!” haberiyle, beklediği müfredat değişikliğinin gerçekleştiğini gören “abla”nın, bu fikre alışması için, torununun, 12 Temmuz 16:45’te, bakla boyutunda görüntülenen ilk resmini görmesi, bir de kendini örerken ki telâşla akla zarar hızla çırpınan kalbinin sesini duyması gerekir; elinden gelse, “ah güzel evlâtcığım,” diyecek, “sen yorulma, çekil, ben yaparım”.

Ardından “abla”nın Kuzey Ege’deki evine dönüşünü izleyen 18-19 Temmuz hafta sonu, kızıyla kız kardeşinin ziyareti sırasında, görünüşte basit bir alınganlıkla başlayan, daha sonra bunun derin bir arınma olduğunu anladığı ağlama krizi, arada uyuyup uyandığı, verandada misafir ağırladığı, abartmasız 1.5 gün sürecektir. Öyle ki durumu, süreci ateşleyen kızına, sebepsiz derin üzüntüyle içli içli ağlarken “abla”, ulaştığı sezgisel bilinçle “bunu sen başlattın ama büyük ihtimalle nedeni değilsin” diyerek açıklayacaktır. Evden henüz cenaze çıkmışçasına büyük sessizlikle, kendisini uzaktan gözleyen kardeşi ile kızına bakmadan mutfağa girer, -daha sonra bu durumu, gözyaşlarım akmıyor da fıskiye gibi fışkırıyordu dediği halde- akşam yemeğini hazırlamaya başlar. Derken o ara, “abla”nın arınması belli düzeye varmış olsa gerek, birden bir bilinç aydınlanması yaşar ve başkaları için yapılması gereken işler ile kendi gereksinimi arasında bir seçim yapar: Bu, 57 yıllık tarihinde bir ilktir; ayıklanmayı bekleyen yeşilliği mutfak lavabosunda bırakır, işin ortasında, turuncu papatya desenli şeffaf naylon önlüğünü çıkarır, gidip duşa girer.

İzlediği ezoterik sitedeki yazılardan birinde “…Soluğunuzu, aldığınız sürenin en az iki katı sürede vermelisiniz…” önerisiyle, kızının bitirip bıraktığı Metin Hara’nın, kitabı Yol’da anlattığı Sufî nefesi arasındaki paralellik, “abla”nın dikkatini, aynı sitede okuduğu, salıverme, salıvermeye izin verme’nin tekrarlandığı yazılara yöneltir. Aklının erdiği kadarıyla Temmuz Ağustos ayları boyunca bilinçli biçimde alınıp verilen soluk, kozmik enerji/rahmet gayretiyle birlikte, duygusal bedenlerin orasına burasına düğümlenip türlü sağlık sorununa yol açan öfke, nefret, kıskançlık türünden duyguların kazınıp, salıverilmesi amacını taşımakta.

Uzun zaman, yaşamın dinamiği sanıp, öfkesi burnunda Tuzsuz Deli Bekir modunda yaşamayı marifet bilmiş “abla”, ön bahçeye diktirdiği meyve ağaçlarının yarısını kurutmaktan, sökmekten sorumlu komşusuna karşı, hangi aralık bilinmez, birden gaddarlaşır: Tetikçi bahçıvanı yardımıyla eylemlerini kararlılıkla sürdüren ana-oğula geçen yıla dek saygıda kusur etmezken, birden bu ikisini, benzer kararlılıkla, nefretle yaz boyu görmezden gelen “abla”, yükselen öfkesi için bir açıklama bulmakta gecikmez: Bir ihtimal rahatça salıverilebilmesi için, söz konusu duyguların kabarması, itildiği derinlerden duygusal bedenin kabuğuna taşınması gerekmekte.

Ağustos ortası bir sabah serinde, yürüyüşe gitmeden çeşmenin yanındaki incirden tazecik bir torba toplamak isterken üst dallarından birine sıçrayıp, biçimsiz bir iniş yaparak, arızaya teşne ayak bileğini burkan “abla”, tam, on gün süren kısıtlılık dönemini atlattığını sanırken, bu kez, sabaha karşı nemli serinde pencere karşısında uyurken tutulur. Üstelik tuhaftır, bedeninin sağ yanını kilitleyen babadan miras siyatik, masajcı komşusunun hünerli, şifalı elleriyle kontrol altına alındığından, herhalde hayatta kalma güdüsüyle sola atlayıp bir hafta sinsi sinsi sızlar.

Karatepe yürüyüşlerini sabah akşam aksatmayan “abla”nın, hayatının en hareketsiz bu üç haftası sonunda nihayet bir Pazartesi, Burhaniye pazarına giderken yanına oturan, elindeki derin kesik iltihaplanmış beyaz bandajlı yaşlı adamdan başka, arabadaki iki kadından birinin kolu askıda, diğerinin bir bacağı alçıda!

“Bu kadarı da…” dese de, dolandığı süre boyunca, en çok da, rengârenk çaput pazarını beyaz beyaz benekleyen bandaj, alçı bolluğu “abla”ya, kısıtlanıp tutulmanın kendi talihsizliği olmadığını düşündürür. “Belki de kol, bacak hasarlarıyla duraklatılmanın amacı” diye düşünür, “ego’nun dikkatini başka yönlere çekip duygusal bedenler temizliğini, salıvermeleri kolaylaştırmak.”

Hemen hemen aynı döneme rastlayan, yaygın, sebepsiz burun akması, kuru öksürük şikâyetlerini de “abla”  üçüncü göz ile bağlantılı epifiz bezi* aktivasyonu için gereklilik saymakta gecikmez.

Demeye kalmadan Ağustos sonu, “abla”nın, torundan sonra gündemini epeyce dolduran bir yeni gelişme: TRT için belgeseller yöneten bir hanımdan aldığı maille, altı bölümlük bir dizinin, taşra-blog yazarlığı başlıklı bölümüne senbilirsinabla’yı konu etmeye davet edilen “abla” kendisini yazılarından tanıdığı anlaşılan hanımla uzun bir telefon konuşması yapar: Çekim “abla”nın mekânında, Burhaniye’de, evinde, muhtemelen Eylül Ayı içerisinde yapılacaktır; karşılıklı içe sinen konuşmalarla varılan sonuç, kendini ifade konusunda sıkıntı yaşamayacağı belli “abla”ya göre, bu gürül gürül ifade durumunun gerektiğinde nasıl sonlandırılacağı sorunudur.

Eylül ortalarına dek zihnini ve gönlünü oyalayan konu, bir akşamüzeri yönetmen hanımın üzgün telefonuyla kapanır: “Muhtemelen…” der, yönetmen hanım, “hakkınızda bilgi aktarırken sözü geçen ilk bloğunuzun adına takıldılar…” Seçim sonrası değişen kadro, tahminlere göre, “abla”nın, kasıla, şişine sıraladığı …demek isterdim!, Öte yandan…, Senbilirsinabla Sinemada, Senbilirsinabla Seyahatte arasında ilk bloğu Konsomasyon Taburesi isminden -ya da içeriğine bakmaksızın, çağrışımından- hoşlanmaz.

Her yıl olduğu gibi, çok sevdiği halde incirden sıra gelmeyen, o çekilirken de buzhaneye giren şeftali alışverişleri “abla”da epey hayal kırıklığı yaratır: Satıcısının verdiği garantiye inanmaya dünden hazır aldığı, içi kapkara 3 kg şeftali, önceki yıl öfkeyle, olduğu gibi çöpe atılırken, aradan geçen sürede tırmandığı bilinç seviyesinde, elma ve erik ilavesiyle bir taşım kaynatılarak mis gibi marmelat olur. “Abla” bunda, repertuvarına yeni ekleyerek içindeki Tanrısal parçaya seslendiği, “sevgili Ben’im Varlığım, her zaman, bedenimi sağlıklı, zihnimi sessiz, duygularımı dengede tut lütfen” duasının büyük etkisi olduğu fikrindedir.

Gündüzler hem fizik hem de metafizik açıdan dolu dolu geçerken, geceler de boş değildir. Belli belirsiz olanlar arasında “abla”, duru netlikle hatırladığı, -orada burada farklı deneyimler edinmekte olan ruh parçalarının, bütünleşme sürecinde olduğunu düşündüren- bir rüya görür: Bir başka babasına robdöşambr dikmektedir, özenle cebini onun istediği yere iğneler. Adam her ne kadar eski yerli filmlerin kadın satıcılarına benzemekte ise de iyi dikiş bildiği belli kızı tarafından çok sevilir. Bir sitede, reenkarnasyonlarından birinde “terzi” olduğunu okumuş, doğaçlama diktiklerini kızı az büyüdüğünde reddetmiş olsa da kendisi halâ giyen “abla” için bu rüya elbet pek anlamlıdır.

Eylül sonu, kızıyla damadının 10. yıla ulaşmış evliliklerini kutlayan eski kocasını, -yine herhalde kabarsın da duygusal bedenin kabuğundan daha rahat salıverilsin diye- pek kıskanan “abla”, hoşlanmadığı bu duygusuyla, aynı günlerde, ara sıra uzun telefon görüşmeleri yaptıkları arkadaşının gözlemindeki paralelliği fark eder. Hanım, öğretmenliğinden gelen deneyimle gözlediği gençlerin birbirlerini nasıl kıskandıklarını anlatırken “abla”, çevresinde, kıskanılmaktan doğan, bizzat uğrayıp da kondurmadığı pek çok hasarın farkına varır.

Ekim’in üçüncü günü, arife, kış komşusu, “abla”nın yaşlı arkadaşlarından bir hanım, anî bir kararla geçişini yapar; bayramın ikinci günü de sitenin camiinden kaldırılıp, Karaağaç Köyü mezarlığına, dokuz yıl önce defnedilen eşinin yanına gömülür. Son yıllarda çok içten arkadaşlık ettiği, 80’i geçmiş yaşına karşın “kimse doğum gününde yalnız kalmamalı” diyerek kendisine güzel bir sofra hazırlamış hanım, gözlerindeki sarı nokta tedavisi için İzmir’e gidiş dönüşlerinde “abla”nın kendisine eşlik edişine çok memnun olur; İstanbul’da yaşayan geliniyle oğlunun kanılarının aksine bu yolculuklar, bu ikisi için, uzun uzun konuşma fırsatıdır.

Sonbaharın başlarında nefes darlığı şikâyetiyle birkaç kez hastaneye kaldırılan hanım, son konuşmalarında “ben bencil ve şımarıktım,” der, “çok kötülükler yaptım”. Yıllar yılı değersizlik, yetersizlikle uğraştığından, hayranlık duyduğu, kendi değerini bilmenin eşsiz örneği hanıma “abla”, öteki tarafta zahmet çekmemesi için kendisini suçlamamasını, her yaşamın tekâmül sürecince sadece bir basamak, bir deneyimden ibaret olduğunu, bu deneyimlerin hiç birinin de diğerinden üstün olmadığını anlatır. Kötü olanın, Tanrı’nın bir parçası olarak bu deneyimleri yaşarken kendimize, dolayısıyla da Tanrı’ya yaptığımız saygısızlık, yani suçluluk duygusu olduğunu düşündüğünü söyler. Sırlarını da paylaştığı “abla”ya, hanım, derin derin düşünerek “sen” der, “çok felsefî konuşuyorsun”.

Öfke, nefret, kıskançlık türünden duygularını beğenmeyip duygusal bedeninin diplerine iteklemiş, o yüzden bir miktar temizlik için 1.5 gün ağlamış  “abla” yakaladıkça, kendi suçluluk duygusuyla da şöyle başa çıkmaya çalışır: Masadan savrulan minik kâsedeki marmelat, sandalyenin minderini de boyayarak döküldüğünde, öfkesine kapılıp bir zaman tabureleri tekmeleyen “abla” durulmayı bekler; deriiiin nefes alır “bir dahaki sefere” der, “daha iyisini yapacağım. Daha sakin, dengeli, öfkesiz karşılayacağım!”

 

*Epifiz Bezinin Gizemleri:

http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/epifiz-bezinin-gizemleri/

28 Ekim 2014 Salı

“Abla”nın, bilgeliğin izini sürerken sinemadan izler yakaladığı üç kitap: Şairin Romanı, Sevdalım Hayat, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi.


Metis Yayınları, 2011, Murathan Mungan, Şairin Romanı, s.509’dan: “…Nasıl kadim taşlar yüzyıllardan beri yerkürede olup bitenlerin kaydını tutuyorsa, tılsımlı Toteh kristalleri de insanların kişisel kayıtlarını tutar, onların duygularını, düşüncelerini, anılarını, hayallerini saklardı. Her kristal sahibiyle algısal ilişkiye geçtiği için, kendisine bir başkasının dokunması halinde bu algı bulanır, kirlenir, hatta kimi zaman hasara uğradığı olurdu. Onu arada bir zamanın tozundan, kötü hatıraların biriktirdiklerinden temizlemek gerekir; bunun için belli aralarla yanardağ külleriyle ovulup, açık denizlerin tuzlu suyuyla yıkanıp, ay ışığından geçirilerek arındırılırdı…”

Kristallerin, akaşik kayıtları –Levh-i Mahfuz- sakladığını fikrine pek aşina “abla”ya, kitaptaki kar kızağı Roasanayma, Orson Welles’in 1941 yapımı filmi Yurttaş Kane’den bir başka kızağı Rosebud’ı; muhteşem rüya terbiyecileri bölümündeki detaylar ise Steven Spielberg’in, -Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanmış- çok beğendiği, 2002 yapımı Azınlık Raporu’nu hatırlatır.

Remzi Kitabevi, 2007, Ömer Zülfü Livaneli, Sevdalım Hayat, s.253’ten: “…Türkân Şoray’ın önerisi bir karar almama neden oldu. Evet, film yapacaktım. O güne kadar filmlerine müzik yaptığım yönetmenlerle hep çatışmıştık. Gerek Helma Sanders gibi yabancı yönetmenlerin, gerekse çalıştığım Türk yönetmenlerden bazılarının aşırı duygusallığa bir eğilimi vardı. Bazı sahneler bana çok melodramatik ve ağdalı geliyordu. Bu sahneleri müzikle daha da duygusal hale getirmek istiyorlardı. Oysa ben böyle ‘melo’ sahneleri ters bir müzikle kırma ve yabancılaştırma eğilimindeydim. Bu noktada yönetmenlerle çatışma çıkıyordu. Kendi filmimi yapmak ve istediğim yoruma ulaşmak çok çekici bir şeydi.

Müzikte edebiyatta ve filmde deyim yerindeyse ‘mesafeli’ bir anlatımı yeğliyordum. Bilinçli bir karar değildi bu. Yapım böyleydi; daha doğrusu içimden bu geliyordu. Günlük yaşamda bile, abartılı hareket eden birini gördüm mü onun yerine beni bir utanç kaplıyordu. Şarkılarım duyarlıydı ama hiç birinde hıçkırıklı bir acı ya da göbek atan bir sevinç yoktu. Bir buzdağının ucu gibi, o duyguya ait alçakgönüllü ipuçları vermeyi yeğliyordum. Ötesi kişinin çağrışımlarına kalmıştı…”
 
Derin saygıyla okurken, aynı zamanda yaşamış olmaktan onur duyduğu, sinemada müzik kullanımına ise yerden göğe katıldığı bu muhteşem insanın son satırları, “abla”ya göre gerçek bir bilge oluşunun kanıtıdır: “…Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.”

2005, ABD yapımı Constantine’de Keanu Reeves bir sahnede, kendisine kapıyı açana “kiizmet!” diyerek bir açıklama yapar; cümlenin gelişinden anlaşılır ki kısmet sözcüğü, içeriği bu kültürde hiç anlaşılamamıştır. Sınır Ötesi Yayınları, Ergun Candan, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi s. 490’dan: "Kısmet sözcüğünü biraz açmak istiyorum… Batı dilinde kısmet sözcüğüne rastlanmaz. Tevrat ve İncil'de de böyle bir kavram bulunmaz. Sadece şans vardır. Şans başka bir şey, bir işin kısmet olması başka bir şeydir. Kısmette çok şuurlu bir hareket söz konusudur... Sizin gidişinizin liyakatine göre bir karşılığı size veriyorlar manası vardır. O sizin dışınızda gerçekleşen bir olaydır ama içinde sizin çabalarınızın ve niyetinizin karşılığı bulunmaktadır. Yani kısmet sizin ayağınıza kadar getiriliyor ama sizin çabalarınızın sonucunda uzatılan bir yardım eli gibi…

Kısmet meselesi tamamen kozmik bir himaye ve rehberlik mekanizmasının bir fonksiyonundan ibarettir. Birçok üstün zekânın, yüksek seviyeli, gelişmiş varlığın, yaşam planımızın içindeki hedeflerimize ulaşabilmemiz için gösterdiğimiz çabalara paralel bir yardım mekanizması tarzında çalışır. 

Kısmetli olmak demek himaye altında bulunmak demektir. Ama bu himayeyi hak etmek şarttır. Oturduğumuz yerde bir himaye altına girebilmemiz mümkün olamamaktadır…"
 
Doğan Kitap yayını, Jean-Christophe Grange, Kaiken: s.126; “…Etrafındaki rıhtım boştu. Su simsiyahtı. Arada bir, asla yakalayamayacakları umutsuz bir şeyin, sonsuz gençlik hayalinin peşinde koşan joggingciler geçiyordu…”

s.153; “…Passan oğluna yeni baştan çalmasını söyleyecekti ki çocuğun ayaklarının yere değmediğini fark etti. Bu tek bir ayrıntı bile çocuğun kırılganlığını –ve mücadelenin eşitsizliğini- göstermeye yeterliydi…”

s.220; “…Aslında etraf, penceresiz bina cepheleriyle, apartman avlularıyla ve bir bahçıvanlık fuarının stantları kadar ürkütücü küçük bahçeleriyle doluydu…”

s.239; “…-1970’li yıllarda Stevie Wonder bir basın toplantısı düzenlemiş. Toplantıya katılan gazetecilerden biri ona, kör olarak doğduğu için üzgün olup olmadığını sormuş. Stevie Wonder kısa bir duraksamadan sonra cevap vermiş: “Çok daha kötüsü de olabilirdi. Siyah olarak da doğabilirdim.”…”

s.335; “…Tepelerinde ise, bir balık ağı gibi Tokyo göğünü karelere bölen kablolar ve elektrik telleri vardı. Uzun süre bu ileri teknoloji cennetinin enerji ve iletim konusunda neden Uzak Batı evresinde kaldığını ve elektrik direkleri kullandığını düşünmüştü. Cevabı çok basitti: Deprem ülkesinde, kabloları yeraltına indirmek ve en ufak bir sarsıntıda kısa devre riskini göze almak söz konusu olamazdı…”

s.364; “…Sorun, bu noktaya neden gelindiği. İbranilerin On Emir’i gibi, Japonların da bu eski kuralları neden benimsediği. Çünkü bu bizim içimizde Olivier-san. Yüzyıllardan beri. Oldum olası. Bizleri genlerle belirlenmiş bedenler dünyaya getirir, ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”
 
…sonsuz gençlik hayalinin peşinden koşmak, ayakların yere değmemesindeki eşitsizlik anlatımındaki derinlikli gözlem ile bahçıvanlık standı benzeri bahçeler ve Stevie Wonder’ın yanıtındaki mizah, Jean-Christophe Grange’ı, “abla”nın polisiye yazarlar listesinin başlarına taşır. Hatta Japonya gezisinden bu yana aklını kurcalayan soruya, s.335’te, -“…Hanım rehberin "Kobe'de elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır" diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği manzara, Japonların, mimaride, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine bakıldığında anlaşılması zor bir durum…”- gayet doyurucu bir yanıt alır.
 
İçerdiği konuda detaylı bilgi de veren kitapları yanı sıra, izlemiş olduğu Kızıl Nehirler ile gayet ezoterik Taş Meclisi filmine hayran kaldığı Grange’ı “abla” gözünde bilgelik mertebesine yükselten ise s.364’teki paragrafın son sözleri: “…ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

26 Eylül 2014 Cuma

Endonezya gezisi son günü “abla” grubu, gün doğumu için Penanjakan Dağı’na gider, Tengger Kum Denizi’ni atla geçer, Bromo Volkanı’na tırmanır.


8 Ağustos 2014 Cuma sabahı, küçük kız kardeşin “altın vuruş’u sona bıraktılar” dediği saat 03:00’te uyandırıldıklarında, gezi boyunca erken kalkmalara gık’ı çıkmamış “abla”nın, dönüp pof pof yorganına sarınıp uykuya devam edesi gelir. Böyle yapmış olsa, en çok 15 dakika sonra yataktan fırlayacağını bildiğinden, ısının tepede çok düşük olacağı bildirildiğinden -30 derecelerde bavul hazırlarken çok kalın bir şey koymaya da içi elvermediğinden- ne bulduysa üzerine kat kat geçirip, bir tür “evsiz” şıklığıyla, ortancayla çıkar, kör karanlıkta dörtlü gruplar halinde bindikleri 4x4’lerle, gün doğumunu izlemek üzere, 2750 m yüksekliğindeki Penanjakan Dağı’na yollanırlar.

Yarım saat sonra, aynı niyetle, oradan buradan, sokak aralarından eklenenlerle -gerçekten yetmişikibuçuk millet- konvoy halinde aldıkları yol biter; inilen yerden öteye araba giremediğinden, karanlıkta motosikletler, yokuş yukarı 30 dk. tırmanmayı göze alamayanları arkalarına atıp vızır vızır, yola düşmekte.

Üstleri yufka olup kalınlaştırmak isteyenler, -örneğin arkasına Tina yazılı- hırpanî ama hayat kurtaran ceketlerden 5.000 rupi verip kiralamakta, adım başı eldiven, atkı, bere vb. satışı tüm hızıyla sürmekteyken, yukarı yürüyüş dendiği kadar sürmese de; iki yanına bir tuvalet bir çayevi düzeninde sıralı, ışığı ümit saçan mekânlar önünden akan motosikletlerin anî atakları dikkat gerektirir.

Karanlıkta okunamayan, gün ağardıktan sonra Taman Nasıonal Bromo Tengger Semeru yazısı ortaya çıkan kemer altında buluşma saati, yeri kararlaştırılır; grup dağılıp tıklım tıkış platformda bir yerlere konuşlanır. Henüz Venüs parıldamaktayken, bir aktivite olur deyip, havanın serinliğinin de etkisiyle tuvalet kuyruğuna giren “abla” çıkışta, -06:35- hayranlık nidalarıyla karşılanan güneşi yakalar; ezoteriklerin önerisine uyup, -bu işlerden habersiz yüzlerce insanla birlikte- üçüncü göze denk gelen iki kaşı arası bir parmak üstte bariz kamaşmayla, epifiz bezini* aktive ettiğine inandığı gündoğumu kodlarını memnuniyetle alır.

Giderek yükselen güneş göğün kontrolünü ele geçirir; diğer taraçadan ufak ufak istim salmakta Bromo önde, Semeru arkada fotoğraflanır, hava da görece ılınırken toparlanan grup yolu üstündeki ilk çay evine dalar. Kahvaltıya epey vakit varken, rehberin üşenmeden taşıdığı bisküvi, çayın yanına tartışmasız pek yaraşır.

Her biri farklı müzik yayınlamakta çok sayıda 4x4’ten, plakasını ezberlemeleri tembih edilen kendininkilerini, sürücüsünün de yardımıyla bulup binen “abla” üçlüsü ile rehber, bir 5 dk. sonra iner, adını Brahma’dan alan 2329 m’lik Bromo ile, ardındaki Java’nın en yüksek dağı, -bir diğer adı, ulu dağ anlamına Mahameru- 3676 m.lik Semeru Volkanı’nı bir başka açıdan yeniden fotoğraflarlar.

Kısa süren yolculuk sonunda araçlardan indikleri, göz alabildiğine geniş, -Kraliyet Sarayı bahçeleri zeminini de örten- füme renkli tozla kaplı Tengger kum denizi, zaman içinde, şimdilerde sakin volkanların püskürtüleriyle oluşmuş.

Yanlarında, kendileri gibi ufak, midilli irisi atlarıyla beklemekte, ağzı yüzü, toza karşı sarılı adamlardan biri, programın korkulu rüyası –kum denizi atla geçilecektir!- için “abla”nın yanına yaklaşır, üzeri büyük harflerle IWAN yazılı kartvizit büyüklüğündeki kartonu uzatır. Bulunduğu taraftan deneyip binmeyi beceremeyen “abla”, neyse ki hayvanın öte yanına geçtiğinde sağ ayağını üzengiye, koyar, -şükürler olsun!- tek hamlede yerleşir.

Çok uzun olmayan kum denizi geçişi, -dönüşünde damadına ballandırarak anlatacak olsa da- ilk kez ata binen “abla”ya bitmeyecekmiş gibi gelir. Daha önce Nil kıyısında deveye, Hindistan Jaipur’da file binmişliği var ise de, içgüdüsel biçimde belden altını eyere sabitleyip, üst kısmını dalgalanmaya bırakmış “abla”nın, iniş çıkışlarda üzengiye abanmayı o dakika keşfetmemiş olsa, toz yüzünden de aksıran bu ufak hayvanın üzerinden, yeteneksiz bir rodeocu gibi uçması an meselesi!

Bromo’nun bitmek bilmez görünen merdivenlerine en yakın noktada inilir; kendisini geri götüreceği talimatı almış Iwan’a kartını iade edip, yürüyerek döneceğini parmaklarıyla anlatan “abla”, aradaki mini taraçalarda dinlenip soluklanarak tepeye ulaşır. 

Bromo’nun küçük ama kararlı, beyaz, yoğun duman tüten kraterine, dilek dileyip çiçek buketleri atanlara, parmaklık boyunca fotoğraf çektirenlere sürüne sürüne, “Allah vere de niyetini bozmasa” dileğiyle yol alıp bakınırken, rüzgârın aniden yön değiştirmesiyle, boğazları yakan dumandan kısmetine düşeni alıp aksıra tıksıra dönüşe geçenler arasında, “abla” üçlüsü de var.

Atlar, yanlarında sahipleri, kum denizini gerisin geri yürüdükleri sıra “abla” üçlüsüne eşlik ederler. Ayaklar altında özel biçimde kıyırdayan toz, o yükseklikte bir yandan rüzgârın etkisiyle, sarılı olsalar da, içlerine dek işler, hatta bir kısmı bavullarda, fotoğraf makinelerinde, çantalarda ülkeye dek gider.

Otele varılır; dönüş için toplanan bavulları kapı önüne çıkaran “abla” üçlüsü, olabildiğince tozdan arınır, kahvaltıyı da ucundan yakalarlar.

Yola çıkış saatine dek dolanıp, orada burada lav taşlarının öbeklendiği, cıngıl cıngıl Melek Borazanı yüklü ağaçlı güzel bahçeler, kardeşler tarafından fotoğraflanırken; “abla”nın rastladığı, “selamünaleykum”a, “aleykümselam” yanıtı alan görevli, Müslüman olduklarını öğrenince, “abla”nın güdük İngilizcesi elverdiğince ayaküstü sohbet ederler.

Öğle yemeği molasıyla bölünen yol Surabaya’da havaalanında sona erer. Bekledikleri sıra, elindeki, karıncayiyene benzeyen üzeri kadranlı gereci, bavulların fermuarı dibine yerleştirip, bavula bastırarak içeriden çıkan havayı koklatan görevlinin neyin peşinde olduğu anlaşılmaz.

Akşamüzeri grup Singapur’a, 9 Ağustos 2014 Cumartesi gece yarısından sonra da Singapur’dan İstanbul’a doğru havalanır. Tuvaletleri geniş uçak rahattır ama grubun derin uyumasının asıl nedeni, akıllıca son güne konmuş, erken saatlerden beri gün boyu yaşanan yoğun programdır.

Günler sonra kardeşler bir araya geldiklerinde ortanca, çok beğendiği, konusu Java’da geçen, bir filmden söz eder: Java Heat. Birlikte izledikleri filmi “abla” ile küçük kız kardeş de çok beğenir. Rob Allyn ile Colon  Allyn yazıp yönettiği, Mickey Rourke, Kellan Lutz, Ario Bayu… oynadığı, Yogyakarta, Borobudur gibi gezdikleri yerlerde çekilmiş, dahası ülkenin gerçeği üzerine dürüst bir gözlemi de içeren filmi “abla” yazısı sonuna eklemeyi borç bilir.

 

“Abla”nın gezi arkadaşının bol fotoğraflı izlenimleri:


*Epifiz Bezinin Gizemleri:

http://www.kosulsuz-sevgi.com/yeni-eklenen-mesajlar/epifiz-bezinin-gizemleri/

Bromo Tengger Semeru Ulusal Park görseleri:

https://www.google.com.tr/search?q=bromo+tengger+semeru&biw=1188&bih=585&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=AlgMVN7NN4OR7AaApoD4Cw&sqi=2&ved=0CBoQsAQ

Semeru görseleri:


Penanjakan görseleri:


Java Heat filmi:

24 Eylül 2014 Çarşamba

Onbirinci gün Endonezya, Java’da “abla” grubu, Mojokerto’ya gider, Pasuruan Limanı’na uğrar, Bromo Tengger Semeru Ulusal Parkı’na varır.


7 Ağustos 2014 Perşembe sabahı 05:00’te uyanıp, kahvaltı yapan grup 06:00’da yola koyulur. “Abla” araçta, camdaki, Acil Çıkış anlamına gelen Dalam Keadaan Darurat uyarısındaki son sözcüğün “zaruret” ile kuzen olduğundan emin.

Trafikte yitirilen zamanı azaltma amacıyla, bavulları bir gece önceden yola çıkarılan grup, Mojokerto’ya dört saatlik tren yolculuğu için istasyona gelir.

Kalkışa yarım saat kala, biletler pasaportlar gösterilerek teslim alınır. “Abla” üçlüsü kalan zamanı, alacakaranlıkta şık bir avizenin aydınlattığı, eskiliğine karşın temiz, güzel açık bekleme alanlarında dolanarak geçirirken rastladıkları, tuvalet kapılarındaki stilize, sıkışmış kadın ve erkek ikonlarını çok eğlenceli bulurlar.

Fotoğraf ihtimaline karşı hemen saçlarını düzelten satıcı kadının önünde, birer kiloluk muz ve salak hevenkleri dizili.

Piyano müziği yayınlanmakta eski ama temiz trenin, başta çok soğuk, 5 no.lu kompartımanına yerleşilir, yola çıkılır. Dışarıda çeltik tarlaları akarken, ekranda siyah zeminde beyaz yazılarla, sessiz film formatında, Endonezya demiryollarının hikâyesi anlatılmakta.

Küçük kız kardeşin yanında oturan, bir ara başka kompartımandan gelen bir kadınla çocuğun ziyaret edip saygıyla elini öptüğü yaşlı hanım, grubun programından, rotasını inceler ve çok beğenir.

Bazısında durulmayan istasyonlardan geçerken, barikatlar ardında sıcak sabahta onlarca motosiklet, kaskları altında sabırla beklemekte.

İkinci istasyon Solo Balapan’dan, iki hamal yardımıyla şişkin kocaman bavullarla trene binen Arap kökenli genç adam, grubun programını soruşturup öğrendikten sonra içtenlikle anlatır: Solo’lu eşi ile Yogyakarta’da okurken tanışmıştır, iki de çocuklarıyla aile ziyaretinden dönmektedirler; bavullar, Brunei’de pazarlanmak üzere batik doludur.

Arada “abla”nın kardeşine poz da veren sempatik yiyecek satıcısının gülümseyerek servis yaptığı kompartıman, ekranda Doğu estetiğiyle çekilen yeni tür dövüş filmlerinden biri oynarken, yanında yardımcısıyla kondüktör tarafından ziyaret edilir, biletler kontrol edilir.

Üçüncü istasyon Madiun’da çok sayıda motosiklet, kartonlarla sıkıca sarılı, nakledilmeyi beklemekte. Dördüncü istasyon Nganjuk ile bir sonraki Jombang arasında bitki örtüsü değişir; pirinç yerini mısıra, ekrandaki film ise yerini Sting’e bırakır.

Diplerine tomruklar yığılı, gölgesi geniş, güzel siluetli ağaçlar arkada kalır, ekranda ABBA çalıp söylerken, temiz, düzenli Stasiun Mojokerto’ya varan grup tam saatinde, 11:00’de iner, bavullarıyla daha önce yola çıkmış araçla buluşur.

“Java’nın doğusundayız, Pasuruan’a 1.5 saatlik bir yolumuz var” bilgisine karşın kilitlenmiş trafik açılacak gibi görünmez. “2006’da burada yol çalışması sırasında çok bol miktarda çamur çıkması üzerine, köyler göçe zorlanıyor. Jeologlar araştırıyorlar, buranın eski bir yanardağın kayıp kraterine yakın olabileceği fikrine varılıyor. Bunu üzerine yeni bir otoyol yapılıyor. Bu yüzden bir U dönüşü için bu kadar zaman kaybettik.”

Öğle yemeği sonrası çıkılan yol yoğun ama akmakta. Dükkân önlerinde salkım saçak torbalarda karides cipsi; sarılar yumurta, pembeler tapyoka ile renklendirilmiş.

Nehrin denize açıldığı noktada, medcezir yüzünden iyice çekilmiş suyun çaresiz bıraktığı teknelerle Pasuruan Limanı, zamanında çok önemli bir ticaret noktası. Tenha limanda çıplak ıslak toprakta zıplayıp duran, su dolu çukurlara ulaşmaya çalışan balıklar bir zaman sonra yürümeyi başaracak gibi görünmekteler.

Sağda solda, briket imalatı yapılan büyük çukurlarla, mısır tarlalarıyla gitmekte yol; aracın filtresine bakım, bir kez de düşen filtre kapağını bulup yerine koyma amaçlı iki mola ile kesintiye uğrar. İkincisinde, başında durulan sokak, kısa zamanda çevre evlerden, bahçelerden çıkıp gelen, operasyonu ve grubu izleyen sevecen yerlilerce doldurulur.

“Alt tabaka Müslüman, Hindu’ların alt tabakası da burada, Java’da Bromo’da; üst tabakası ise Bali’de yaşıyor.”

Yolun iki yanında sıkça görülen yüksek bambu iskeleler üzerinde güvercinlikler sonrası giderek tırmanışa geçen araba, bir noktada boğulur. Grup iner yokuşun başına dek yürür; yeniden araca geçilir. Epey tırmanıldıktan sonra varılan ufak garajın yanındaki camiden yapılan ezan yayını, -araçta çaresiz biçimde oturdukları sıra, hanımlardan birinin verdiği bilgiye göre, esnetilmiş, zenginleştirilmiş, uzatılmış namazı nakletmekte- ülkedekine taş çıkartır, travma ve işitme bozukluğu garantisi taşır yükseklikte!

18:00; Bromo’da, Java ve elbet Endonezya gezisi son durağı, son otele varılır. Çevre, “abla” üçlüsünün Peru’da Melek Borazanı adıyla tanıdığı, muhteşem güzellikte kokusu, çökmekte olan gecenin serinliğinde dağı taşı sarmış, çiçekli ağaçlarla bezeli.

Dillerin karıştırıldığı Babil Kulesi atmosferindeki lokantada, her dilden konuşan insanın buluşup akşam yemeklerini yer yemez ortadan kaybolup, bahçelere bakan serin odalarına dağılmalarının nedeni bir ihtimal, ertesi sabah gün doğumu için çok erken kalkılacak olması.

 

“Abla”nın gezi arkadaşının bol fotoğraflı izlenimleri:


Melek Borazanı görselleri:

23 Eylül 2014 Salı

Onuncu gün Yogyakarta’da “abla” grubu, Kraliyet Sarayı ile muhteşem Su Kalesi’ni gezer.


6 Ağustos 2014 Çarşamba sabahı toparlanıp yola dökülen grubun Yogyakarta’daki ilk durağı, 1755’te başlanan, yapımı 40 yıl süren Kraliyet Sarayı: “Babadan oğula geçen sultanlık için, şimdilerde, beş kızı olan 10. Sultanın dört erkek torununun başka soydan geliyor olmaları dolayısıyla kriz yaşanmakta ve Sultanın en yaşlı erkek kardeşinin çözüm olabileceği konuşulmakta.”

Sarayın önündeki kutsal Banyan ağaçlarıyla çevrili geniş toprak meydan törenler, pazarlar için.

Girişte, sarayı ziyaret için uygun giysiler, resimli bir Yes/No panosu ile gösterilmişse de grup, içeri girerken, sandalyelere oturmuş beş kişilik –jüri- önünden geçerken denetlenir; birine, ufak bir el işareti ile şapkanı çıkar mesajı iletilir.

Sarayın rehberliğinde gezileceği hanım önlerine düşer: “14 hektarlık alana yayılmış sarayın yedi bölümünün üçüncüsündeyiz.” Teak ağacı, dağ formlu çatılar, avluyu çevrelemekte. “Sultan Müslüman ve arkada bir cami olsa da Budizm, Hinduizm bir arada yaşar.”

Müzik bölümünde, orkestra anlamına Gamelan: “Her gün 10:00-12:00 arası müzik yaparken, Hz. Muhammed’in doğum gününde iki Gamelan birden çalar.”

Sağ kötü, sol iyi’yi temsilen iki Budist figürle korunan bölümde bir oyuntuda gerçek boyutlu iki saray muhafızı figürü, batik etek/serpuş, siyah mintan, sırtta kuşağa takılı keristen oluşma üniforma ile bağdaş kurmuş oturmakta.

Duvara asılı Teak ağacı arma üzerinde, küpe, taç, kanat figürleri yanı sıra Sanskritçe bir de sıfat var; “1-10. Sultan aynı sıfatla anılırken numara ile ayrılır. Sultan Cumhuriyet’te, aslında Vali’dir, aylığı devlet bütçesinden ödenir.”

Törenlerin yapıldığı, zemini volkanik koyu renkli kum kaplı, üstü örtülü alana geçilirken “Tümü evli beş kızı olan Sultan tek eşlidir, Vali olduğundan örnek teşkil etme amacıyla; öncekinin birçok eşi vardı.”

“1000 kişinin yaşadığı sarayda, haftada iki gün büyük onur duyarak, gönüllü olarak çalışan saray muhafızları burada kalırlar ama dışarıda başka işleri de vardır.”

Girişte, sağda, ibadete çağırma amaçlı, solda iri bir merdaneye benzeyen, tehlike uyarısı yapan davulun bulunduğu “Prensler bölümü Sultan’ın oğlu olmadığından boş”; üç saray muhafızı, kâğıt kalemle, bayram sonrası, toplanmış fitre, zekâtı hesaplamakta.

Kadın saray görevlisi rehber, muhafızlarla aynı giysiler içinde, saçları saray adabınca toplu; gülümseyerek gruba poz verir.

Sultanın ve ailesinin dans ederken, törenlerde hatta yılda bir kez düzenlenen denize, volkana -Hindu tarzı- adak sunarken çekilmiş fotoğrafları, geleneksel mobilyalarla döşeli bölümde sergilenmekte.

Batikle ilgili iki bölümde, Sultan ile ailesinin ürettiği, klasik renklerde -kahve, siyah, beyaz- batik kumaşlar, tören giysileri, iki tür saç toplama, en büyük prensesin düğün töreni, giysileri; “bekâr hanımlar omuz açık giyinebilirken evlendikten sonra omuzlar örtülüyor.”

Sultana gelen hediyelerin sergilendiği pavyonda, Afrika, Çin, Hollanda’dan gelen hediyeler görülürken bir soru üzerine, Türkiye’den gelen halıların sarayda serili olduğu bilgisi alınır. Şarap içilmediğinden İtalya’nın hediyesi kristaller vitrinde durmakta, Japonya’dan gelen büyük vazonun ağzı depremde kırılmış.

Karşılıklı Çin usulü iki ejderhanın küpeştesini süslediği, üstü örtülü dört yanı camlı bölüm, altın-kırmızı renklerle şık ve zengin görünüşlü, 9. Sultan anısına.

Tümüyle 9. Sultan’a ayrılmış bir diğer bölümde, yaşamından fotoğraflarına paralel biçimde oyuncakları, izci, binicilik giysileri, alfabesiyle defterleri, gölge oyunu, batik gereçleri, ‘32’de Hollanda’daki eğitimi, yemek yapmayı sevdiğinden mutfak gereçleri, ocağı, fotoğraf makineleri, radyo, dürbün, eğer, şemsiye, kitap vb. eşyaları sergilenmekte. Hollanda’daki eğitimi ardından ülkesine dönen 9. Sultan, Cumhuriyet için mücadele eden halkla birlikte hareket eder; rejim değişikliğinden sonra da aynı Hollandalılar tarafından nişanlarla taltif edilir.

Oğulların meyve, kızların yapraklarla gösterildiği, ortasında 8. Sultan’ın yer aldığı soy ağacı tablosu ile başlayan son bölüm; törenlerde kullanılan kuğu, geyik, Garuda… figürleriyle, Sultanların kulaklarını biraz büyütüp sivrilten –“abla”ya Mısır’dan aşina Hathorları anımsatan- altın aksesuarlar; Hollanda, Belçika’dan gelmiş nişanlar, cenaze töreni, Suharto’nun fotoğrafı ile (bu coğrafyada “abla”ya hep, dizgi hatası yüzünden okuyamadığı duygusu veren), “halk için tahttayım” anlamına “tahta untuk rakyat” yazılı pano ile sona erer.

Grup sırayla, sırtta bel kuşağına sokulu keris’li muhafızla poz veredursun, ortalıkta dolanan, “…kedilerin kuyrukları neden kesik?” sorusuna İmam, -Sulawesi’de Matthew’nun “pislik taşıdığı için” cevabından- çok daha tatmin edici bir yanıt verir: “Endonezya’da Müslümanlar Şafii’dirler, kedi, köpek kuyruğu değdiğinde abdest tazelemeleri gerekir”

Rehberlerin biri suya sabuna dokunmazken, diğerinin aynı soruya verdiği yanıt, -“abla”nın Singapur’da da, altı ısrarla çizilen bir örneğini gördüğü- farklı dinlere mensup ahalinin, bir arada tutulması amacını taşıyor olsa gerek.

Saray ziyareti çıkışı, yol üstündeki Banyan ağacı dibinde üç oğlan yaptıkları koca roket maketiyle, yanlarından geçerken ilgilenen gruba poz verir.

Bereketli, şen pazar yeri yürüyerek geçilirken İmam alışveriş edip gruba, -“abla” üçlüsünün Japonya’dan tanıdığı- incecik pirinç hamuruna sarılı tatlı, sıcacık fasulye ezmesi ikram eder. Bambu sepetlerde ikili ambalajlanmış balıklar, ayıklanmış sebze, baharat, çeşidi bol meyve; yaşlı bir kadın mandalina tepesi ardından edalı biçimde poz verirken bir diğeri Hindistan Cevizi rendelemekte…

Bir göl bölgesine 1758’de kraliyet dinlenme, eğlence yeri olarak, Portekizli bir gemici, mimara yaptırılan, daha sonra Hollandalıların Su Kalesi diye adlandırdıkları Taman Sari, alttan tünellerle bağlı geniş alana yayılı mekân, zaman içinde İstanbul surlarındaki gibi, pek çok eklentiyle halkın, yaşamın işgaline uğramış.

Depremlerin de etkisiyle ilk halinden uzaklaşmış, -“abla”ya Endülüs’teki Elhamra Sarayı’nı hatırlatan- yapılar bütünü toparlanabilse “bir cennet tasviri olacak kadar güzel.”

Geniş merdivenlerle giderek derine serine inilen kemerli, yanları oluklu basık dehlizler, İslam öncesi dönemde meditasyon, şimdilerde önde abdest amaçlı kuyusuyla yeraltı cami olarak kullanılmakta. İmam’ın aktardığı, “abla”nın bir başka gerçeklik olarak kavrayıp çok derinden etkilendiği “Bir söylentiye göre, dönemin sultanı/kralı, meditasyon esnasında burada, Java’nın güneyindeki Ruhlar Alemi Kraliçesi ile buluşuyormuş.” Su Kalesi “son zamanlarda eski güzel günleri canlandıran film mekânı olarak kullanılmaktaymış.”

İkinci katta da, aynı planla, geçitlerle bölünmüş dairesel tüneller, yazın serin, büyülü. Tavanı demir kasnaklarla güçlendirilmiş merdivenle çıkışa ulaşan grup, sokak aralarında, bakkal, minik havuzlu bitkilerle örülü bir köşe, kapıda terlikler, TV’den seslerin taştığı, çamaşırlar serili, kuş kafesli içten, yoğun mahalle yaşamına tanık olur.

Varılan, geniş, ağaçlı avlunun kenarında bir el sanatları dükkânı grup tarafından işgal edilir.

Yüksek taş duvarın oymalı, ejder başlarıyla süslü kapısından geçilerek varılan bahçenin ortasında, kol boyunu uzatan aparatlarla selfie çeken turist tayfası arasından ulaşılan ejderlerin ağzından su fışkıran “…havuzlardan zamanında üç tane vardı. Arkadaki Sultanın kızları için; öndekinde cariyeler yüzerken Sultan beğendiği birine çiçek atar, çiçeği alan kız Sultanın olduğu bölüme geçermiş.”

Merdivenlerle ulaşılan kısım “Dört salonlu bölüm müzik odaları…”

Batik Atölyesine gidilirken anlatılan: “Batikte pamuk, özellikle de ipek kumaş kullanılır, boya bölgesi erimiş balmumu ile belirlenir, kumaşın her iki tarafı da boyanırsa renkler daha güçlü olur. Ne kadar balmumu kullanılırsa o kadar keskin hatlar elde edilir.”

Atölyenin girişinde bir dizi pano ile süreç anlatılır: “Kurşunkalemle motifin kumaşa aktarılması, balmumu ile örtme, detayların ilavesi, bulaşmaması için kumaşın arkasına da aynı işlem, renklendirme, balmumunu çözmek için kaynar suya atılma, her renk için tekrarlanan aynı işlem. Kumaşın beyazı üzerine, kök boya indigo, kahve, geleneksel renkler, çok renklilerde kimyasal kullanılmış demektir. Halk özel günlerde giyiyor, özgün motif büyük onur, bunun için yüksek paralar ödemeye hazırlar, özellikle hanımlar…”

İncecik motifli bakır kalıplar baskı için kullanılırken, kadınlar, yanlarındaki altında küçük bir ateş yanan çanaklara batırıp doldurdukları balmumu kalemlerini üfleye üfleye önlerindeki kumaşların, örtülmesi gereken yerleri kapamakta. “Noktalama yapanlar günde 7.5 USD kazanırken, kontur çekenler daha az…”

Öğle yemeğinde, masada tatlı sos olarak yine pekmez var. Tatlı mısır çorbasıyla başlayan yemek lezzetli; duvarda güzellerin, Miss Universe 2012 ile Putri Indonesia 2013 fotoğrafları.

Öğleden sonra Malioboro Caddesi’nde serbest zaman: “Abla” üçlüsü alçakgönüllü bir alışveriş merkezinde, Lemur sindirim sisteminden geçtikten sonra işlenen kahveyi tatmak için bir mola verirler. Lemur Kahvesi anlamında Kopi Luwak’ta verdikleri sipariş, neredeyse Japonların yeşil çay servisi kadar incelikli bir ritüeldir: Herkese ayrı birer tepside gelen, altın kaşıklı, tepesinde küçük altın bir lemurun oturduğu kapaklı, varaklı, irice fincanlara, şifon keselerden çıkarılıp ağzı kesilen poşetlerden (önce koklatılarak) dökülen kahve üzerine kaynar su konur, 1 dakika kadar bekletilir. Telvenin dibe çöktüğü, yumuşak içimli kahve, kahve düşkünü olmayan “abla” tarafından bile hoşnutlukla tüketilir.

İstasyona yakın, trenin geçişini sabırla bekleyen motosikletliler, tertemiz camekânı dilimlenmiş tazecik meyve dolu seyyar satıcıdan sonra, en son, caddenin başını belirleyen, altında gençlerin fotoğraf için uzun uzun bekleştiği tabela altında kardeşlerden ikisi fotoğraflanır, otele dönülür.

Akşam yemeği, 38. yaşını kutlamakta Ramayana Ballet- Purawisata topluluğunun, minik amfitiyatrosunu da barındıran mekânında, Dünyanın değişik yerlerinden gelmiş turistlerle bir arada, danslı müzikli gösteri eşliğinde yenir; ardından Ramayana’nın, maymunları canlandıran, çatılara, direklere pervasızca tırmanıp inen küçük oyuncuları sempatiyle izlenir.

“Abla”nın gezi arkadaşının bol fotoğraflı izlenimleri:

http://gezix.blogspot.com.tr/

Gamelan görselleri:

https://www.google.com.tr/search?q=Gamelan&biw=1138&bih=561&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=alMIVK2hLeKhyAPzroG4Bg&ved=0CB0QsAQ

Taman Sari görselleri:

https://www.google.com.tr/search?q=taman+sari+yogyakarta&biw=1138&bih=561&tbm=isch&tbo=u&source=univ&sa=X&ei=NlQIVKCWDJTb7AbhroCoCA&ved=0CBoQsAQ

Malioboro görselleri:


Kopi Luwak görselleri:


Ramayana Ballet- Purawisata:

20 Eylül 2014 Cumartesi

“Abla” grubu dokuzuncu gün Java’da, Borobudur, Mendut, Pawon ve Prambanan tapınaklarını gezer.


5 Ağustos 2014 Salı sabahı saat 05:55’te, İmam’ın tek tek bellerine sardığı sarı sarongları kuşanıp ellerine birer de fener tutuşturulan grup, aynı saatlerde gelen araçlardan inenlerle oluşturulan kafileyle, puslu karanlıkta yürüyerek bilet kontrol noktasına varır. Çantalar kontrol edilir, çok dik merdivenler tırmanılır, ters dönmüş çan benzeri stupaların kenarlarına Doğu’ya bakar biçimde konuşlanılır. Serin karanlıkta fotoğraf çekiminin ana modeli havada dönüp duran incecik su tozlarıdır.

Saat 05:55, hava aydınlanmakta; pusula ile Doğu net biçimde saptanmışsa da sise bulanmış ağaçların seçilir olması dışında gün doğumundan iz yok. Umudu kesen, sarı, turuncu, kiremit renkli saronglarla birbirlerinden ayrılan gruplar fotoğraf için dolanmaya başlar. “Abla” grubu toplanır, güzel bir grup fotoğrafı çekilir.

İmam anlatmaya başlar: “Giderek küçülen altı kare üzerine küçülerek yerleşen üç daireden oluşan tapınağın yatay planı evreni temsil eden bir mandala. Aşağıdan, duvarları, Dünya yaşamını sembolize eden resimlerle bezeli katlardan başlayıp döne döne yükselerek yol alan kişi giderek, hiçbir resmin olmadığı daire planlı katlara ve spritüel benliğine ulaşır. Dört kez saat yönünde dönüp kabartma resimleri okuyarak yükselirken, keşişler giderek azalır ama en yukarı varan tüm manzaraya hâkim olur. Resimler yan yana konsa 3 km. uzunlukta. Bazı mezheplerde Nirvana son basamaktır, Mahayana Budizm’de Nirvana’ya ulaşılsa da Dünya’ya dönüp kalanlara yardım vardır.”

Ayakta, oturarak, elleriyle, Buda’nın dört yönü de simgeleyen hareketlerini gösteren İmam, “Dört kez dönüşleri sırasında yollarını yitiren keşişler Buda heykellerinin pozisyonuna bakarak yollarını, yönlerini bulurlar.”

“1973’teki son restorasyonda, köylülerin evlerinde kullandıkları parçalar alınıp yerlerine konuldu; mantar, toz, kül temizlenirken farklı görünüme bürünse de her taş orijinaldir. Olmayanlar, üzerlerindeki minik beyaz bir nokta ile işaretlenmiştir. Unesco organizasyonunda sanat tarihçileri, arkeologlar yanı sıra mühendisler de yer almış, hatta mistik havayı yakalamak için Budist rahiplerden yardım alınmış, onlar ortaya bayağı enteresan şeyler çıkartmışlar.”

“Siddartha bir dilenciyle karşılaşır, ona verecek parası yoktur; mendilini serer, dilencinin elindeki Hindistan Cevizi kabuğunu alır ters çevirip koyar, üzerine de değneğini diker.” İmam’ın, elinizde hiçbir olmadan da neşe yaratabilirsiniz ana fikrine dayandırdığı öykü, aynı böyle göründüğünden, “abla”nın aklına, “stupa formu bundan çıkmış olmasın?” sorusunu getirir.

“Stupaların içlerinde bir şey yok; duvar örgüsü, aşağı katlarda baklava biçimliyken daha yukarıda sadeleşerek kare formlu. En tepedeki Buda’nın oturduğu stupa tamamlanmamış.” Kilittaşlarıyla döşeli zemin yer hareketleriyle tümüyle çökmüş, tehdit devam etmekte. Abu Simbel gibi taşımayı neden düşünmediler sorusunu İmam, “Mümkün değil, Budistler detaylı hesaplamalarla buranın en uygun olduğunu saptamışlar. 2010’da altı ay süreyle temizleme amacıyla kapatılmış, kültür mirası olduğundan ibadetten ziyade turizme, ama düşük sezonda ibadet için tüm Budistlere açık… Çevreleyen dağlarda, Buda’nın ölüm anını sembolize eden, sağ dirseği üzerine uzanmış yatar duruşuna benzer panorama var ama sisten anlaşılmıyor.”

Alt katlarda yüksek olan duvarlar, giderek alçalmakta. 1904-1907 yıllarında Hollandalıların sarıya boyadığı kısımla başlayan İmam, Buda’nın yaşamını konu eden kabartma resimleri tek tek anlatmaya başlar. İmam’ın titiz, profesyonel tavrı ile epey zaman alan bu süreci “abla” not almış olsa da sonunda, daha ciddi bulduğu bir kaynağı yazısı dibine Buda’nın yaşamı notuyla koymayı uygun bulur.

Tapınağı uzak, uygun bir noktadan görüntüleyen, eksile döküle gruptan kalan son birkaç kişi otele kahvaltı için döner. Bir akşam önce, oteldeki müzisyenden dinlediği hüzünlü şarkının peşine düşse de “abla”, görür ki anlaşabilme söz konusu değil: Dinledikleri arasından orta Java geleneksel müziğine karar kılar, 150.000 Rupi’ye bir CD alır.

Öğle yemeği sonrası grup, çevredeki diğer tapınakları ziyaret eder: Mendut Tapınağı’ndan Borobudur’a giderken keşişlerin uğradığı, duvarları Budist öğretiyi anlatan kabartmalarla bezeli Pawon Tapınağı eskiden yakma işlemlerinin de yapıldığı bir tür mola yeri, giriş kapısı.

Borobudur’dan önce inşa edilmiş, basamaklı küçük Mendut Tapınağı girişi, her tür turistik ıvır zıvır yanında, halk kültürüne İslam’la girmiş yarı şeffaf gölge oyunu (Wayang Rule) karakterleri satıcılarıyla dolu. Bir yanında geçmişi, diğer yanında (başında bir küçük Buda ilavesiyle) geleceği ve ortada bugünü simgeleyen üç Buda heykelinin bulunduğu odanın yüksek konik yığma taş tavanı gizli bir huzur duygusu yaratır.

Bir saat yolculukla ulaşılan Prambanan Tapınak kompleksi, Unesco kültür mirası. 2004’te tsunami, 2006’da restore edilmiş kısımlarla birlikte depremden, 2010’da yanardağ faaliyetlerinden hasar görmüş 200 binadan 18’i gezilebilir durumda. 9. yy.dan bu yana Hindu Tanrı / Tanrıçalarına adanmış Prambanan Tapınağı irili ufaklı binalarıyla çok geniş alana yayılmış. Grubun, diğerleriyle beraber bellerine bağladıkları saronglar, artık net biçimde anlaşıldığı kadarıyla dinselden ziyade sembolik bir amaç taşımakta.

İmam “Pram iyi, Banan Tanrı, Tanrı için yapılan iyi tapınak anlamında” der, “bu isimde pek çok tapınakla karşılaşabilirsiniz.”

Küçük bir tapınağın birleştirilmeyi bekleyen taşları yığın halinde durmakta, depremin çok erken saatte olması burada can kaybını engellemiş; İmam’ın 84 yaşındaki annesi böyle şiddetli bir deprem hatırlamıyor. “Kabartmalar taşıyan duvarları birleştirmek kolay, bir de artık bilgisayarlardan faydalanılıyor”

“Endonezya’daki en güzel Hindu tapınağı, kast sistemine göre, krala, ailesine, maiyetine ve dokunulmazlara, ayrı bölümler barındırmakta; Şiva adına başlanmış olsa da, Hindistan’da genelde bir Tanrı ya da özelliği adına tapınak yapılmaz.” Gruptan gelen, “Orijinal halini nasıl bilip de restore ediyorlar?” sorusu, “Resim ya da çizim yok, tahminle…” yanıtı alır. “Borobudur ile rekabete girişip çok sayıda tapınak yapıyorlar; Şiva için yapılanı Borobudur’dan sadece 2 cm yüksek.”

Tapınak girişlerinde, ilgili tanrının kutsal hayvanları, Brahma’nın kuğusu, Şiva’nın boğası yanı sıra tapınaklar içinde ise Ramayana hikâyesini anlatan kabartmalar yer almakta.

Genç bir İngiliz’in, Vişnu ile poz veren “abla” üçlüsünü fotoğraflamasından sonra, çıkışta içinden geçilen sıra sıra lokantalardan biri önünde tanıdık bir sözcük daha: Dawet.

Grup toparlanırken “abla” ile ortanca, Hindistan cevizi yığınından ikisini seçer; tepeleri kesilip birer pipetle servise sunan kadından alıp içerken, küçük kız kardeş tarafından belgelenirler.

Gecelemek için Yogyakarta’ya dönülür; ortanca ile küçük kız kardeş fotoğraf için otelin yakınındaki hareketli cadde Malioboro’ya giderken “abla” dinlenmeye çekilir.

 

“Abla”nın gezi arkadaşının bol fotoğraflı izlenimleri:

http://gezix.blogspot.com.tr/

Buda’nın yaşamı:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Gotama_Buda

Borobudur görselleri:


Mendut görselleri:


Pawon görselleri:


Prambanan görselleri: